- SEZA ÖZDEMİR
Arafta kalmayı seçmek ve düşündürdükleri…

Arafta yaşayan bir çağdan bakarak, arafta olmayı gönüllü seçmiş bir yazarı anlamaya çalışmak, dahası anlatabilmek için bir kitap verildi elime geçenlerde. Demir Özlü’nün “Paris Günleri” adlı kitabıydı bu.
Önceden roman ve öyküleriyle tanıdığım Özlü’yü, Fransa’da geçirdiği günlerde tuttuğu güncesinden de tanımaya çalışmak farklı bir çabayı da beraberinde getiriyor. Hele ki anlatmaya çalışmak… Çünkü işin ucu, bugün edebiyatta yarım yüzyılı geride bırakmış bir kuşağın bilinçli yolculuğuna varıyor. Bu yolculuğa bugünden, bugünün kuşağının gözünden bakmak ise başlı başına bir tartışma... Yine de söze önce kitaptan başlayalım…
Paris Güncesi ve şiirsel anlatılar
Paris Günleri adlı kitap, Demir Özlü’nün 1961-1962 arasında Paris’te geçirdiği günlerde tuttuğu günce ve 1997’de yayımlanan Balkur’da Akşam Yemeği adlı düzyazı-şiirlerinin bir araya getirilmesinden oluşuyor. Yapı Kredi Yayınları’nın Şubat 2017’de okurla buluşturduğu kitap; genç bir yazarın edebiyat, felsefe, hayat, ilişkiler, Paris ve yer yer kendi ülkesi hakkındaki düşüncelerini, duygularını gösteren adeta iki yüze sahip bir ayna. Bu aynanın bir yanı günce biçiminde; diğer yanı ise düzyazı biçiminde, şiirsel anlatılardan oluşuyor. Ama kitabı bitirdiğinizde aslında benzer hesaplaşmaların, yüzleşmelerin, sanrı ya da gerçekliklerin farklı biçimlerde tekrar kaleme alındığını duyumsuyorsunuz.
Ülkeyi terk ediş ve yalnızlık
27 Mayıs’ın ertesinde yapılan ilk seçimlerden sonra ülkesini terk ederek kendi deyimiyle “gönüllü sürgün” bir yaşama geçen Demir Özlü, kitabın Paris Güncesi (1961-62) bölümünde orada yaşadığı ve duyumsadığı kent ve kültürden bahsediyor. (Bu iki unsurun Özlü’nün roman ve öykülerinde de belirleyici iki unsur olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle Bir İstanbul Büyüsü, Bir Beyoğlu Düşü, Stockholm Öyküleri’nde kentin adeta ayrı bir kahraman olarak canlandığını hissedebilirsiniz.)
Güncenin satırları arasında bir yandan Ferit Edgü, Güner Sümer, Yüksel Arslan, Tarık Zafer Tunaya gibi isimlerle karşılaşıyorsunuz. Özlü’nün onlarla Paris ‘kahve’lerindeki paylaşımlarını görüyorsunuz. Diğer yandan Özlü’nün orada bilinçli bir yalnızlıkla kurduğu kendine özgü dünyasıyla tanışıyorsunuz. Bu ‘bilinçli yalnızlık’ı hem Batılı klasik yazarlar hem de dönemin Avrupası’nda tartışma yaratan düşünürlerin kitaplarıyla kurduğunu anlıyorsunuz. Öyle ki Nietzsche’den Camus’ye, Heidegger’den Rilke’ye, Balzac ve Stendhal’den Sartre’a kadar pek çok yazar ve düşünürü okuma deneyimini kendi düşünceleriyle ve hayata bakış açısıyla tahlil ederek paylaşıyor, kimi zaman şüpheye düşüyor kimi zamansa eleştiriyor. Bunlar, aynı zamanda bir yazarın intihar düşüncesinden bireysel ve toplumsal varoluşa, cinsellikten yazma eylemine değin çok çeşitli alanlarda yaptığı içsel sorgulamayı barındırıyor.
Kitapta aynı zamanda bir okur olarak Paris sokaklarını keşfe çıkıyor; binalarında, ‘kahve’lerinde, otel odalarında, kulüplerinde dolaşıyor; bir kentin insan ruhunda uyandırdıklarına tanık oluyorsunuz. Oradaki ilişkilere oraya Türkiye’den gitmiş ve Avrupa kültürünü deneyimlemeye çalışan bir yazarın gözüyle bakıyorsunuz: “Geniş kahve. Seine Nehri aşağıda, çukurda. Karşı kıyı aşağıdaki Seine kıyısından yükseliyor. Gökyüzü açık. Karşı kıyıda yükselen kara parçası gökyüzünün derin boşluğunu daha bir çekici kılıyor. Bu da insanın içine bir ferahlık veriyor sanki. Ey, düşlerin Paris’i. Senin içinde olmak, yalnız olmak ne güzel. […]Ağaçlar, nehir, yapıların mimarisi değil sadece, eski, birikmiş, görünmeyen kültür de değil, çalışan insanlar… Onların mutluluğu boşalmış mahallelere vuruyor. […] Dünya ile hesaplaşan bir yığın insan, seven, nefret eden, umutsuzluğa kapılan, mutlu olan… Yazmak büyük kavramlarla boğuşmaktır: Sonsuzlukla, varlıkla, varoluşla, tarihle, dünyayla…”
Bireysel sorgulamalar
Yukarıdaki satırlar, genel olarak Özlü’nün o yıllarda varoluşsal arayışa ne kadar bilerek ve isteyerek çıktığının da bir yansıması gibi. Yazar; Türkiye’de yozlaşan bir kültürün içinde yaşadığı ‘bunaltı’ sonrasında, Paris’te kendi duygularıyla buluşmak istediğini söylüyor; her şeyden sıyrılarak bir tür ‘boşluk’ta kendini tanımaya giriştiğini anlatıyor. Üstelik bu arayışın güçlü ve zayıf yanlarını da oldukça samimi bir açıklık ile sözcüklere döküyor. Bunu yaparken de ne bireyselliği yüceltiyor ne de yeriyor; olabildiğince yalın kalarak sorguluyor: Çağını, siyaseti, kültürü, toplumu ve insanı, ilişkileri, kadına ve cinselliğe bakışı, yazma eylemini, intihar düşüncesini, hiçliği, boşluğu… Özlü, o dönemdeki bu çabasını yıllar sonra bu günceye yazdığı Sunu’da şöyle değerlendiriyor: “Kendi varlığım karşısında duyduğum gençlik nihilizminin yaşadıkça başka kanallara aktığını, durgunlaştığını, ruhumun acelecilikten kurtulduğunu söylemeliyim. Ama içe dönük bu nihilizmi yaşarken de seviyordum hayatı.”(s. 11)
Sadece ‘küçük burjuva edebiyatı’ mı?
Bir yazarı anlamaya çalışmak aynı zamanda onu yazmaya iten döneme ve koşullara da bakmayı gerektirir. Öncelikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki 15 yıllık süreçte ilk öykülerini ortaya koyan bir kuşak var karşımızda: 1950 Kuşağı… İkinci paylaşım savaşının sonuçlarının insani ve toplumsal açılardan yarattığı bunalım, dönemin Avrupası’nın düşünsel ve sanatsal dünyasına yansıdığı kadar çevirilerle Türk kültür hayatına da yansır. O dönemde savaşı kıyısından takip eden Türkiye özelinde ise dışta Amerika, Avrupa ve NATO ile ilişkiler; içte ise demokrasi, özgürlük, kentleşme ve modernleşme sancıları başlamıştır.
Tam da böylesi bir atmosferde edebiyatta, özellikle de öyküde iki farklı ana damardan beslenen bir gelişim görülür. Bir yanda toplumsal gerçeği olay örgüleriyle yansıtan Sabahattin Âli’den etkilenen ‘toplumcu gerçekçiler’, diğer yanda hayatı bireyin gözünden ve durum öyküleri yaratarak aktaran Sait Faik’ten etkilenen 1950 kuşağı…
“Kabuğunu Kıran Hikâye/Türk Öykücülüğünde 1950 Kuşağı” adlı çalışmasında ayrıntılı biçimde inceleyen Jale Özata Dirlikyapan bir röportajında bu kuşağı şöyle tarif eder: “Batı edebiyatından çevrilen modernist yapıtları okuyan, Batılı öyküleme anlayışından etkilenen bu genç yazarlar ‘birey’in peşine düşmüşler aslında. O tek insan neyi nasıl düşünür? İçinde hangi karanlık dehlizleri, korkuları, kötülükleri barındırır? Bazıları hayli acımasız olan toplumsal kurallar içinde nasıl ayakta kalır ya da nasıl dibe vurur? Bu sorulara yanıt vermek için de o tek kişinin içinden geçenlere odaklanmak, bilincine yanaşmak gerekecektir.”1 Ferit Edgü, Orhan Duru, Yusuf Atılgan, Bilge Karasu, Leyla Erbil, Onat Kutlar, Adnan Özyalçıner gibi isimlerin yer aldığı bu kuşağın varoluşçu kalemlerinin başında da Demir Özlü gelir.
Arafta yaşanan bir hayat
Özlü, Paris Sorbonne’da felsefe okuduktan sonra Türkiye’ye döner ve burada yaşamaya başlar, taa ki 1979’a kadar… Yazdıkları ve katıldığı toplantılar nedeniyle 12 Mart darbesi sonrasında bir süre hapis yatar. Dönemin çalkantılı olayları herkes gibi onu da etkiler ve bir tercih yapar, İsveç’e gider. 1986’da vatandaşlıktan çıkarılmasıyla gönüllü seçtiği ‘sürgün’ hayatı resmiyete dökülür. Gençliğindeki varoluşsal sorgulamalar yerine bu kez “yabancı” ve “yalnız” olmanın sıkıntılarıyla ve geldiği yere özlemle yüzleşmek gündemindedir. Bu dönemlerine Berlin’de Sanrı, Stockholm Öyküleri, Bir Beyoğlu Düşü gibi yapıtlarından bakılabilir. Buna yine bilinçli yapılmış bir “yalnızlık” ya da diğer bir adıyla “arafta olma” tercihi diyebiliriz.
Özlü bu tercihini Feridun Andaç’la yaptığı bir röportajda şöyle dile getirir: “Bütün güvencelerimi bırakarak gittim. Cavit Orhan Tütengil’in öldürülmesinden sonra gittim. Melek gibi bir insandı. Öldürüyorlar ve katili yakalanmıyor. […] Ümit Kaftancıoğlu’nu da ondan üç ay sonra öldürdüler. […] Can güvenliğini sağlamıyorsa bir devlet, insanlarına milyonlarca dolarlık gelir temin etsin işe yaramaz.”2 Yazarın bu sözleri üzerine tam da saydığı isimler gibi direnmeyi neden seçmediğini merak edebilirsiniz, onun da yanıtı yine kendi sözlerinde: “Siyasal bilinç açısından kimse eylemde bulunmak zorunda değildir. Ama ne olup bittiğini bilmelidir.”3
Bu bakış açısı, bugünün okuruna hem uzak hem yabancı! Uzak çünkü gerçeklikte ya da sanal dünyada “eylem”den uzak duramadığımız bir çağda sürekli, bilinçsiz de olsa bir hareket halindeyiz. Yabancı çünkü kapitalist üretim süreçlerinin içinde bugün artık “birey”selliğimizden ya da “toplum”sallığımızdan ziyade birer “tüketici nesne” olmaya zorlanıyor, akıllı teknolojinin sunduğu “hap bilgi” ile yetiniyoruz. Sanat ya da edebiyatın yeni isimleri de bu düzene ayak uydurarak reklamların sadece birer nesnesi olmaktan öteye geçemiyorlar. İster bireyselliği ister toplumculuğu savunsun, bilgiye ve fikre dayanan bir aydın tavrı ya da sorgulaması görebilmek ise oldukça zor. Üstelik bu sadece Türkiye için değil, bazen dünya için de geçerli olabiliyor.
Bu nedenle İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupası’na göç eden, bilinçli bir iç hesaplaşma yaşamış, entelektüel, varoluşçu yazarın bireysel sorgulamalarına kulak vermek farklı bir gözle dünyaya bakmak demek olabilir. Belki kuşaklar arasından bir köprü kurup bugünün yabancılaşmalarını sorgulamaya başlarsınız. En azından nesneleşme ve insan kalabilmenin arafında sürüklenen bir 21. yüzyıl insanı olarak gönüllü ve bilinçli bir “arafta olma” halini dinleyebilirsiniz.
1 Mustafa Aldı, Hece Öykü Dergisi, sayı: 40, Ağustos-Eylül 2010.
2 Feridun Andaç, Söz Uçar Yazı Kalır, 2. Bölüm, Can Yayınları, 2002, sf.210.
3 a.g.e., sf. 219.

Paris Günleri
Demir Özlü
YKY, 2017, sf. 107