- PROLOG
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu / Umut Kaygısız

Sevgiyi, büyülü anlamına kapılmadan ve bol elbiselerinden kurtararak çıplak bedeniyle tanıştırmakla başlamıştı her şey. Bedenini tam saran bir kıyafetin içerisine hapsedilince sevgi, rahat hareket etmeyi ve sonu olmayan, sihirli bir güce sahip olduğuna inanmayı bıraktı. Artık içine sığdığı elbisenin gösterdiği kadardı. Gerisi biraz hayal gücüne, biraz da ona genişlik ve özgürlük kazandıracak diğer ruha aitti.
Oysa şanssızdı kadın. Acemisi olduğu kelimeyi öğrenirken, onun varlığını tam içinde hissetmişti. Yalnızdı bu çift kişilik oyunda. Gizemini korumakta kararlı olduğu sevdaya düet yapmasını beklediği adam için aşk, sözlerini karıştırdığı, başladığı gibi hemen biten bir şarkıyı andırıyordu. Halbuki “Seni seviyorum,” cümlesini bir formül gibi kullanmayanların sevdası elbette paragraflarda gizli olacaktı.
Gecikmedi kadın. Tam zamanında girmeye çalıştı o eve. Nasılsa mektup çoktan yazılmaya başlanmıştı. Kalem kâğıda dokunsa da, düşler düşüncelere karışsa da, gözler dudaklara yetişse de… Her şeyin üstesinden gelecek, kir tutması mümkün olmayan, kalp dolusu, saf bir sevgiydi.

Öyle ya, insan, anca üstüne basılınca fark ediyor tanıdıkları için yol, yabancılar içinse kaldırım olduğunu. Kadın da sevdiği adamın sayesinde bir avuç kırıntı olmuştu, toz olup dökülmüştü yere. Olsundu. Kimse görmese bile, âşık olduğu adam onu tanısa yeterdi. Ona bakınca “Merhaba,” demek, peşi sıra gözlerinde saklanan ışıltının aydınlattığıfotoğrafta kendini bulamayınca yitiriyordu anlamını. Konuşmaya gerek kalmıyordu. Bir yabancının kalbini kurşungeçirmez zırhla ören şeyin adı tek gecelik heves ve tutkuysa şayet, kadın bunu da paylaşmaya hazırdı. Çünkü çoktan merhemi olmayan bir yara açılmıştı ruhunda. Tedavisi olsa bile, ona cevap verecek değildi.
Stefan Zweig’ın unutulmaz eseri kafamın içinde bu şekilde dolana dursun, onu tiyatro sahnesinde seyretme fikri oldukça heyecan verici gelmişti. Kimileri kitabı okunmuş bir hikâyeyi tekrarlamaya önyargıyla yaklaşabilir ama onlara yanıldıklarını söylemek için önümüzde muazzam bir örnek duruyor. Çünkü güçlü hikâye, sanatın her dalında muhakkak zenginliğini korur. Arka planı dolgun bir metin, iyi görsellik ve eşine az rastlanır bir işitsellikle değerini katlamakta zorlanmaz. Sevdiğiniz, derinliğine hayran olduğunuz öykünün uyarlamasından da öğreneceğiniz yepyeni şeyler vardır mutlaka. Yeter ki algı penceremiz açık kalsın, oda iyice bir havalansın.
Nitekim beni haklı çıkaran büyük bir emekle karşılaştım Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’nda. Çağdaş Serter, uyarlamasını da yaptığı oyunu tek kişilik performansıyla sırtlayıp götürürken, aslında üç kişilik bir oyunculuk sergiliyor. Neden üç dediğimi oyunu seyredenler anlayacaktır, kesinlikle tüyo vermiyorum.
Oyunun açılışı ile birlikte atmosfere öylesine kapıldım ki, hikâyenin gizlendiği ölçülü karanlığı kabından çıkaran zaman diliminin arasına sıkıştığımı fark ettiğimde, gözümün önünde Çağdaş Serter’in hayat verdiği o tutkulu, yalnız kadın geziniyordu; kulaklarımda ise bilinmeyenin hoş tınısı çınlıyordu. Büyülü yalnızlığın hayal ettirdiği kavuşma anı tuzağına izleyici olarak düşmemek olmazdı.
Oyun bitene kadar sahnedeki kadının yaşadığı zaman diliminde hapis kaldım. Dışarı çıkmak olanaksızdı. Dikkatin firarı ise günah gibiydi. Bir cümleyi veya tonlamayı kaçırsam kendime kızardım herhalde. Çünkü dikiş yerleri ustalıkla kapatılmış paragrafların ayakta, tam karşımda durduğunu görmüştüm bir kere. Yürüyordu, konuşuyordu, bakıyordu… Zweig evreni resmen canlanmıştı. Ona kitabın içine geri dönmesini söyleyemezdim. Soluksuzca seyrettim tabii ki.
Sonra perde kapandı, seyircilerin kalplerinde çimdik acısı kaldı. Burulduk, düşündük ve nefesimize takılan o tatla vurduk ellerimizi birbirine. İlginçtir, ben boyumun Çağdaş Serter’den daha uzun olduğunu oyun sonrası yanına gittiğimde fark edebildim ve buna gerçekten çok şaşırdım. Çünkü kıymetli performansıyla bir saatlik zaman diliminde sahnede o kadar büyümüştü ki, her yeri kaplayan, her boşluğa yetişen ve tanınmamanın verdiği ızdırabı içine akıtan o kadını, koskoca yüreğiyle orantılı olarak dev cüsseli biri sandım. Galiba oyunculuğun büyülü tarafı tam da bu. Yarattığınız illüzyon sayesinde sadece başka biri olmuyorsunuz. Aynı zamanda var olan, değiştirilemez fiziksel özellikleriniz de farklı biçimde görünür ve algılanır oluyor.
İşte bu ruhu sonuna kadar verdi oyun. Ve salondaki herkesin çok etkilendiğine şahitlik ettim. Öyle ki, oyunu alkışlama esnasında sol yanımda oturan kadınların ağladığını gördüm, sağ yanımdaki mini ailenin ise “İyi ki gelmişiz” dediğini duydum. O sırada ben de mektubu okuyan adamın ruhuna saplanan kesici cümlelerin açtığı yaralara bant yapıştırmakla meşguldüm. Kadın gitti, adam parçalara ayrıldı ama oyun dimağımızda bütün olarak kalmaya devam etti.

Kadının penceresinden bakıp tutku ile utanç kavramları arasında boğuşan ve ruha acı vermekle meşgul olan hikâyenin dokunulmazlığını ilan etmiş kısmına saplanmayışımız tamamen oyunun başarısı. Çünkü öyküdeki tartının havada duran, hafif kısmındaki erkeğin ruh halini hovardalıkla açıklamakla yetinmeyecek kadar güçlü ve titiz bir uyarlama duruyor karşımızda. Yaşanılan onca şeye rağmen bir türlü tanıyamadığı kadına attığı bakış kadar, vazoyu zenginleştiren, yeri geldiğinde hediye edilen ve en mühimi unutulmayıp, saklanmak istenilen güllerin kadından bir parça olduğuna yapılan hoş dokunuş bizi, adamın katı ve bencil kalbine daha iyimser bakmaya yöneltiyor.
Hovarda, çapkın ve doyumsuz bir erkeğin psikolojisine eğilebildiği kadar eğilirken, bunu bir kadın çözümlemesiyle yapıyor. Oyunun gizli şifresi ve matematiği de işte tam bu kısımda. Kadının zekâsının yaptığı çözümleme, yıpranmış ruhuyla öylesine el sıkışıyor ki, bir an için anlaşma sağlandı zannediyorsunuz.
İşte bu açmazda son tokadı suratınızın orta yerine patlatıveriyor Çağdaş Serter. Aklınızda hep oyunun son beş dakikası kalıyor. Ve hep o sahne… Elbette söylemem. Mutlaka gidin, izleyin. Hak vereceksiniz bana.
