- BELGİN ÖNAL
Ölümün Sevgili Yazarı: Tezer Özlü

Bursa’da, puslu bir sonbahar günü, artık tarihi silikleşmiş, kahve öğütücülerinden gelen kokulara karışmış, bir zamanlar sadrazamların ayak izlerinin kayrak taşlarda kaybolduğu bir avludayım. Burası, yakın geçmişe kadar koza pazarlarının kurulduğu, Bursa işi halis ipek kumaşların satıldığı Koza Han. Avluyu modern kafeteryalar kuşatmış. Masalardan birine oturup bir kahve söylüyorum. Genç bir garson getiriyor. Kafamın içinde bir yazar var. Onu düşünüyorum; yaşam ve ölüm arasındaki hesaplaşmalarını, başkaldırılarını, uçlara yakın arayışlarını, yazdıklarını… Kahvem bitince kalkıyorum. Zevksiz masa örtüleriyle daha da çirkinleşen plastik masaların kabalığına inat; hâlâ yok olmamış bir narinliği imleyen, ince dokulu, rengârenk ipek eşarpların satıldığı dükkânların önünden geçiyorum. Kapalıçarşı’nın uğultusunu ardımda bırakıp, kentin araç trafiğine kapalı tek caddesi olan, nostaljik tramvaylı Cumhuriyet Caddesi’ne çıkıyorum. İncecik bir yağmur altında, Mimar Sinan’ın Bursa’daki tek eseri olduğu söylenen Galle Han’a, yaygın adıyla Tahıl Han’a yöneliyorum.
İşte handayım. 16. yüzyılda, Kanuni’nin sadrazamı Semiz Ali Paşa tarafından yaptırılmış bir han bu. Duvarları kesme taş ve tuğla ile örülmüş, bir zamanlar buğday, arpa gibi tahılların satıldığı, şimdiyse ortasından geçen cadde ile ikiye ayrılmış, işyerlerinin işgaliyle tanınmaz hale gelmiş bu tarihi mekânda o yazarı arıyorum. Bir yanda demirci, dökümcü, marangozların, diğer yanda aktar ve tatlıcıların tuğla, taş içine saklanmış, tarihin sessizliğini içinde sır gibi saklayan kalın duvarlara bakıyorum. Bu duvarların yüzyıllardır koruduğu sırlar içinden o yazarın sesini duyar gibi oluyorum. 1855’teki büyük depremde dahi yıkılmamış tarihi taşların, artık olmayan ulu çınarların olmayan hışırtıları arasında buluyorum onu. Köşedeki yayın-dağıtım şirketinin raflarında, onun ikiye ayrılmış ruhunu yaşatan, kendi diline kilit vurmuş kitaplarına ulaşıyorum sonunda. Hepsinin kapağında yazarın aynı fotoğrafı var. 30’lu yaşlarının sonunda, dünyaya acı bir gülümsemeyle bakan fotoğrafı. Böylesine acı bir gülümseme ancak Tezer Özlü’nün yüzünde anlam bulabilirdi, diyorum içimden. O çok sevdiği Pavese’nin ünlü dizesi geliyor aklıma: “Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak”.
Tezer Özlü’yü, ruhundaki depremleri, daha gençken başlayan ölme denemelerini, yolculuklarını, evlenip ayrılmalarını, anne, kadın, sevgili, insan olma çabalarını düşünüyorum ve tüm bunlara sadece yazarak dayanabildiği “yaşama hastalığı”na üzülüyor kalbim. En sonunda da göğsünde nişan gibi sakladığı kanser hücresini uslu bir çocuk gibi peşine takıp ölüme gitmesini ve yorgunluklarını anlamaya çalışıyorum.
Her şeyin daha en başta bitmeye başlayan yüzünü bilmiş bir yazarın yılgın yolculuklarına eşlik etmek için kitaplarını alıyorum. Dünyanın ona sadece fabrika üretimi gibi gelen tekdüze insanlarından biri olmadığımı göstermek istiyorum belki de. Yazarların var oluşlarının bitmeyen tanıkları olan kitapları seviyorum. Geçmişleri, yaşadıkları, yaşayamadıkları, anlatıp anlatamadıkları her ne varsa kendim anlamak istiyorum. Onların yarım kalmışlıklarını, eksik kalan zamanlarını tamamlamak telaşıdır belki de, kim bilir? Yaşamın hepimizi içine alan boşluğuna kayan adımlarımı durdurmak için başka gücüm yok, biliyorum. Çünkü hepimizin yaşarken içinde kaybolduğu anlar vardır. Tezer Özlü’nün ne yazarsa yazsın, kimi severse sevsin, nerelere gitmiş olursa olsun bu tarihin, depremlerin dahi yerinden oynatamadığı kalın duvarlarına benzeyen nemli, yosunlu, o bir türlü yok olmayan ölüm korkusu, isteği, amacı, adı her ne ise ona eşlik eden Han’ın içinde üşüyorum. Kitapların tozları arasında yazarların üst üste dizili yığınla birikmiş yaşamlarını okumayı sevmemin içimde canlı olduğunu kanıtlayan bir güce dönüştüğünü duyumsuyorum. Buna tutunarak başlıyorum Tezer Özlü’nün en çok da ölüm kokan kitaplarını okumaya.
Aslında yalnızca ölümün değil, sevişmelerin, yazmaların, sevmelerin de yazarıdır o. Ölüme karşı hırçınlıkla, öç alırcasına, neredeyse kılıç kuşanırcasına salladığı kalemiyle kimi zaman çaresizce, kimi zaman keyifle, kimi zaman da kendine dahi acımadan ama mutlaka acıtarak yazdıklarıyla serer kendisini ortaya.
Yok oluşa meydan okumanın tek yolu yazmak ve sevmektir. Ne yapsa anlatamıyor, anlaşılamıyor, ne yazsa ölüme doğru gidiyor olduğunun sancısı, farkındalığı ve hüznüyle sözcüklerini emaneten bize bırakmıştır Tezer Özlü. Sanki o kadar güvenmiyordur ki, dönüp onları da yine anlaşılmadıkları için alıp gidecek gibidir. Öyle eğreti okursunuz kitaplarını. Suçluluk hissi ve yetersizlik kaygısıyla. Nerede hata yapıyor olduğumuzu, neyi tam olarak anlayamadığımızı bir türlü kestiremiyoruzdur. Oysa biz de en az onun kadar biliyoruzdur içimizdeki o tarifsiz hüznün, hiçbir mutlulukla doymak bilmeyen iştahını. “Sanatçı gözlerini ödünç verir” cümlesini hiç unutmazken, onun bakıp da sizin hâlâ göremediğiniz şey nedir? Bilemezsiniz bir türlü. Bir huzursuzluk ve içinizde merakla okursunuz sayfaların devamını. Kendinizi mi, onu mu aradığınızı unutarak.
Dünyaya küçücük bir kasabadan bakmayı bilmiş altı yaşında çocuktur Tezer Özlü. Öyle çok kırılganlıklar ve kırgınlıklar birikmiştir ki içinde, “İçli” diyesiniz gelir soyadına, onu okudukça. Ta o vakitlerden, çok uzaklara gitmesi gerektiğini hissettiğinden olsa gerek, gidemediği her yere sözcükleriyle ulaşmaya çalışmıştır. “Taşradan İstanbul kentine yeni gelip, burada küçük yaşta Avusturya ve özellikle Alman kültürü ile katolik kilise okulunda karşılaşan bir Türk kızı ne olur? Evinden kaçmak ister, çünkü bu evlerde süren durgun yaşamın, sevgisiz yaşamın, iç içe yaşamın düşündüğüne uymadığının şokunu yaşar. Okuldan kaçmak ister, çünkü okul karanlık bir kilisedir. Okulda öğretilen birçok yalan, gerçek yaşamda hiçbir zaman gerekmeyecektir.” (Tezer Özlü’ye Armağan, Hazırlayan: Sezer Duru, 3. Basım, YKY, İst. 2015, s.177)
Halbuki kaçtığı her yere insan kendisini de götürür istemeden. Belki nerede olduğunu tam olarak kendisi de bilmediğinden hep aynı boşlukta kaybolup gidiyordur aslında.
“Gitmek, iz bırakmaktır bir yerlerde,
Gitmek, söylenmiş bütün cümlelerin tükenmişliğinin sessiz haykırışından medet ummaktır,
Gitmek, hiçbir yere ait olamamanın gezgin ruhudur,
Gitmek, hiç bitmek istememektir aslında…” dizeleri aklıma takılıyor bir yandan da.
“Bırak beni artık. Bu camdan çırılçıplak aşağıya atlayacağım. Sana karşı değil bu. Çocukluğuma karşı. Bu kente, bu eve, bu halılara, bu değişmeyen her şeye, bu ölmeyen herkese karşı.” (Eski Bahçe-Eski Sevgi, 19. Basım, YKY, İst. 2015, s.15)
İki uçlu bozukluk olan manik depresif teşhisi zaten tam yaşamın kendisidir aslında. Ölüm ve yaşam. “İnsanlığa” konmuş teşhistir bu esasen. Ölümle yaşam arasında devinip duran bir tahterevallidir yaşam, siz de bilirsiniz. Bunu en başta fark eden bir yazarın, yazmaktan başka şansı var mıdır ki? Hepimiz o iki uçlu bozukluğun içinde dolanıp durmuyor muyuzdur? O sadece bizlerden daha fazla cesaretle uçurumların, uçların, yarların kıyılarına intihar, yazmak, sevmek, sevişmek, elinde ne varsa onları deneyerek, keşfederek yenmeye çabalamamış mıdır baştan beri?
“Dört bin nüfuslu bir Anadolu kasabasında dünyaya bakmayı öğrendim. Altı yaşındaydım. Dünyanın sonsuz büyüklüğünü hissettim ve gitmem, çok uzaklara gitmem gerektiğine inandım…” (Tezer Özlü’ye Armağan, s.12)
Ölüme inat, neredeyse umarsız ve umursamazca yaşadığı cinsellik sizin bütün tabularınızı yerle bir etse de içiniz onun çaresizce bir çırpınma, yaşamın kıyısına tutunma çabası olduğunu, kendi içinde boğulmamak, yok olmamak için başka bedenlerde var olmaya çalıştığını fısıldar kulağınıza. Akıl sınırlarını zorlayan duygu patlamalarıyla başka türlü baş edemiyor oluşunu kavrayabildiğiniz kelimelerini, hazin bir anlayışla okursunuz. “(Hiçbir kadınla yatmamış bir erkeğin bu denli güçlü, bu denli çekici olduğunu bilmiyordum. Senin doyumsuzlukla algıladığın duyguları, bağımsızlıkla başladığın sabahları ve gene doyumsuzlukla yaklaştığın geceleri, okşadığın tenleri, var oluşunu anımsadığından beri düşündüğün insan yaklaşmalarını, bütün duyguların ve tenlerin başlangıcındaki yirmi iki yaşında bir yeni/insana duyurmak olası mı?)” (Eski Bahçe-Eski Sevgi, s. 84)
Ruhundaki yara izlerini içindeki buzdan yıldızlarla, topladığı karanlık cümlelerle sarmaya çabalamasını okuruz hep. O yok olma saati gelmeden kaybolup, kendi belirlediği zamanlara, anlara sığınmak ister. Geceden kalmış, gökyüzünde unutulmuş gibidir içindeki yalnızlığıyla güneşin neşesine aldırmadan. Çünkü doğanın kurnazlığına aldanmaz. Daha küçücükken görmüştür ışığın arkasına saklanmış ölümün gölgesini. O andan sonra hep kendisini araması bundandır. Ölümden kaçırabildiklerini yazar.
Onu okurken aslında yalnızlıktan, ölümden ve yaşlanmaktan ölesiye korktuğunu anlarsınız, “İnsanın yalnız cesedi yalnız kalabilir. Canlı (cesedi) asla. Çocukluğumda yeryüzünün sonsuzluğunu algılayabiliyordum, ama yaşlı kadınların yalnızlığını değil.” cümleleriyle karşılaştığınızda. Bunlar yaşlı babaannesiyle, ölüme yakın yalnız bir kadınla çocukluğunun geçmiş olmasının izleridir belki de, dersiniz kendi kendinize. (Yaşamın Ucuna Yolculuk, 17. Basım, YKY, İst. 2012, s.24)
Ruhunuz, aynı demirci ustasının dövdüğü, aynı körükte harlanmış yazarları okur bazen böyle nadiren. Çünkü herkes sevilmeyi istediği gibi sever ve işitmek istediklerini duymak için yazar. Hatta yazmanın, var oluşumuza kendimizi inandırmak için yapabildiğimiz en ustaca sihirbazlıklardan biri olduğunu o keskin zekâsıyla biliyordur Tezer Özlü. Mutsuz olmak için zaten sadece doğmak yeterliymiş diye düşünürüz onu okurken. Yazıya yakalananlar, kalemin ucuna tutunuverenler o sınırlarda dolanan Tezer Özlü’nün silik anısı olarak karşımıza çıkarlar. Belki anlaşılmadığını ona düşündüren de budur. Oysaki bir yazarın kitapları onun hakkında bize pek çok şeyi söylemez mi? Bu anlaşılmamak serzenişi niye? Okur olarak siz de gücenmeye başlarsınız içten içe.
Onu okurken, yazdıklarıyla kendi içinde boğulan birinin boy veriyor oluşuna tanık olursunuz. Yaşadıklarının derinliğini kavramaya çalışırsınız. Bazen diplerde o kadar kaybolur ki elini göremezsiniz bile. “Denizin dümdüz yüzeyi boyunca sonsuza dek böyle gidebileceği duygusuna kapıldı.” (Yaşamın Ucuna Yolculuk, s.57)
Kendisini saklamaya çalışmadan cinselliği, toplumun yasakladığı her şeye karşı çıkışlarıyla, üstünlük ya da aşağılanma duygularından arınık, olduğu haliyle yazması onun en belirgin özelliğidir. Çünkü ölüme, sınıf ayrımlarına, yasaklara, ayıplara karşı yazmak, en büyük başkaldırıdır zaten.
Sanki daha doğduğunda “ölü” olduğu bilincine ulaşmış birinin, yazarak ve severek öç almaya and içmiş cümlelerle karşılaşır okur. Coşkuyla sevmelerin içinden geçerken, aşkla, ümit içinde yüzerken bile varacağı kıyıyı, yaşayacaklarını, sonundaki acı ayrılıkları biliyordur. Bütün umutlar umutsuzluk, bütün sevmeler ayrılık, bütün yaşamlar ölümdür. Yaşadığı kadar var olanları yazar Tezer Özlü. Hepsi o kadarcıktır, çünkü yaşamda düşünülenlerin pek azı karşılık bulur. Kitaplarındaki karmaşa ve çeşitlilik sizi zenginleştiren şekillere bürünür. İnsan kalbinin bin bir değişik hallerine tanık olursunuz. Kırk üç yıllık bir ömre bunca keder fazladır diye düşünür, onun dil ile ayağa kalkabildiğini, ruhunu dilin sınırları içinde dinlendirebildiğini, ait olduğu yerin sözcükler olduğunu anlarsınız. Ama yazmak mı ölmek mi kurtuluştur, bir türlü kestiremezsiniz.
Yaşama ihanet etmek için ölmek istediğini ya da bir gün zaten vazgeçeceğimiz bir yaşamda öylesine oyalanmaya çalışan bir vurdumduymazlıkla yazıyor olduğunu düşünmeye başlarsınız. “Gece saat üçe doğru uyandığımda (ilk kez doğru işleyen bir saate sahip olduğumdan, durmadan saate bakıyorum) hiç değilse acıları dönüştürecek sözcüklere sahip olduğumu düşündüm. Ama diğer insanlar, acılarını, yaşantılarını, uykusuz gecelerini, umut ve umutsuzluklarını ne yapıyorlar.” (Yaşamın Ucuna Yolculuk, s.44)
Ölümden ödünç alınmış bir yaşamın içinde olduğumuzu en başından beri bildiğinden, yazarak başkaldırmayı seçmiş, içindeki demir pasını, bitmeyen tedirginliğini, dilindeki acıyı ölüme batıra batıra yazmıştır. Kendisini soylu, burjuva sınıfından sayanların içinden nasıl sıyrılacağını, ruhunun oralarda dolaşmasına nasıl izin vermeyeceğini bilir. Çocukluğundaki o küçük kasabadaki kız olduğunu hiç unutmadan başkaldırıyla yazar. Hiçbir yere ait olamayan, medeni durum hallerinden bunalmış, yersiz, kuralsız, kalıpların dışına taşan ruhunu kelimeler sakinleştirebilirdi ancak. Aslında hangi kelimeleri yazarsa yazsın, çocukluğunun o soğuk gecelerini bir türlü ısıtamayacağının bilincindedir. Çünkü Batı kültürüyle karşı karşıya kalan küçük burjuva çocuklarının yaşadıkları, psikiyatri kliniklerinde uygulanan elektroşoklarla dahi iyileşemeyen, çok derinlere işlemiş şoka dönüşmüştür onda. Dile getirdikleri, hep o karmaşanın izlerini taşır. Çünkü insan nerelere kaçarsa kaçsın, dip, doruk, kuytu, köşe, ne kadar uzaklara giderse gitsin, çocukluğunu da yanında götürür hep. Kökünden kaçıp başka bahçelerde açmaya çalışan dallar gibi, meyvelerin köklerine yenik düşmesi gibi Tezer Özlü de kendi özüyle, içiyle, dışarısıyla, yan bahçeyle, başkalarıyla, yaşamın içinde her ne varsa onlarla mücadelesinden yorgundur, yeniktir sanki. İçi başka dışı başka yaşamların ikileminden, çıkmazlarından, ruhuna uzak biçimlerden yılgındır. Yazılarından burnumuza gelen o küflü, kesif nem kokusu yalnızlığı hissettirir size. Yaşamın tek sigortasının, en güvenilir ve tek sözü verilmiş şeyin “Ölüm” olduğunu keşfeden birinin kaleminin boğaz yakan dumanıdır okuduklarınız.
Ya da yok olmaktan ölesiye korktuğu için kendisini, geçecek zamanlara işleyen bir kanaviçe işleyicisi gibi gergefe germiş de, siz o kanaviçenin nakışlanmış güzel tarafına bakarken, Tezer Özlü çoktan arkasındaki bağlanmış ibrişimlerin birbirlerine geçmiş karışık hallerini bilir gibi gelir size. Ve en son iğneyle de o, çoktan kandan güle dönmüştür zaten.
Yazmak onun için, ölümü hayal kırıklığına uğratmaktır. Camus’nün “Yaratmak iki kere yaşamaktır” deyişi gelir aklınıza. Ve her yaratmanın aynı zamanda aslında kendimizi yıkma, ruhumuzun taşlarını yerinden oynatma eylemi olduğunu bilerek okuruz Tezer Özlü’yü. “Aklımı ellerinizden kurtardım. Geçti. Ben gökyüzümün altında, topraklarımın üzerinde olacağım. Toprakların dümdüz ve sonsuz ufku boyunca sürekli gideceğim.” (Yaşamın Ucuna Yolculuk, s. 58)
Rilke, Camus, Goethe gibi nice yazar, şair dünyalarını okuma sevdasıyla birlikte, onun taşları daha küçücükken başlamıştır aslında yerinden oynamaya. Bütün bunlara bir de kentsoylu yetişen biri olarak hep taşralı ailelere gelin gitme çelişkileri de eklenince iyice karmaşıklaşan ruhu yerleşecek yer bulamamış gibidir yazıdan başka. Acelesi varmış ve tez elden ait olacağı yere, ölüme ulaşmak istercesine yaşadıklarını yazıp gitmeye soyunur ta en baştan. Çünkü bütün yaşadıklarını unutacağı tek yer orasıdır. “Uzun caddelerde yaşamı o kitapta olduğu gibi yoğun yaşayıp yaşayamadığımı düşündüm. Aşkı, duyguları, özlemleri? Yoksa ben yaşanan tüm olayların bir gözlemcisi, dünyanın, duyguların, özlemlerin, ülkelerin, alışkanlıkların bir seyircisi miyim?” (Eski Bahçe-Eski Sevgi, s.92)
Tüm bunlardan kurtulmanın sevmekten, sevgiyle bütünleşmekten ve yazmaktan geçtiğini düşünür. Başka silahı yoktur elinde yalnızlıkla baş etmek için. Dönemin Türkiye’sindeki karmaşa, kaos, devrim mücadelesinin dışında kalarak, içindeki devrimleriyle, ölüp ölüp dirilmeleriyle, sevip sevip ayrılmalarıyla ayakta kalabildiğini biliriz onu okudukça. Vicdanının en ince kristal parçalanmışlıklarını, paramparça oluşlarını yaşarken hem kendindeki hem dışındaki çarpışmalara yetişemez olduğunu anlarsınız. Oysaki o ince, narin ruh koşmak, insanoğlunun haksızlıklarını yok etmek, mutluluk ne ise onun için savaş vermek isterdi, içinizden hissedersiniz bunu. Kendisiyle öylesine bir harbe girmiştir ki, hep yaralı çıkıyordur sonunda, istediği gibi tam ölemeden.
Yazmak dışında tedavi yolu bulamadığını anlarsınız Tezer Özlü’yü okurken. Abartısız, sade bir şıklık içinde hep olduğu haliyle, kırık dökük yarımlıklarının yorgunluğuyla yazdığını da fark edersiniz. Sınıf çatışmalarının en canlı örneği olarak kendini anlatmasının gerekçesi budur gerçekte. Bütün bildiklerini unutup silebilseydi belki başka yazılar da yazabilirdi, kim bilir? Oysa silerken, insanın kendisinin de silineceğini hepimizden önce bilenlerdendi Tezer Özlü.
Hep bir yerlere gitmek üzerine kurulmuş bir saatin tik tak’larını işitirsiniz yazılarında. Gidince hafifleyecekmiş, o can sıkıcı kökünden kopabilecekmiş, her gördüğüne farklı, keskin gözlerle ve kırık kalple bakan Tezer Özlü başka yaşamlar tanıyabilecekmiş gibi.
Bazen de sadece duygulardan yaratılmış olduğunu düşünürsünüz onun, “Çevreyi tanımlamak değil, duygularla yaşamak gerekir.” cümlesini okuduğunuzda. (Yaşamın Ucuna Yolculuk, s.94)
Ölüme demirlenmiş bir teknede yaşadığını düşünürsünüz sadece. Geride bıraktıkları denize, yosuna, kuma karışmış izlerdir sadece tuza bulanmış. Hiçbir geminin bir kitap kadar sizi uzaklara götüremediğine bir kez daha şahit olursunuz onu okurken.
“Bir insan ne zaman ölür?” sorusuna Romalılar, eski bir taş yazıtta şöyle yanıt vermişler: “Onu en son anan insan öldüğü zaman”… Tezer Özlü’yü en son anan insan ne zaman ölür bilmiyorum ama hâlâ onu anlamaya çabaladığımızı ve unutmadığımızı bilsin istiyorum.
Belki de diyorum, yazdıklarıyla yaşamı yaşanılır kılan, yaşarken dostları olarak gördüğü, ölümü seçen yazarlarıyla, Kafka, Pavese ve Svevo ile birlikte yaşamın hiçliği üzerine koyu bir sohbete dalmışlardır o bilmediğimiz yerlerde. Çünkü yalnızlık, insan nerede olursa olsun kötüdür.