- PROLOG
Anwar’ın Turuncu İpi / Doğukan Özdil

Bu ufak tefek, güler yüzlü ihtiyarı kasap dükkanından almıştı Kaan. Döşlerin, ciğerlerin, butların sergilendiği camekanlı tezgâhın içinde bej pantolonu ve ekoseli gömleğiyle boylu boyunca uzanan yaşlı bir adam fikri ilginç de olsa hayır, onu satın almadı. Gece yarısına yakın yabancı bir numaradan gelen bir aramayla, Anwar’ın kendisini mahallenin kasap dükkanında beklediğini öğrenmiş, çıkıp oradan almıştı adamı.
Sırtındaki ufak çantayı kastederek, “Oldukça hafif seyahat ediyorsun anlaşılan,” dedi Kaan, birlikte eve yürürlerken. Adam güldü. “Çok kalmayacağımı umuyorum. Sana turizm için geldiğimi söylemiştim ama ne turizmi olduğunu söylemedim. Burada doktor randevum var. Sağlık turizmi yani.”
Eve girince kiracısına odasını gösterdi.
“Burası da banyo. Burası mutfak. Tabaklar şurada, tencere tava burada. Şimdi açsan eğer, biraz yemek yapmıştım.”
“Yo, yo. Sandviçim var, teşekkürler. Kaldığım süre boyunca ocağı ve banyoyu kullanabilirim. Emin ol en fazla iki kere duş alacağım. Sadece iki duş. Bir de yumurta, sebze falan haşlamak için ocak. Eğer suyu ya da gazı çok fazla kullanırsam sana parasını öderim.”
“Gerek yok, Anwar.” dedi. Adamın güler yüzü ve olumlu enerjisine ayak uydurmaya çalışıyordu bir yandan. “Her şey kiraya dahil. Bak, buzdolabının bu rafını sana ayırdım.”
“Teşekkürler. Teşekkürler. Gerçekten, bir şeyi fazla kullanırsam beni uyar. Sana parasını öderim.”
“Anwar, gerçekten gerek yok. Bir sorun olursa ben odamdayım. Seslenebilirsin.”
Mutfak kapısında dikilen Anwar, yol verdiği iyice anlaşılsın ister gibi vurgulu adımlarla kenara çekildi.
“Irak’ı yağmaladılar.” diye dertleniyordu Anwar, mutfakta haşlanmış yumurtasını yerken. “Avrupa, doğudan çok güzel görünüyor ama öyle değil gerçekte. Burada insanlar ne kadar kibar. Dün akşam adresini bulamamıştım. SIM kartım olmadığı için seni arayamadım da. Yol üstünde sora sora kasap dükkânına kadar geldim. Kime sorduysam çok yardımcı oldu. Daha önce de birkaç kişiye seni arattım ama ulaşamadık. İngiltere böyle değil.”
“Adam, o kadar yolu geldikten sonra kâğıt parçasına yazdığı adresim ve telefon numaramla beni bulmaya çalışmış,” diye düşündü Kaan. “Hiç mi korkmadı? Aratıp ulaşamadığında mesela. Evinden bilmem kaç bin kilometre uzakta, yetmiş yaşında bir adam, sorumsuz bir ev sahibi tarafından sokakta bırakılmaktan korkmaz mı? Onunla kasapta buluştuğumda ne kadar neşeliydi!”
“Şu senin doktor randevusu. Eğer özel değilse, ne için?”
Anwar’ın yüzü ciddileşti. Onun gibi güleç insanlar ciddileştiklerinde, bir katman soyunmaya hazırlandıkları çok net anlaşılıyor.
“Kardiyolog. Kalbimde bir sorun var. İngiltere’de, kalp kapakçığımın değişmesi gerektiğini söylediler. Ameliyat oldum. Orası dışardan güzel görünüyor ama değil, biliyor musun? Ameliyat öncesi beklerken iki hemşirenin başka bir hastayı nasıl ittiklerini gördüm. Kadın ne istiyordu bilmiyorum ama onu itip kakarak sandalyesine oturttular. O an kaçmak istedim. Bana da öyle davranabilirlerdi. Ama kaçamadım tabii. Orada doktorlar çok kötü. Hepsi öğrenci. Eğitim almaları gerektiğini anlıyorum ama böyle ciddi şeylere tecrübeli biri bakamaz mı? Onlar özel hastanelerde zenginlere bakıyorlar. Neyse, ameliyattan sonra sorunlarım devam etti. Dört farklı doktorla konuştum. Hepsi farklı bir şey söyledi. Kapakçığım hala sızdırıyormuş. Damarımda da delik buldular. Ameliyattan önce yoktu bu. Bir doktor bir tane dedi delik için, başkası iki tane. Şimdi sorunumun tam olarak ne olduğunu bile bilmiyorum. Peki Allah aşkına, ben o kadar acıya niye katlandım o zaman.”
Ellerini, cevabını sadece Allah’ın verebileceği bir soru sorar gibi havaya kaldırdı.
“Her neyse, bazı Avrupalıların Türkiye ve başka Ortadoğu ülkelerinde başarılı kalp operasyonları geçirdiklerini duydum. İyi bir doktora muayene olmak için buraya geldim.”
Adres kağıdına hastanenin adını ve adresini de yazmıştı. Ev sahibine gösterdi.
“Bu gerçekten de iyi bir hastane Anwar.”
“Bu arada, ben dönüş biletimi henüz almadım. Doktordan sonra, iyi hissedersem İstanbul’u gezmek isteyebilirim. Eğer kalırsam, rezervasyonumu uzatabilir miyim? Ama istemezsen hemen dönebilirim. Gerçekten, sorun olmaz. Ah, teşekkürler. Ama sorun olacaksa... Tamam, teşekkürler. Teşekkürler.
İngilizceyi harika konuşan Anwar’la ilk karşılaştığımda şaşkınlıkla karışık bir sevinç uyanmıştı içinde. İsmi Türk isimlerinin deforme edilmiş haline benzeyen başka kiracıları olmuştu daha önce. Merak ve hayranlık uyandırıcı kimseler değillerdi. Anwar ise sanki, keyifli bir adamdı. Bir kere, yetmiş yaşında olup bu kadar zayıf olabilen herkes zaten fazlaca karizma puanına sahipti Kaan için. Üstüne bir de enerjisi eklenince, “Bu nasıl Anwar!” diye geçirmişti içinden.
Onun o ürkek halini görüp üzücü hikayesini öğrenince -kendine itiraf etmektense ölmeyi tercih edeceği şekilde- hayal kırıklığı duydu. Sanki Anwar İngiltere’den İstanbul’a onun beklentilerini karşılamak için gelmiş ama görevini yerine getirmemiş gibi.
Sonraki akşam banyo lavabosunun suyu çok uzun süre akmaya devam edince, Kaan neler olduğunu görmek için odasından çıktı. Banyo kapısı açıktı. Neyle karşılaşacağını bilmediğinden ve Anwar’ı gücendirmekten korktuğu için, banyonun önünden geçerken gözlerini dümdüz önüne, koridora dikmişti. Gözünün ucuyla bir fikir sahibi olabilmeyi umuyordu. İlk geçişinde lavabonun önünde dikilen adamı görünce biraz rahatladı. Hiç susamadığı halde mutfağa girip su içtikten sonra aynı hayali at gözlükleriyle odasına dönüyordu ki banyo kapısından çıkan Anwar’la karşılaştı.
“Selam Anwar. Her şey yolunda mı?”
“Evet. Bir tane tişörtüm var yanımda. Onu yıkadım. Sorun olmaz değil mi?”
“Hayır olmaz. Endişelenme. İstersen çamaşır makinesini kullanabilirsin.”
“Hiç gerek yok. Sadece bir tişörtüm var. Ama sorun olacaksa...”
“Anwar’ın yanında üstündeki kıyafetlerden başka bir tane tişörtü varmış. Belki bir iki iç çamaşırı da getirmiştir. Gerçekten hafif seyahat ediyor,” diye düşünürken bol paçalı bej pantolonunun beli dikkatini çekti. Düğmenin sağ ve solundaki iki kemer deliğini bir kemer değil, turuncu bir ip parçası birbirine tutturuyordu.
Ertesi akşam işten döndüğünde yorgundu ve susamıştı Kaan. Evde ışık yoktu. Anwar’ın o gün doktor randevusu olduğunu biliyordu. Şaşırdı o saate kadar dönmemiş olmasına. Karanlığın içinde koridor ışığını bulup açtı. “Doktordan sonra eğer iyi hissedersem,” demişti. “E iyi bari. Gerçi sonuçların o kadar da iyi olacağını sanmıyorum. Yine de doğru olduğundan emin olduğu kötü bir cevap almak insana belirsizlikten daha iyi gelebiliyor. Dolaş bakalım Anwar!”
Çantasını yatağının üstüne atıp büyük bir bardak su için mutfağa yönelmişken turuncu ipi düşünüyordu. Kemer alamayacak kadar yoksul olma ihtimali yoktu Anwar’ın. Böyle bir yoksulluk seviyesi olabilir miydi? Irak ya da Suriye’de belki, ama İngiltere’de? Bazı yaşlıların tuhaf alışkanlıkları olurdu. Arkasına gerekli numaraları yazdığı bir kâğıt parçası yapıştırılmış tuşlu telefon kullanmak gibi. Her zaman parasızlıktan değildir bu. Bazen yaşlılık inadıdır. Gençlere, teknolojiye ne kadar bağımlı olduklarını anlatırken vicdanının kuş gibi özgür olabilmesi içindir. Anwar da yaşlıydı. İngiltere’de yaşıyor olsa da (Sahi kaç senedir orada yaşıyordu?) özünde bizim coğrafyanın yaşlısıydı.
Mutfağın ışığını açtığında onu ocağın önünde buldu. Haşladığı yumurtanın kabuğunu çaydanlığın kenarına vurarak kırmaya çalışıyordu Anwar. Sessiz olduğu kadar etkisiz bir yönteme benziyordu bu. Sessiz ve karanlıkta. Yokmuş gibi. Ev sahibini görünce ifadesiz yüzüne bir gülümseme kondurup selam verdi.
“Selam Anwar. Evde olduğunu fark etmemiştim.”
Salatalık, domates ve haşlanmış yumurtadan oluşan akşam yemeğini yerken sonuçların iyi olmadığını açıkladı yaşlı adam. Bunu yaparken ellerini, muhatabının bakış açısına göre “kader” ya da “Bu ne biçim iş!” anlamına gelecek şekilde hareket ettiriyordu. Kaan ona kaderi yakıştırıp daha fazla soru sormadı.
“Paramın çoğunu da aldılar, biliyor musun? Muayene düşündüğümden daha pahalıydı. Para biriktirmiştim bu gezi için.”
O akşam ev sahibi ona özel hayatıyla ilgili sorular sorma cesaretini kendinde bulabildi. Uzun uzun anlattı Anwar. Hiç evlenmemişti ve çocuğu yoktu. Onu, koca bir hayat yaşayıp hikayesini paylaşacak kimseye sahip olmadığını düşünerek dinledi ev sahibi. Bir saatliğine saygılı bir evlat rolüne bürünerek. Ona karşı işlediği duygusal günahın, hayal kırıklığının, kefaretini ödemek için.
Otuz senedir İngiltere’deydi Anwar. Kırk yaşındayken İran’dan oraya göçmüştü. Saddam’ın iktidara gelmesini izleyen yıllarda, ona karşı çalışan yasadışı bir örgüte girmiş Irak’ta. Yakalanıp İran’a kaçmak zorunda kaldığında yirmi sekiz yaşındaymış. Bunu öğrenmek vicdanını bir nebze rahatlattı Kaan’ın. Yoksul ve yalnız yaşlıların, bunun biraz da kendilerinin suçu olduğunu düşünebilmek büyük nimetti. Sebepli acı, sebepsiz acıdan evlaydı.
Anwar çocukluğundan bir hikayeyle sanki günah çıkardı: “Baas Parti’sinin iktidara geldiği günlerdi. Bir yöneticiyi yaşadığım şehre yolladılar. O dönem üç büyük eksiği vardı şehrimizin: Musluk suyu, elektrik ve asfalt yol. Bunları talep ettik. Birkaç gün içinde çalışmalar başlamıştı. Eskiden Irak petrolün faydasını görürdü, biliyor musun? Zengindi. Bütün Ortadoğu ülkelerinden milyonlarca insan oraya göçerdi. Güzel bir hayat imkânı sunardı insanlara. Hem kendi vatandaşlarına hem başkalarına. Yağmalıyorlar şimdi. Ben hem bitki hastalıkları hem de entomoloji dalında iki üniversite okudum Irak’ta. Oralar çok sıcak. Akrepler, yılanlar, böcekler... Ekinleri, ağaçları hasta eden bir sürü şey var. İngiltere’ye gittiğimde benim mesleğime ihtiyaç olmadığını gördüm. Hava hep soğuk, böyle sorunlar yok orada.”
Bileğinin dış kısmındaki silinmeye yüz tutmuş dövmeyi sorunca güldü. “Bilmiyorum,” dedi. “Ben çocukken biri yapmıştı. Kimin yaptığını ve anlamını hatırlamıyorum.” Gözleri daldı. Bir saat kadar konuştular. Ders dinler gibi ilgilendi Anwar’ın hikayesiyle Kaan. Bir insanın hikayesiydi bu. Belki, bir başkasına aktaracak kadar önemseyen bir dinleyicisi hiç olmamış bir hikâye. Bir, hiç âşık olup olmadığını, bir de turuncu ipi sormaya cesaret edemedi.
Bir an sustular sonra. Ev sahibi ona bir kemer hediye etmeyi, Anwar ise daha ne kadar zaman yaşayacağını düşündü.
“İstanbul’u gezmeyi düşünüyor musun yarın?”
“Moralim bozuk doğrusu. Yarın da böyle hissedersem büyük ihtimalle evde olurum. Sonrası,” işaret parmağıyla gökyüzünü işaret edip, belli belirsiz “Allah,” diye mırıldandı.
Kaan ertesi sabah iş için erkenden uyandığında Anwar’ı, kapısı açık odasında sandalyeye oturmuş halde buldu. Uyuduğu zamanlar dışında kapısını örtmüyordu Anwar. Odanın anahtarını daha ilk akşam “buna ihtiyacım yok” diyerek iade etmişti. Bunu bir teslimiyet mesajı olarak yorumladı sonradan ev sahibi. Adam bulunduğu yere sığamayan ama gidecek bir yeri de olmayan biri gibiydi. Bu yüzden belki, kendi gitmek yerine zihnini göndermişti başka bir yere. Kaan’ı fark etmedi.
“Günaydın Anwar.”
“Günaydın.” Derin bir dalgınlıktan çıktı yaşlı adam. O gün İstanbul, belli ki Sultanahmet’in tarihi yapılarına, Eminönü’nde çuvallar içindeki envai çeşit kokulu baharatlarına, vapurlara eşlik eden martılarına merakla bakacak bir çift mahzun gözden mahrum kalacaktı.
Kaan iş çıkışında yakındaki bir mağazadan kahverengi bir kemer aldı. Eve dönerken yapmak istediği şeyin hassasiyeti üzerine aklını netleştirmeye çalışıyordu. Sanki kemeri ona vermek, bir uçurumun üzerine gerilmiş ince bir ipti ve o, aşağı düşmemek için çok dikkatli olmalıydı.
“Burada kötü bir haber aldın, biliyorum. İstanbul’a ziyaretini sadece kötü tarafıyla hatırlamamanı istemem. Seninle tanışmaktan mutluluk duydum. Bu yüzden sana bir teşekkür hediyesi vermek istiyorum. Yetmiş yaşına gelebilirsem eğer, senin gibi güçlü ve kibar bir insan olarak gelmeyi isterim.” Aklında bunları söylemek vardı. Otobüsten inmiş yürürken, belki soğuk havanın uyandırıcı etkisi sayesinde, bunun iyi bir fikir olmayabileceğini hemen fark etti. “Anwar, belli ki kötü bir hayat yaşamışsın ve şimdi de kalbinde iki delik var. Daha ne kadar yaşarsın bilmem ama bu süre boyunca beline turuncu bir ip değil, doğru düzgün bir kemer tak hiç değilse.” Kaan böyle düşünmüyordu tabii ama Anwar’ın ruh halini kestirmek imkansızdı. Hayattan rüşvet alanlardan değildi, insan davranışlarının güzel yanını görme yükümlülüğü yoktu.
Ev yine ışıksızdı. Mutfağa baktı ama orada değildi Anwar. Masanın üstünde, bir yemek tabağının içinde beş tane yumurta duruyordu. Odasına geçti. Soyunup dökündü. Anwar’ın kapısı kapalıydı. Uyuyor olmalıydı. Saat daha erkendi oysa. “Belki bugün İstanbul’u görmeye çıktı,” diye düşündü. “Ve geldiğinde yorgundu.” Anwar’ın ayakkabılarının her zaman durduğu yerde olmadığını fark ettiğinde saat on bire geliyordu. On dedi mi yatan birinin bu saatte dışarda olması rahatlatıcı bir düşünce değildi. Semte gelen otobüsü ve duraktan buraya yürüyerek nasıl geleceğini biliyordu Anwar. Yine de ona telefonla ulaşma imkanının olmaması yüzünden kaygılandı.
Yabancı bir ülkede kimsesizlik duygusunun etkisiyle, İstanbulluların yardımseverliği ve kibarlığını övmek zorunda hissetmiş olabilirdi. Kaan ise İstanbul’un, Türkçe bilmeyen, temiz kalpli bir ihtiyar için her zaman övgüye layık bir yer olmadığının bilincindeydi. Anwar’ın odasına yollanıp kapısını önce hafifçe, cevap gelmeyince sertçe çaldı. Sonra adını seslendi kiracısının. Bir daha tıklattı kapıyı. İçerde olduğunu öğrenme isteği, onu uykusundan uyandırıp yok yere telaşlandırma korkusundan ağır basıyordu.
Kapıyı usulca aralayıp içeriyi görmeye çalıştı. “Anwar,” dedi yüksek bir fısıltıyla. Kapıyı iyice açınca koridorun ışığı belli belirsiz aydınlattı odayı. Kiracı odasında değil gibiydi. Işığı açtı. Anwar gerçekten de yoktu. Olmayan tek şey adamın kendisi değil eşyalarıydı da aynı zamanda. Her zaman yatağının üstünde duran küçük, beyaz çantası yoktu. Yatak kenarındaki sehpanın üzerinde duran, folyoya sarılı diş fırçası, çalışma masasının üstündeki sabun paketi, içinde ekmek, soğan, salatalık falan olan kâse, alışveriş poşetleri, yoktular. Yatak toplu, çöp kovası boştu. Masanın üstünde bir not buldu Kaan. Şöyle yazıyordu üzerinde:
Seni arayamadım. Bu gece İngiltere’ye dönüyorum. Moralim çok bozuk. Güzel şehrinizi gezemeyecek olduktan sonra burada kalmanın bir anlamı yok. Ayrıca evimde olmak için şiddetli bir istek duyuyorum. Bazı şeyleri sindirmem lazım. Bunu burada yapabileceğimi sanmıyorum. Umarım habersiz gidişim seni kızdırmaz. Anahtarı buraya bırakıyorum. Kibarlığın için müteşekkirim. Hayatta bol şans.
Anwar
Kaan ertesi gün odanın temizliğini yaparken, Anwar’ın unutmuş olabileceği bir şeyler görebilmek için her zamankinden daha dikkatliydi. Altını paspaslamak için yatağı çektiğinde, çarşafı, yastık kılıfını toplarken, gardırobu silerken; içten içe hep turuncu bir ip bulmayı umuyordu.
Belki Anwar, dışarı çıktığı bir ara kendine kemer almıştı. Turuncu ip kısa süreli bir önlemdi sadece. “Birazdan atarım çöpe,” deyip bir kenara koymuştu ipi. Sonra unuttu. Düşüp bir köşede kaybolduğundaysa, aklından tamamen çıktı.
İpi bulamadı. Onu bulmak istediğini kendine dürüstçe söyleyememişti zaten. Bulsa bile ne yapacağını bilemezdi onunla. Oysa ruhu, adını koyamadığı bir ihtiyaç duyuyordu. Hayal kırıklığına uğramadığını kanıtlama şansı verecek, somut bir nişaneye ihtiyaç. İpi bulsa, “Anwar bak,” diyecekti tekrar karşılaştıklarında. “Senin turuncu ipini yıllardır saklıyorum! Ona her baktığımda metanetini ve güler yüzünü hatırlıyorum dostum. Benim için işte bu kadar değerlisin. Sakın sana acıdığımı düşünme.”