top of page
  • ARZU ALKAN ATEŞ

Masalsı Kentler 1 - Uyuyan Güzel Siena


Doğduğumuz, büyüdüğümüz kentler ilk evrenimiz, dünyaya ve hayata baktığımız ilk pencerelerimizdir. Varoluşun sıkıntısını bu kentlerin sokaklarında, bahçelerinde, evlerinde sinemalarında, kırlarında… dağıtmaya çalışırız. Bazen kentin kendisi sıkıntı olur. Kaçmak, gitmek isteriz. Gideriz de. Gitmekle bir kenti geride bıraktığımızı sanırız. Oysa geride bıraktığımızı sandığımız şey anlardır. Kentler sabırlıdır. Gidenin arkasından söylenmez, kokusunu, sesini, düşlerini muhafaza eder. Dönüp geldiğinde, gidenin hatıralarını bir atlas gibi serer önüne. O atlasta dolaşmak kendimize yaptığımız büyülü bir yolculuktur. Ne var ki son yıllarda hızlı bir değişimin kurbanı oldu kentler. Doğup büyüdüğüm kent, kendini hatırlamıyor. Çünkü anılarının atlası yırtıldı. Ve ben hatırasız kaldım! Sanırım kentlerimiz değiştikçe kendimizden uzaklaşıyoruz.

Seyahat ederken bazı kentlerle karşılaştım. Bu kentler yüzyıllardır bir masalın içinde uyuyakalmış gibi geldi bana. Kapılarını aralayıp girdim içeriye. Pencerelerinden baktım, sokaklarında dolaştım, bahçelerinde oturdum, köprülerinden geçtim, denizlerinde yüzdüm, tepelerine çıktım. Yıldız yağmurunun altında kaldığımı sandım. Bu kentlerin anıları yıldız gibi parladıkça doğup büyüdüğüm kentin kayan bir yıldız olduğunu düşündüm!

UYUYAN GÜZEL SİENA

Leonardo da Vinci, Michelangelo, Dante gibi dâhilerin bir zamanlar sokaklarında dolaştığı Floransa’da, sanata ve estetiğe doyduktan sonra yola koyuldum. Üzüm bağları ve yeşil doğasıyla muhteşem bir manzarası olan Toskana bölgesinden geçerek Siena’ya ulaştım. Bu yolculuk Under The Tuscan Sun ( Toskana Güneşi Altında) filminin 2003 yılında Toskana’da çekilen sahnelerini getirdi aklıma. Filmi izlerken içinde olmak istediğim görüntülerdi bunlar. Ve yıllar sonra bu pastoral tablonun içinden geçmek inanılmaz keyifliydi.

Siena’da zaman Ortaçağ’ı hatırlatıyordu. Sokaklarında çağımızın insanlarının dolaştığını görmesem, zamanımı şaşırabilirdim. Sanki uyuyan güzeldi kendisi. Yüzyıllar geçmiş de bir prens uykusundan uyandıramamıştı onu. İyi ki de uyandıramamış. Yoksa uyuyan güzelimiz zamana ayak uydurayım, aman şuramı buramı değiştireyim, der güzelliğini ve zarafetini kaybederdi. Siena’nın üç tepesi vardı. Daracık, adeta labirenti andıran sokakları ve bir sokaktan başka bir sokağa açılan büyük kemerli kapıları… Kırmızı kiremitli evler arasına; sarıya, turuncuya, kahverengiye boyanmış dükkânlar, kafeler serpiştirilmişti. Hemen her evin önünü süsleyen küçük heykeller, dekoratif nesneler insanda tekrar tekrar aynı sokaktan geçme isteği uyandırıyordu. Renklerin birbirinin içinde eridiği soyut bir tabloydu Siena. Gözü yormuyordu. Renk geçişlerindeki uyum estetik bir haz uyandırıyordu seyredende. Bir film platosunda olabilir miyim diye düşünmeden edemedim. Fakat bu sokakları süsleyen evlerde, Sienalıların yaşadığını, yemek yediğini, misafir ağırladığını, seviştiğini, kavga ettiğini düşününce bu evlerin içini ve bu evlerde yaşayan Sienalıları görmek için dayanılmaz bir istek duydum. Balkonlardan, camlardan bakan Sienalılar sanki biz turistlerle eğleniyordu. Gözünüzü doyurun, iyice bakın, aman her şeyin fotoğrafını çekin sonra da sıradan hayatlarınıza geri dönün. Siena bizim. Onun sahibi biziz, diyorlardı.

Siena’da bütün sokaklar aynı meydana çıkıyordu. Meydan Piazza del Compo, istiridyeye benzetilerek inşa edilmiş büyük bir meydandı. Daracık sokaklardan çıkan insanları, bu geniş meydanda düşlerini paylaşırken gördüm. Siena’ya bir Ortaçağ düşü satın almaya geldiyseniz, burada düşler satılık değilmiş. Bir düşünüzü anlatır, karşılığında başka bir düş dinlermişsiniz. Siena meydanı düşlerin değiş tokuş edildiği yermiş. Burada herkes karşısındakinin düşünü bilirmiş. Çünkü yüzlerde, görülen düşlerin hayreti varmış. Oturup bir mektup yazmak istedim. Yüzyıllar öncesinden tanıdığım birine. Belki Dante’ye belki hiç kimseye. Siena’da gördüğüm düşü anlatmak… Kilisenin çanları bilmem kaç kez üst üste vurdu. Sesler, görüntüler ve gün sanki Siena’da ölümsüzleşti. Duomo of Siena Katedrali biraz ileriden başka bir düşe çağırdı beni. Oturduğum yerden kalkıp ona doğru yürüdüm. Tanrı’nın melekleri katedralin duvarlarını süslüyor, Tanrı’nın sözünü susuyordu. Bu susmalar, katedralin tavanından göğe yükseliyordu. Tanrı oturduğu yerden susanların kalbini okuyor olmalıydı. Göğe belki de Tanrı’ya yükselme arzusuyla gezdim katedralin içini. Katedralin yapımı 1215 yılında başlamış, ancak tamamlanması 19. yüzyıla kadar sürmüş. Gotik kilisenin içi siyah beyaz granitlerle kaplıydı. Hele bir tavan süslemesi vardı ki… Turistler bu tavanı ve katedralin içini fotoğraflamak için birbirleriyle yarışıyordu. Ama hiç kimse meleklerin sustuğunu duymuyordu. Hiç tanımadığım bir kadınla göz göze geldim katedralin içinde. İkimizin elinde de bir mum, adak köşesinin önünde durduk. Bizden önce yakılan mumların alevi titriyordu. Kadınla konuşmak istedim. Hangi milletten, hangi dinden olduğunun bir önemi yoktu. İkimizi buraya sürükleyen duyguyu anlamak istedim. Aynı anda yaktık mumlarımızı ve adak köşesine bıraktık. Yüzlerce mum arasında kendi mumlarımızın alevine daldık. Bitene kadar sönmezse mum, dileğimiz gerçek olacaktı. Kadının dileğini merak ettim. Soramadım. Tanıdık bir sesin ismimi fısıldadığını duydum. Dışarıda bekleyen arkadaşlar beni çağırıyorlardı. Kadın, İsa’nın ikonu önünde diz çöktü. Ben dışarı çıktım. Ne yazık ki önünde diz çökecek bir İsa’m yoktu! Dönüp arkama bakmadım. Ya yaktığım mum söndüyse! Sahi ne dilemiştim? Yüzlerce insan her gün, bu manastırda hangi dilekleri gerçekleşsin diye mum yakıyordu? İnsanın dileklerinin sonsuz olduğunu düşündüm. Her dilek bir umuttu, Tanrı’nın ruhuna üflenen…

Sienalılar geleneklerine çok bağlı insanlar. Her yıl temmuz ve ağustos aylarında düzenledikleri Polio ( at yarışları) Ortaçağ’dan beri sürdürdükleri bir gelenekmiş. Sadece doksan saniye eyersiz ata binme yarışları için Sienalılar bir yıl hazırlanıyormuş. Her mahallenin bir atı ve binicisi varmış. Mahalleli, kendi atını ve binicisini destekler, yarışı kazanan mahallede, zafer coşkusu günlerce sürermiş. Uyuyan güzel Siena böyle anlarda uyanır gibi olsa da aslında o hep aynı rüyayı görürmüş. Sienalılara gıpta etmedim desem yalan olur. Bir şehir olarak kutladığımız bir geleneğimiz var mı, diye düşündüm. Hıdırellez şenlikleri geldi aklıma. Çocukluğumun unutulmaz ritüellerinden biridir. Baharı karşılama dahası yaşamı kutlama ritüeli. İki gün öncesinden başlardı hazırlıklar. Börekler açılır, sarmalar sarılır, baklavalar döşenir, ev kıyı köşe temizlenirdi. Bir kâğıda yazılan dilekler bahçedeki gül ağacının altına gömülürdü. Çocukluğumun yüz kızartan anılarından birisi Hıdırellez’e dayanır. Mahallemizde yaşı biraz geçkince bir ablamız vardı. Merakımıza yenik düşüp arkadaşımla, onun bahçedeki gülün altına gömdüğü kağıdı topraktan çıkarıp okumuştuk. Hatırladıkça hâlâ utanırım. O gecenin sabahında her Hıdırellez’de olduğu gibi mahallece deniz kıyısına indik. Kayıklarla denize açılan geçlerin, topun peşinde koşturan çocukların şamatasına büyüklerin ünlem cümleleri karıştı. Büyük bir ateş yakıldı. Üzerinden atlamak için kuyruğa girdik. Ama o gün içimde baharın coşkusundan çok, utancın sıkıntısını hissettiğimi hatırlıyorum. Katedralde hiç tanımadığım bir kadının dileğini öğrenme isteği duyduğum için kendime kızdım. Başkalarının mahremiyetini merak etmek, başkalarını anlama isteğimin sonucu olsa da beni rahatsız eden bir tarafı var.

Kaç yıl var ki Hıdırellez’i kutlamıyoruz. Bu ritüel bizi birbirimize yaklaştırır, kırgınlıklar unutulur, genç, yaşlı, çocuk, kadın, erkek sanki herkes eşitlenirdi. Siena’daki at yarışlarını göremedim. Fakat tur rehberi anlattıkça içimde bir geleneği paylaşmanın ve yaşatmanın coşkusunu duydum. Siena’dan bu duyguyla ayrıldım.


MONTECATİNİ

Floransa’ya kırk kilometre uzaklıktaki Montecatini’de bir gece konakladım. Montecatini de bir Ortaçağ kasabasıydı. Ancak Siena’dan başka bir rüya görüyordu. Termal sularıyla meşhur, şifa dağıtan bir bilgeliğe sahipti. Eski evler ve bu evlerin pencere önlerini süsleyen rengârenk çiçekler… Geniş bir meydanı dolduran insanlar. Zaten dünyadaki en geniş ve güzel meydanları sanırım İtalya’da gördüm. Sıcakkanlı ve sosyal insanlar olduklarından mı bilinmez şehirlerde, kasabalarda geniş meydanlar yapmışlar. Bu meydanların hakkını veren bir millet İtalyanlar. Durup dinlendikleri, etrafı seyrettikleri, güne övgüler dizdikleri bu meydanlar olmasa sanki İtalyanlardan bir şey azalır gibi geldi bana.

Montecatini’de dikkatimi en çok çeken şey yaşlı nüfusun çok olmasıydı. Bir nevi emekli kasabasıydı da diyebilirim. Yazlık evler… Bu evlerin mevsimlik cıvıltısı… Yaşlı insanların huzur veren dinginliği. Ancak bu insanlar işlerinden, ödevlerinden, bitmek bilmeyen işlerinden emekli olmuşlardı, hayattan değil. Her akşam şık elbiselerini giyip bisikletlerine atlıyor ve meydanda arkadaşlarıyla, sevdikleriyle buluşmaya gidiyorlardı. Zamanın kıymetini nasıl da biliyorlardı. Yetmişli yaşlarda bir kadını bisikletin üzerinde gördüğümde şaşırdığımı hatırlıyorum. Hemen arkasında daha yaşlı bir beyefendi de bisikletin pedallarını çeviriyordu. Karı koca ya da sevgiliydiler. Aralarındaki mesafeyi açmamak için kadın dönüp arkasına bakıyordu. Adam hızlanıyor, sevgilisinin ya da karısının görüntüsünü yitirmek istemiyordu. Aralarındaki bağı caddenin karşısından hissettim. İnceliklerle örülmüş bir bağın güzelliğini o an keşfettim, diyebilirim. Süslenip püslenen, yaşının güzelliğini taşıyan kadınların, centilmen beylerin, incelmiş ruhların kasabasıydı Montecatini. Hayattan keyif almayı bilen bu insanların zarifliği, neşesi Montecati’nin gördüğü en güzel rüya olsa gerek. Bisikletini park yerine bırakan kadın, sevgilisi ya da kocası gelene kadar rujunu tazeledi. Adam bisikletinden indi, onu bekleyen zarif hanımefendiye kolunu uzattı, önümden geçip meydana doğru yürüdüler. Onların arkasından bakarken zihnimde bir el Montecati’nin sayfalarını çevirdi. Kimin çevirdiğini bilmiyor, merak da etmiyordum. Önemli olan zihnime kazınan görüntülerin güzelliğiydi. Emekli olduğumda Montecatini’de yaşamayı hayal ettim.


Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page