- ARZU ALKAN ATEŞ
Masalsı Kentler 2 - Uçarı Delikanlı Sitges

UÇARI DELİKANLI SİTGES
İspanya’nın Katalonya bölgesinde yer alan Sitges’te bir öğleden sonra geçirme fırsatım oldu. Sitges, Barselona’ya çok yakın, bir sahil kasabasıydı. Akdeniz’in kıyısındaki bu küçük ve sevimli kasabanın sokakları, evleri, dükkânları da Ortaçağ’dan kalmış gibiydi. Sitges’i düşündüğümde zihnimde sesler uğulduyor. Sesler, kahkahalar, ünlemler ve inanılmaz bir kalabalık kalmış aklımda. Bir festival mi, dini bayram mı, ne olduğunu anlayamadığım bir gün kutlanıyordu. Sokaklarda, publarda, lokantalarda, kafelerde şakalaşan, içen eğlenen gençlerin arasında avare dolaştım. Ne için olduğunu anlamadığım bu kutlamaya dahil oldum. Ürkmedim desem yalan olur. Alkolün su gibi tüketildiği bu kutlamanın sonu nereye varacak diye merak ettim. Hiçbir taşkınlık olmadı. İkindiye doğru kalabalık azaldı. Sanırım insanlar evlerine, otel odalarına çekildiler. Ya da deniz kıyısına indiler. Yerler bira kutularıyla doluydu. Yemek için bir lokantaya girdim. Çıktığımda sokakların tertemiz olduğunu gördüm. Temizlik çalışanlarının hızına hayran kaldım. Sitges’e insanlar eğlenmeye, denize girmeye, dinlenmeye dahası durmaya geliyorlar. Müthiş bir sahili var. Bizdeki gibi oteller tarafından işgal edilmemiş. Oteller yolun karşı tarafında. Yine bizdeki gibi gösterişli ve çok katlı oteller değil bunlar. Sitges’in tarihi dokusunu koruyan binalar yapılmış. Sahilde yüzüyor, güneşleniyor, bisiklet sürüyor, çeşitli sportif aktiviteler yapıyor tatilciler. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Gaylerin ve lezbiyenlerin en önemli tatil rotalarından biriymiş Sitges.
Ünlü Katalon ressam Santiogo Rusinal, yazları Sitges’te yaşamaya başladıktan sonra Sitges’in resimlerini yapmış. Ve kasaba bu sayede ünlenmiş. Sitges’te her gün; bir bayram, festival gibi yaşanıyor. Uçarı bir delikanlı Sitges! Hayattan kâm almayı biliyor. Masalsı sokaklarından, evlerinden, dükkânlarından yüzyılların neşesi taşıyor. Sanırım Sitges’te beni en çok etkileyen bu neşe oldu. Bir taraftan da zaman treninin son durağıydı sanki. Zamanın akışını yavaşlatmak isteyenler, Sitges’te trenden iniyorlardı. Bu durakta kısa da olsa mola vermek, sokaklarında gölgemi dolaştırmak çok iyi geldi bana. Ayrıca birçok festivale de ev sahipliği yapıyor bu küçük kasaba. Sitges İnterotional Film Festival’i, Sitges Karnavalı, Tiyatro Festivali, Vintaje ve Gay Geçit Töreni sadece bunlardan bazıları. Bu festivaller, karnavallar Sitges’in neşesine neşe katıyor.
HÜZÜNLÜ KRALİÇE GRANADA
“Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı… / Şevk akşamında gül üç defa kırmızı…” Yahya Kemal’in ölümsüz dizeleri dudaklarımda, Münir Nurettin Selçuk’tan defalarca dinlediğim şiirin bestesi kulaklarımda akşama doğru vardım Granada’ya. Tepelerin arkasında kaybolmakta olan güneşin som ışıkları, beyaz badanalı evlerin yüzlerine bir hüzün şiiri yazıyordu. Binbir Gece Masalları’nın sayfalarını çevirdim zihnimde. Granada, Endülüs’te gördüğüm en güzel şehirdi. İspanyol Emevilerine uzun süre başkentlik yapan şehirde Arap mimarisi hâkimdi. Uçsuz bucaksız çölden geçip de vardığım bir vaha zannettim Granada’yı. Halkı sürülmüş bir şehrin hüznü müydü, bilmiyorum ama Granada’da gördüklerim başka türlü etkiledi beni. Endülüs’te, 1492 yılında Sevilla ve Cordoba’dan sonra Granada da düşmüş. Granadalılar sürülmüş. Böylece İspanya topraklarında Arapların macerası sona ermiş. Müslümanların son kalesi Granada, hüzünlü bir senfoniyi hatırlattı bana. Luciano Pavarotti’den Granada şarkısını dinlerseniz, Granada’nın hüznünü hissedebilirsiniz.
Granada’nın sokaklarında dolaşırken şehrin çok iyi korunduğunu fark ettim. Halkını kovsalar da şehri olduğu gibi muhafaza etmiş İspanyollar. Bir zamanlar Müslüman mahallesi olan Albaicini Arap mimarisinin güzel bir örneğiydi. El Hamra Sarayı’nın tam karşısındaki mahalle, sarayın şatafatına karşı alabildiğine mütevazıydı. Sanki yönetenlerle yönetilenler arasındaki farkın göstergesiydi. Arnavut kaldırımlı dar ve dolambaçlı sokaklarından, bahçeli ve beyaz badanalı geleneksel evlerinin arasından geçtim. İspanyollar keyiflerince kurulmuşlar bu evlere. Sokaklarda turist kalabalığı. Evlerin kapıları kapalı. Arap kültürünün söylenceleri yaşıyor sanki ev içlerinde. Geçip gittim artık söylence üretmeyen sokaklardan. Ve karşımda buldum El Hamra’yı. İlahi güzellik ya da cennetin yeryüzündeki tasviri gibi geldi bana. Milletlerin kültürlerini tasvir etmedeki ısrarı düşündürdü beni. Yeryüzü aynı ırk ve inancı paylaşan, aynı dili konuşan tek milletten oluşsaydı her şey ne kadar sıkıcı olurdu. Renksiz, ruhsuz kentlerin hayaletlerini görmüş gibi ürperdim. El Hamra, Müslümanların İspanya’ya, Endülüs’e ve dünya mimarisine hediyesiydi. El Hamra’nın en dikkat çekici bölümü Nasridi Sarayı’ymış. Binbir Gece Masalları’nın sayfaları yeniden açıldı önümde. Şehrazat başladı anlatmaya: Birbirine geçmeli odaların açıldığı huzurlu avlular, taraçalar, oymalı kemerli kapılar, ahşap işlemeli tavanlar… Ve bu odalarda yaşanmış hikâyeler, verilmiş sözler, çekilmiş acılar… Sultanın işlemeli kaftanının hışırtısını duydum ve bir saltanatın çöküşünün hüznünü. Emeviler, bir gün Endülüs’ten ayrılmak zorunda kalacaklarını bilseydiler El Hamra Sarayı’nı yine de yaparlar mıydı diye düşünmeden edemedim. Sarayı gezerken Francisco Tarrega’nın, Recuerdos de la Alhambra bestesi geldi aklıma. Saray birçok sanat eserine de konu olmuş. Salman Rushdie’nin Mağriplinin Son İç Çekişi’inde, Amin Maalouf’un Afrikalı Leo’sunda, Garcia Lorca’nın Kızkurusu Dona Rositası’nda, Poula Coello’nun Simyacı’sında, El Hamra’dan izler bulmak mümkün. Güzellik ilham uyandırır! Kışkırtır. Belki El Hamra’dan aldığım ilhamla bir öykü yazarım.
Akşama doğru Sacromonte Mahallesi’ne doğru yürüdüm. Flamenko dansının doğduğu çingene mahallesine vardığımda güneş batmak üzereydi. Mağara evleri gündüz gözüyle görmek için acele ettim. Yıllardır Çingeneler bu mağara evlerde yaşıyormuş. Tabii zaman içinde bir ev halini almış mağaralar. Dışarıdan bakıldığında bu evlerin mağara olduğu anlaşılmasa da evlerin içine girdiğinizde, duvarlara ve tavanlara dikkatli baktığınızda mağarada olduğunuzu fark ediyorsunuz. Aklıma Hasankeyf Antik Kenti’ndeki mağara evler geldi. Çok şaşırmıştım, bu mağaralarda bir yaşam sürdüğünü öğrendiğimde. Sacromonte çok renkli bir mahalleydi ve her gece mağara evlerde artık turistlik gösteriye dönüşmüş olan Flamenko dansı yapılıyordu. Tıpkı Lizbon’da Fadoların sokağa taşması gibi burada da Flamenko taşıyordu sokaklara. Arap ve Çingene kültürünün kaynaşmasından doğan Flamenko zamanla dünyanın birçok yerine yayılmış. Flamenko’nun özünde şarkı olsa da bu şarkıların eşliğinde yapılan hareketler dans edenin içindeki isyanın dışavurumuydu. Keşke bütün isyanlar bu şekilde dışa vurulsa diyesi geliyor insanın. Akşamki gösteride dans edecek olan çingene kadınlar renkli elbiseler içinde geçtiler yanımdan. Esmeralda’ya benzettim onları. Elimi uzatasım geldi. Falıma baksınlar, bana Granada’da neyi aradığımı söylesinler istedim. Halbuki fala inanmam!
Granada’da iki gün kaldıktan sonra bu masalsı ve mistik kente veda ettim. Ayrılmadan önce beni büyülediğini fısıldadım kulağına. Yüzü kızardı. “Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü, sürmeli…/ Şeytan diyor ki, sarmalı, yüz kere öpmeli…”
SARAYLAR ŞEHRİ SİNETRA
Masalsı bir başka kent de Lizbon’a yirmi sekiz kilometre uzaklıktaki Sinetra’ydı. Adeta tepelerin ortasında, dağların arasında gizlenmişti şehir. Güzelliğini, kem gözlerden saklanmışlığına borçluydu. Saklandığı köşeden fısıldadığını duydum. Geçmiş anların şarkısıydı söylediği. Her şehrin bir melodisi olduğunu artık biliyordum. Durup bir köşede Sinetra’nın şarkısını dinledim. Kalabalığın uğultusunu bastırdı sesi. Çünkü güzelliği insanı serseme çeviriyordu. Bazı kentler içinden geçip gidenlere bütün sırlarını açar. Sinetra böyle bir şehirdi. Bir zamanlar Portekiz’in ileri gelenleri ve Kraliyet ailesi tarafından sayfiye yeri olarak kullanılmış. Kim bilir ne çok hikâye biriktirmiş? Diğer masal kentleri gibi dar sokaklar, dokusunu korunmuş yapılar, butik oteller… İnsan sormadan edemiyor, biz neden sahip olduğumuz güzellikleri koruyamıyoruz? Korumak şöyle dursun, adeta bu güzellikleri yağmalıyoruz. Avrupa’da gördüğüm birçok kent ve yapı, UNESCO Dünya Miraslar Listesi tarafından korunmaya alınmış. Ancak UNESCO bu kentleri koruma altına alana kadar ülkeleri ve halkları tarafından korunmuş kentler. Bu kentler bizim elimizde olsaydı onlardan geriye görülmeye değer ne kalırdı? Ruhunu ve melodisini yitiren şehirlerimizi gözümün önüne getirdiğimde bu sorunun cevabını biliyorum.
Sinetra’nın sokaklarında aylaklık yaptıktan sonra Pena Sarayı’na çıkmak için şehrin merkezinden kalkan ancak dört kişinin binebileceği, adını şimdi hatırlayamadığım, bir araca bindim. 529 metre yükseklikteki saraya yürüyerek çıkmak imkânsızdı. Yol çok dik ve virajlıydı. Bindiğim taşıtın üstü açık olduğu için rüzgârın taşıdığı çiçek kokuları eşliğinde keyif verici, zaman zaman da ürpertici bir yolculuk oldu. Kralların, kraliçelerin bunca yükseğe saray yaptırmalarındaki kibri sorgulamadım, desem yalan olur. Halktan uzak olmanın keyfini sürmek istemelerine içerledim. Ancak Pena Sarayı’nı ve bahçesini görünce düşüncelerimden rücu ettim. Sarayı da bahçesini de kelimelerle anlatmak zor. Hatta fotoğraf bile bu güzelliği anlatmakta yetersiz kalır gibi geldi bana. Gerçekle bağlarım sarayın bahçesine adım atar atmaz koptu. Meşakkatli bir bekleyişten sonra, biletimi aldım ve kalabalığın içinden sıyrıldım. Nedense masal kahramanı Rapunzel’i hatırladım. Böyle bir saray inanılmaz bir güzelliği gözlerden saklamak için yapılmış olmalıydı. Güzeller güzeli Rapunzel, saçlarını uzattı rengârenk sarayın penceresinden aşağıya. Tutundum saçlarına ve kendimi sarayın içinde buldum. Odalar ve odalar dolusu eşya. Ve bu odalarda dolaşan kralların, kraliçelerin gölgesi. Benden başkası gördü mü, bilmiyorum bu gölgeleri. Ama ben görmek ve işitmekle ağırlaşan kalbimin daha yavaş attığını hissettim. Kaplumbağa kadar yavaştım. Sanki yavaşlarsam, her şeyi duyup görecektim. Sarayı inşa eden Alman mimarın düş gücüne hayran kalmamak imkânsızdı. Gerçi kral, karısı için düşlediği bu saray için her gün mimara brifing vermiş. Kralların düş gücünün bu denli zengin olduğunu bilmezdim. Bir dönemin ruhunu ve tarzını yansıtan eşyaların her biri çok zarifti. Nereye bakacağımı şaşırdım. Bir zamanlar Kraliyet ailesi tarafından yazlık saray olarak kullanılan Pena, Atlas Okyanusu’na tepeden bakıyordu. Saray o kadar yükseğe kurulmuştu ki bir rivayete göre yaz günlerinin berrak havalarında, yirmi sekiz kilometre ötedeki Lizbon’dan görülebiliyormuş. Bir geceliğine de olsa Pena Sara’yı bir sürgünü ağırlamış. Prenses Amelie, 1910’daki Portekiz devriminden sonra sürgüne gönderilmiş. Sürgüne gitmeden önceki son gecesini de Pena’da geçirmiş. Bu hikâyeyi dinleyince Prenses Amelie, zihnimdeki Rapunzel’in yerini aldı. Hüzünlü prensesin ağladığını duyar gibi oldum sarayın odalarında.
Pena’nın bahçesi ise başka bir büyüydü. Bahçe göletlerle, çeşmelerle, şapellerle, heykellerle süslenmişti. Ayrıca birçok egzotik bitki vardı bahçede. İki bin iki yüz hektarlık bir bahçe düşünün. Ortasında düş sarayı yükseliyor. İster istemez gerçekle bağlarınız kopuyor.
Sinetra’daki bir başka büyülü yer ise Ragaleira Sarayı’ydı. Öyle büyülü bir yerdi ki Alice’in bir tavşanın peşinden düştüğü deliği hatırlayan herkes kendini rahatlıkla Alice Harikalar diyarında hissedebilirdi. Bir rivayete göre Hary Poter’ın yazarı bu saraydan ve bahçesinden ilham almış. Saray ve bahçesi yer altı tünelleriyle birbirine bağlanıyordu. Fantastik bir romana ilham olmasına şaşmamalı. Sarayın bahçesinde karşınıza beyaz eldivenli bir tavşan çıkıp önünüzde reverans yapsa bunu tuhaf karşılamazdınız. Bahçeyi gezen çocuklara baktım. İçlerinde bir kız çocuğu dikkatimi çekti. Altı yaşlarındaki bu kız çocuğu bir masalın içinde gezer gibi şaşkındı. Gördükleri onu hayrete düşürmüştü. Bu çağın çocukları hayret etmeyi bilmiyor diye hayıflanırdım. Dikkatleri çok çabuk dağılıyor, hemen her şeyden çabucak sıkılıyorlardı. Onları oyalamak için ebeveynleri sürekli bir şey icat etmek zorundaydı. Ama bu bahçede ebeveynlerin çocuklarını oyalamasına gerek yoktu. Bu düş bahçede çocuklar gördükleriyle saatlerce sıkılmadan vakit geçirebilirdi. Ben bunları düşünürken küçük kız çoktan tünele girmişti bile. Annesiyle babası arkasından koşturdu. Ben de takıldım peşlerine. Karanlık tünelde yürümek ürkütücüydü. Tüneli saraya bağlayan geçitlere girmek yasaktı. Yasak olmasaydı da geçitlerde yürümeye cesaret edemezdim herhalde. Tünelden çıktığımda beni bekleyen manzara müthişti. Bahçedeki şelaleden akan su, tünelin ağzında bir gölet oluşturmuştu. Üzeri camla kaplı gibi geldi bana. Gölün suyu ve göldeki nilüferler o kadar berrak görünüyordu ki camla koruma altına alınmış olmalı, diye düşündüm. Küçük kız da benim gibi düşünmüş olacak ki adımını atar atmaz göletin içinde buldu kendini. Yüzündeki şaşkınlık görülmeye değerdi. Benden önce davrandığı için nasıl kıskandım onu.
Sarayın bahçesindeki ters kuyu da çok ilginçti. Daha öce böyle bir kuyu görmemiştim. Kuyu edebiyatta sıkça kullanılan bir metafordur. Ancak bugüne kadar üretilen kuyu metaforlarının ters kuyu anlatmaktan uzak olduğunu düşündüm. İçinde su yoktu. Derinliği yirmi yedi metre olan kuyunun içinde gizli geçitler vardı. Bir dönem Tapınak Şövalyeleri kuyuda özel ayinler düzenlemiş. Kuyunun dibinde Tapınak Şövalyeleri’nin simgesi olan haçı görünce zihnimde bir metafor belirir gibi oldu. Bu metaforu burada paylaşmayacağım. Henüz istediğim olgunlukta değil. Ters kuyunun bende uyandırdığı derinliği aşan bir metafor olmalı.
Sanırım gördüğüm masalsı kentler içinde Sinetra’yı birinci sıraya koyabilirim. Benim gibi hayalperestler için paha biçilmez bir mücevherdi Sinetra. Ondan aldığım ilham, masallardan aldığım ilhamdan az, değildi.