top of page
  • PROLOG

Buluşma / Aysun Doğan Terzi




Instagram'da takibe aldığı ikinci günün sonunda "Tanışalım mı?" yazması hoşuma gitti. Netliğini, lafı evirip çevirmemesini pek sevdim. Öyle mıy mıy değil dedim içimden. Başlarda kısa cümlelerle konuştuk biraz. Tebessümü andıran ifadeler göndermesine gıcık olmuştum ya, her neyse. Kolay kolay hiçbir mesaja cevap vermeyen ben, ona saniyesinde yanıt verdim. Benim gibi sorunlu biri için çok büyük bir adım, çok. Beklentim hayli yüksek bu bakımdan. Kişisel sayfasına yüklediği fotoğraflar özensizdi ama entelektüel çekicilik diye bir şey var onda. Yazdığı makaleler, gezdiği ülkeler sonra mülteci çocuklara yaptığı yardımlarla dolu ana sayfası. Yüzünün ön planda dolduğu tek bir fotoğrafı var yalnızca, sımsıcak bir gülümseme, sıradan bir tarz. Kendini gerçekte parlatanlardan demek ki.


Bir dedektif gibi, saldırıyorum Google’ın arama çubuğuna. Ülkesini, dilini ait olduğu kültürünü didik didik ediyorum. Çoğunluğu Müslüman, azınlıkta kalan Yahudi ve Fransız halkına mensup bir ülkenin vatandaşı. Ana dili Arapça. Yıllar önce Fransız işgalinden sonra ülkesindeki kadın direnişçiler sayesinde cumhuriyeti yeniden kuruyorlar. Ne kadınlar var, bizdekiler olsa kuyu kazma örgütünü kurarlardı ancak. Beni de o örgütün elebaşı yaparlardı, kesin. Her neyse, etkileniyorum bunlardan ama içim içimi kemiriyor. Beni yakından da beğenir mi, tarzı mı sever mi, aramızda ten uyumu olur mu? Kendi kendime kurulup duruyorum.


Bir süre debisi yüksek entelektüel sohbetlerimiz, araya sıkıştırılan iltifatlar derken artık dayanamıyorum, teklifi ondan beklemeden atlıyorum.” Ee ilk yemeğimiz ne zaman? “Teklifin benden gelmesi flörtümü şaşırtıyor fakat çabuk toparlanıyor. “Pazartesi saat sekizde, kafe Pres’te” diye cevap veriyor.


Pazar günü evde ne kadar çay varsa üzerime boca ediyorum. Sıcak anasonumu, tütsülerimi, uzak doğu müziklerini de eksik etmiyorum. Japon flütü, su ve rüzgâr sesiyle evimi orta çağlardaki şifahaneye çeviriyorum. Nefes alıyorum, sinirlenmemem lazım, nefes veriyorum sinirlenmemem lazım. Telefondan uzak duruyorum. Twitter’ın  daimi soğuk ve gergin havasından, ınstagram'ın gösteriş düşkünü , ego donutlarından kaçıyorum. Donut sevmiyorum. Bunlar beni yoruyor, iyi olmam lazım. Pazartesi yemek var. Gözlerimi  kapatıyorum. Kendimi derin düşünmenin güvenli sularına bırakıyorum. Nemli topuklarım halıya değiyor. Hoşlanıyorum bu duygudan. Bedenim kabak tatlısı yumuşaklığında kendini yavaşça yere doğru bırakırken ne giyeceğimi düşünmeye çalışıyorum.


Tüm askılıkları takım elbiseyle dolu olan dolabıma yöneliyorum. Yılların birikimi. Ev, araba arsa alacağıma bir sürü takım elbise almışım. Dolap dolap değil, tam bir hayal kırıklığı yuvası benim için. Siyah, lacivert ve gri renkler kadınlığın elli tonu gibi. Ayakucumda bekleyen menopoz, yer çekimine var gücüyle direnen savaşçı memeler, ağları eprimiş babaanne donları. Yıllarca reddedilen onlarca farklı arama, sitem dolu mesajlar. Ütüsü bozulmayan çarşaflar. Vitrinde pili bitmiş bebek. Ağrı kesiciler, krem jeller. Çekmecemde ilk gününü iple çeken Fransız işi jartiyer. Irwan’ın  yüzünü görüyorum bir ara,  takımların arasından muzipçe göz kırpıp çarpık dişleriyle gülümsüyor. "Bu içi geçmiş şeyleri mi giyeceksin? Daha seksi bir şeyler tercih edemez misin? " diyor. Onca yıllık komşum Seda’ya bakar gibi bakıyorum bir süre.


Lacivert olan takım, sesleniyor bana.

“Beni mi giyeceksin sen şimdi?”

Evet, diyorum. Başka çarem var mı?

“Emin misin?”

Eminim.


Şirketteki "Bu yasaklar bir size" yönetmeliğine göre, kıdemlilerin koyu renkli ve maskülen giyinmesi şart. Dar, açık, renkli, dantelli kıyafetler giymek katiyen yasak. Bunlar, ucuzluk, teşhir ve orta yaş bunalımına işaretmiş. İş yerlerinin bereketi kaçarmış. Hele o gömlek düğmelerini açmak ahlaksızlığın bayrağını dikmekmiş. Bipolar bozuklukmuş. Dedesinin çizgili pijaması artık. Yönetmelik kurallarını hazırlayan ismilazımdeğil bey, üç yıllık tahsil hayatıyla oturduğu yerden bir gecede psikolog oldu işte böyle, hem de lisanssız.

Ben yıllarca psikolojinin babalarıyla yattım, yine de ismilazımdeğil bey gibi havalanmadım. Mesela, bir gece Alfred Adler’i me sarılıp uyudum. Aynı gecenin rüyasında Freud’la seviştim, en güzel yerinde aptal gibi Jung’a yakalandım, bitti ilişkilerim. Her üçlünün ve her rüyanın mutsuz bir sonu varmış, var olmasına ya ben bunu çok geç anladım.


Anladım da ne oldu sanki. Eerkeksi, sıkıcı ve nobran tonlar yıllarca yapışıp kaldı üzerime. Hoşuma da gitti yalan yok. İş yerinde erkek gibi kadın desinler diye, erkeklerin dünyasında güçlü olayım diye bağırıp çağırdım. Havalı, sert pozlar kestim, yetmedi. Sesimi iyice yükselttim;


Fatma Hanım odama bir adaçayı!

Gamze Hanım, nerede dünün faaliyet raporları? Bakmak istiyorum, evet şimdi.

Arkadaşlar  bakın arkadaşlar olmuyor böyle, olmuyor!

Sami Bey, kolay gelsin. Ne tıkınıyorsunuz yine, poğaça mı?

Tıkının siz daha tıkının.

Burnunuzdan getirmesini bilirim.


Dediğim gibi. Bunları evvela takım elbisemin bana verdiği yetkiyle yaptım. İçlerinden birisi de karşı gelmedi. Hakkını aramadı. Kimse. Pis bir kadercilik anlayışı var insanların yüzünde. Sonra  işsizlik korkusu. Ağzımın üstüne şöyle iki tokat yapıştırsalar yaptıklarımdan ötürü mutlu olurdum ya,  ona da cesaret eden olmadı. Durum böyle olunca ben ve maskülen takımlarım arsızlığı iyice ele aldık. Yıllarca. İnsan güce alışınca kendini Allah sanır derdi büyükannem. Şifonyerin üzerinde titreşen telefonumun yere düşmesiyle bir randevum olduğunu hatırladım.


Açtım, oydu.

Akşam buluşuyor muyuz?

Evet, dedim.

Kapattı.


Lacivert takımıma uzandım, içine krem boğazlı bir bluz, onun da içine beyaz, geniş bantlı  sütyen tercih ettim. Altına bol bir pantolon ve süet topuksuz pabuç. Saçlarım düz, rujum kahverengi. Beyaz çay parfümü bir iki damla, en pahalı olanından. Buraya kadar her şey sorunsuzdu. Fakat şifonyerin önündeki pofuduk koltuğa oturunca bana bir haller oldu. Avuç içlerim durmadan terlemeye, ellerim titremeye başladı. Makyajımı bir türlü beceremiyorum. Göz çevremde bağımsızlığını ilan eden kaz ayaklarım bu gece daha belirgin görünüyor gözüme. Perde perde. Nanik yapıyorlar, alay ediyorlar. Buralarda far barındırmayız der gibi, orospu çocukları. Göz çevresinden değil de yandaki kahvehaneden posta koyuyorlar sanki. Dahası, her sürüşümde rujum dudaklarımdan taşı taşıveriyor. Göz kalemim her yeltenişimde zikzak çiziyor. Şifonyerin aynasına baktıkça girdap misali içine çekiliyorum. Gözeneklerim, sivilce izlerim, pul pul dökülen cildim, çorak bir dağın sırtı gibi set çekiyor fondöten fırçamın önüne. Yüzümde kapatmaya çalıştığım her açık bir başka açığı çağırıyor.

Ve ben artık pes etmiştim.


Ne yaptımsa sıvası dökük bir duvar gibi duran yüzüme porselen bir hava veremedim. Onca zaman güçlü görünmek için kestiğim pozlara, kariyerime, giyim kuşam yönetmeliğini hazırlayan ismilazımdeğil beyefendiye, bizleri parya misali oradan oraya çekiştiren en üsttekilere, yıllarca okuduğum felsefe kitaplarına sövdüm saydım.

Şifonyerin önünden kalktım, telefonuma uzandım. Telefon ve aynanın buluşmasından kaynaklanan şangırtının yankısı henüz sürerken ben soyunmaya başlamıştım.   

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page