- PROLOG
Bulunduğumuz Çağa Ait Olan Sevme Biçimleri / Aynur Kulak

Lawrence Durrell’i İskenderiye Dörtlüsü’nün ilk kitabı Justine ile 90’lı yıllarda tanımıştım. Fakat serinin diğer kitaplarını o dönem okumamıştım. Yeni kapaklar ve yeni baskılarla yine Can Yayınları tarafından tekrar basılınca bu sefer Justine de dahil olmak üzere romanları okumaya başladım. Dörtlemeyi bitirdim; neden o ilk okumaya başladığım dönem dörtlemenin tamamını okuyup bitirmedim diye diye pişmanlıklar içerisinde. İskenderiye Dörtlüsü ve Avignon Beşlisi’nin –ki beşlemeyi de şu sıralar okumaya başladım- en özgün kalemi Durell için, Avrupa edebiyatının da en özgün kalemi diyebilirim gönül rahatlığıyla. Dörtleme ve Beşleme’nin Durell’in kafasında oluşma sebepleri, her iki külliyatı oluşturan tematik unsurlar, seçilen şehirler, yaratılan karakterler ve anlatılan olaylar ile anlatıdaki şiirsel akıcılık hem üzerinde düşünülüp çalışıldığı gayet belli olan hem de duygulara da es geçmeksizin yer veren (İskenderiye Dörtlüsü için, “Bulunduğumuz çağa ait çağdaş sevme biçimlerini yazmak istedim. ”diyor yazar) külliyatlarla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor bizlere.
İskenderiye Dörtlüsü’nü inceleyeceğim bu yazıda-yazarın Avignon Beşlisi’nden de bahsetmişken- edebiyatımızın değerli çevirmen ve dilbilimcilerinden Akşit Göktürk’ün İskenderiye Dörtlüsü’ndeki Sunuş yazısından ve yine edebiyatımızın değerli şair ve gazetecilerinden Özdemir ince’nin Avignon Beşlisi’ndeki Sunuş yazısından aldığım bilgiler doğrultusunda Durell’in her iki külliyatıyla ilgili yola çıkış/yazılış sebeplerini anlattığı bir söyleşisinden kısaca bahsetmek isterim. Durell, “İskenderiye Dörtlüsü benim için pathos’tu.” der bir söyleşisinde ve “Yakın bir zamanda her şeyi kabul etme umuduyla, benim anagnorsis’im olan Avignon Beşlisi’ni tamamlamaya çalışıyorum.” diye devam eder, gelecek dönemde yazacağı külliyatı işaret ederek. Bu kelimelere bir de Agon’u eklememiz gerekiyor zira Durell bu yapıtlarını bu kelimelerin anlamlarına istinaden üç evrede, üç süreç çerçevesinde yazmak istediğinden bahsediyor. Agon, eski Yunan’da yarışmalara verilen addır. Pathos duygulanım anlamına gelirken (İskenderiye Dörtlüsü’ne dair “çağdaş sevgi” tanımını hatırlayalım) Antikçağ’da Logos deyiminin karşıtı sayılmıştır. Anagnorsis ise Aristoteles Poetika’sında “tanınma” anlamına gelen bu kavramı tragedyanın öğelerinden biri olarak saymıştır.
Kitapları bu değerli Sunuş yazıları ile okumaya başlamak sadece dörtleme veya beşleme deyip geçemeyeceğimiz romanlar okuyacağımıza işaret ediyor. Lawrence Durell’in sosyoloji, felsefe ve psikoloji adına ne derece derinlemesine düşünen bir yazar olduğunu gösteriyor. Mısır’ın İskenderiye, Fransa’nın Avignon şehrinin birer karakter gibi yazılan hikâyelere entegresi, şehirleri bu anlamda karakterle beraber tüm ayrıntıları görecek şekilde geziyor olmamız yazarın neden bu şehirleri seçtiğine dair sebepleri önümüze seriyor romanlar boyunca.
İskenderiye Dörtlüsü’nün ilk kitabı Justine ile başlıyorum. Bir zamanlar dünyanın parlayan yıldızı olan İskenderiye şehrinde yaşamış kayıp bir neslin arzuyu, hazzı, kıskançlığı, aşkı ve ihaneti tattığı İskenderiyeli Justine ile.

Lawrence Durrell’in İskenderiyeli Justine’i. Kocası Nessim’in Justine’i. İrlandalı öğretmen Darley’in, Baltazar’ın, Pursewarden’in ve Clea’nin Justine’i. Ve elbette bir de okurların ruhunda, duygularında ve bedeninde oluşan Justine var. Hangisi gerçek Justine olabilir ya da Justine tüm bu karakterler arasında en çok kime aittir? Lawrence Durell’e mi, İskenderiye’ye mi, tüm ayrıntılarıyla okuduğumuz roman dörtlüsü ne mi yoksa okura mı? Bazı karakterler -onları tam bir tanıma oturtmak adına- bir şeye, bir kişiye veya yere ait olamıyorlar maalesef ve iyi ki. Çünkü ait olsalar bu derece büyülü -ve Justine gibi egzotik, ulaşılmaz, aşık ama tek bir kalpte atmayacak kadar çoğalan, İskenderiye Dörtlüsü’nün dört kitabının tamamı içerisinde akan bir karakter- olamayacaklar belki de.Justine üzerinden konuşunca sadece “karakter” demeksizin “kadın” diye imlemem de gerekiyor. İmliyorum. Bir “kadın karakter” olarak Justine iyi ki herhangi bir şeye ait olamayacak denli özenli düşünülerek yazılmış bir karakter.
Justine kendisinden başka kimsenin Justine’i değil. Bu İskenderiyeli kadın kaç ruhun içine girerse girsin ve kaç bedenle buluşursa buluşsun kendini asla kaybetmeyen biri olarak tek ve biricik. Hayatına girdiği kişilerin belleğinde oluşan Justine ile hiç ilgilenmeyen, bu sebepten dünya edebiyatının en özel kadın karakterlerinden biri olan bir Justine var karşımızda. Lawrence Durrell hiç tanıştı mı Justine ile yoksa romanın başında da düşülen nota istinaden “kahramanların ve anlatıcının kişilikleri gerçekdışı” mıdır, bilemiyorum. Yalnızca kent gerçektir, deniliyor, yani İskenderiye, fakat tüm ruhlarda ve bedenlerde bir şiirin mısraları gibi uçuşan Justine’i tanıma arzusu onu hepimiz için gerçeğe dönüştürüyor. O kanlı, canlı, dişi ve her haliyle gerçek bir kadın.
İkinci dünya savaşının arifesinde başlayan İskenderiye Dörtlüsü’nün ilk kitabı olan Justine ile Durrell modern romana nefis bir kadın armağan etmiyor sadece, bir zamanlar dünyanın en büyük kütüphanesine ev sahipliği yapan Iskenderiye şehrinin resmini de çiziyor. Seri bir roman, bir kadın ve bir şehir; yağlı boya bir tablo misali yavaş yavaş gözümüzün önünde var oluyor. İngiliz edebiyatında uzun süredir var olagelen kuruluğu böylece ortadan kaldırmış oluyor Durrell. Yıllardır düz akışkanlığıyla var olagelen bilinç akışını da. Canlı kanlı, fütursuzca aşık olan, ilişkilerinde tüm boşlukları kapatacak denli akışkan, cinselliği korkusuzca şiire dönüştürebilen, çağdaş sevgiyi dibine kadar içine çeken çağdaşımız bir kadın karakter ve hikâyeler serisi yaratılmış oluyor böylelikle.
“1957’de yayınlanmasından bu yana Justine, hem okurlar hem de eleştirmenler arasında dini bir bağımlılığa sebebiyet verdi.”diye yazıldığını okudum bir yerde. Justine’in, “Olur mu canım öyle şey, abartmayın, bırakın dini bağımlılığı, her türlü bağımlılığın karşısında durarak yürüttüm ben ilişkilerimi” dediğini duyar gibiyim. İlla da bir bağımlılık olsun da ona inanalım diyen bizleriz. Justine her anlamda bağımsız ve aidiyetsiz biri olmayı seçen bir kadın. Genelde İngiliz modern edebiyatın başı çektiği şekliyle kuru, düşsellikten ve cinsellikten yoksun, kimliksizliğe hep başrolün verildiği bir edebiyat ikliminde Lawrence Durrell’inJustine’i bize takdimi, sadece Justine’i de değil, serinin tüm karakterleri ve olay örgüsüyle böyle bir külliyatı hiç aceleye getirmeksizin sakin bir dille yazması yeni bir anlatının kapılarını aralamış da oluyor. Kurgu, tema, anlatım ve karakterleriyle sürgit devam eden bilinç akışındaki kuruluğu ortadan kaldırmış oluyorDurell. Bu tespitler sadece eleştirmenlerden gelmiyor (hatta yayın dünyasının eleştirmenleri gereksiz bir çok eleştiri de yöneltiyor) asıl olarak okurlar Justine’in 1957 yılı baskısı itibariyle bu farkı çok çabuk görerek yorumlarını yapmaya başlıyorlar.
Mekân olarak İskenderiye şehrinin seçilmesine gelirsek; bunun benim nezdimde tesadüf olmadığını belirtmek isterim. Ya da bu durumu Durrell’in Hindistan’da doğmuş olmasına, sonraki dönmelerde Mısır’da çalışmış olmasına ve İskenderiye şehrini çok iyi biliyor olmasına da bağlayamayız. Yunanistan’ı ve çevresindeki adaları da çok iyi bilen yazar bu şehri de seçebilirdi. Bu durumun hikâyenin şiirsel anlatımına ve şiirsel cinselliğine, sadece anlatı akışkanlığına uyduğu İçin değil, bedensel akışkanlığı da bize fonda çok iyi verebildiğinden İskenderiye şehri yazar için biçilmiş kaftandı. Şehirle ilgili paragraflarca süren şiirsel olduğu kadar, masalsı anlatıda bunu çok iyi görebiliyoruz. İkinci Dünya Savaşı’nın öncesindeki yıllarda İskenderiye henüz çok iyi bilinen gözde bir şehirken, kadim şehir, kadim karakterler, kadim duygular tabii ki İskenderiye’de bir araya gelecekti.
İskenderiye Dörtlüsü’nün ilk romanının Justine olması ve serinin tamamının bir kadın karakterin omuzlarında yükselmesi de tesadüf değil. Dünya edebiyatının uzun süredir tek düze giden anlatı ve duygu yoluna sapmak istemeksizin İskenderiye Dörtlüsü -ilk kitap Justine özelinde- çağdaş sevginin ve edebiyatın en güzel ve nitelikli kadın karakteri olarak kadim İskenderiye şehrinde varlığını gösteriyor. Her karakterin İskenderiye dünyasının bir yüzü olduğunu düşünürsek Justine en maskesiz, en akışkan ve gerçekliğine bizi en çok inandıran karakteridir hiç şüphesiz. Parça parça da olsa sonunda bir araya gelen tüm yapı Justine’e bağlanmaz gibi gözüküyor ama nihayetinde Justine’in varlığından dolayı bütünlüğe ulaşıyor ki, bu da serinin ilk romanının Justine olmasının en temel sebepleri arasında ilk sırada yerini alıyor.
Dünya edebiyatı içerisinde çağdaş dünya edebiyatının ve çağdaş sevginin yeni başlangıcının ilk adımı sayılan Justine’i çağdaş edebiyatta yenilik anlayışının nasıl filizlenebileceğini anlamamız adına okumanızı dilerim.

İskenderiye Dörtlüsü’nün ikinci romanı Baltazar ile serinin ilk kitabında tanıdığımız tüm karakterleri daha iyi tanıma fırsatı yakalıyoruz. Onlara, tüm gerçekliklerine ve sırlarına bir adım daha yaklaşıyoruz. Anlatıcımız Darley’in arkadaşı Doktor Baltazar’ın anlattıkları ile bir takım gizli saklı kişilik özellikleri, duygular, sırlar açığa çıkarken hala bazı şüphelerimizin orada bir yerde duruyor olması şehrin içinde bulunduğu sancının sonuçlarının henüz gerçekleşmediğine işaret ediyor. Yani İkinci Dünya Savaşı’na. Adım adım yaklaşılan bu savaşın psikolojisi karakterlerle beraber şehri de sarmış durumda ve Baltazar’ın anlattıkları bu yüzden tam olarak bir çözüm yolu sunmamakta. Durrell’in istediği de tam olarak bu. Perdenin tam olarak kalkmaması, kalksa bile, perdenin hemen ardında duran tülün fluluğu devam ettirerek -her şey açığa kavuşacak gibi olurken- görme alanının netliğini bozması. Çünkü seriye dair iki kitap daha -Mountolive ve Clea- var.
Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Belki de hiçbir zaman olmayacak. Bu anlamda aynı hikâyenin farklı versiyonlarını sil baştan okuyoruz hissi Baltazar’da çok hakim. İskenderiye güneşinin altında yeni bir şey yok aslında ama anlatımdaki modernlik, İkinci Dünya Savaşı’nın vahşi yıkımının hemen öncesi şehrin ve hiçbir karakterin bırakmak istemediği sevgi, aşk ve cinsellik son tutku zerrecikleri gibi anlatılan hikâyenin üstünde uçuşuyor. İşte bu uçuşma etkisi İskenderiye Dörtlüsü’nü modern edebiyat içerisinde özel bir yere yerleştiriyor.
Baltazar’ın aldığı notlar, aktardığı bilgiler ve bir takım çözümlemeler eşitliğinde İskenderiye şehrinde kutsal ile dünyevi olanın birbirine karışmış olduğu hissine kapılmıyor da değiliz. Bu sadece bir his olabilir mi gerçekten? Doğruluk payı hiç yok mudur? İkinci Dünya Savaşı ile gelen modernlik ile dünya genelinde önümüzde bizi bekleyen tüm çağlar ve dönmeler boyunca her şey birbirine karışmayacak mıdır? Yüksek oranda bilgi karmaşası ve bilgi kirlilikleri yaşanmayacak mıdır?
Durrell Baltazar’da hikâyede geriye ve ileriye doğru adımlar atarak, zamanın prizmasıyla oynayıp, hiçbir şeyin değişmiyor gibi göründüğü İskenderiye güneşi altında dünyada her şeyin nasıl değişeceğini son derece sakin ve şiirsel bir dille anlatmaya devam ediyor.

Mountolive kitabı ile İkinci Dünya Savaşı’na iyice yaklaşıp, diplomatik kadroların nasıl oluştuğunu okumaya başlıyoruz. Hemen burada bir paragrafın bitiş cümlesini alıntılamak isterim: “Batı bilincini simgelerler.”Dünyada batı izdüşümü meselesinin nereye gittiğini anlatan kısa bir paragrafın bitiş cümlesi olan bu cümle bizi Mountolive’de anlatılacaklara hazırlar gibidir.
İskenderiye’nin çehresi savaşa hazırlanan dünya aracılığı ile belirgin bir şekilde değişmektedir artık ve Hosnani ailesinin de (Justine’in kocası Nessim’in ailesi) merkeze yerleştiği kitap boyunca sadece siyasi oluşumlar değil, Nessim’in babasının söz almasıyla Müslümanlık, Hristiyanlık ve Kıptilik mezhebinin konuşulduğu uzun monologlar romana dahil olur.
Lawrence Durrell’in kitabın başında neden bu uzun monologları tercih ettiği üzerine düşünmemiz gerekebilir. Politikalar ve dinler -bilinenin tam aksine- diyalog üzerine kurulu değiller midir acaba? Din kesin değildir, bunu biliyoruz, ama siyaset de mi değildir?(!) Diplomasi, müzakereler, fikir alış verişleri, uluslararası anlaşmalar bütün görüntüyü flulaştıran tülden perdeler midir?
Çağdaş sevginin, aşkın ve cinselliğin irdelendiği bir dörtlemede bu konuyu burada bırakıyorum zira,Mountolive romanında Leyla ile Mountolive aşkı benim için daha değerli. Kendinden yirmi yaş küçük bir adamla evlendirilen Nessim ve Naruz’un anneleri Leyla 40’lı yaşlarına geldiğinde kendisinden küçük genç diplomat Mountolive’eaşık olur. Mountolive de ona elbet. Bu romanla ilgili asıl verilmesi gereken müjde, İskenderiye Dörtlüsü’nün Justine dışında bir de Leyla’sının olduğudur. Bu karakter üzerine günlerce konuşabilirim. Ve tabii bir sonraki kitaba ismini veren Clea ve Melissa da var. Fakat Leyla’nın varlığı aynı Justine’ninki gibi çok özel. İster istemez düşünüyorum, neden Leyla ile ilgili bir kitap yok diye. Çünkü İskenderiye şehrinin yıldızı parlayan yapısında Hosnani ailesinin ve elbette bu ailenin annesi olan Leyla’nın eş, anne ve aşık kadın olarak etkisi dörtlemeye bir kitap daha kazandırabilirdi.
Darley, Baltazar, Nessim ve Pursewarden (Ki -aynı Leyla gibi- Pursewarden karakteri ile ilgili de bir kitap yazılabilirdi) dörtlüsüne karşılık Justine, Leyla, Melissa ve Clea kadınlar dörtlüsü İskenderiye Dörtlüsü’nün omurgasını oluşturuyorlar. Bu kadınlar olmasaydı, İskenderiye Dörtlüsü dünya edebiyatına damga vurur muydu? Elbette, hayır. Çok sevdiğim külliyatlarla ilgili tipik “okur iştahı” çerçevesinden baktığım için keşke Leyla ve Pursewarden’e dair kitaplar da olsa diyebiliyorum fakat bu noktada hemen Durell’in karakterler aracılığı ile oluşturduğu olay örgüsü ve duygular bazındaki simetrik yapıyı gözden kaçırmamak gerektiğini de yazmam gerekiyor. İskenderiye Dörtlüsü dört kadın ve dört erkek ölçeğinde karşılıklı bakış, algı ve yorum çerçevesinde yazılmış. Karakterler odağında aynı simetrik yapı Avignon Beşlisi’nde de mevcut.

Darley, Melissa’nın kızıyla İskenderiye’ye geri döner. Ve Cleaile karşılaşır. Bu karşılaşma daha ilk roman itibariyle açılmasını dört gözle beklediğimiz katmanları yaprak yaprak açar. Durrell arzu ettiğimiz aşkın mağma tabakasına Darley ve Clea eşliğinde ulaştırır bizleri. Bekliyor muydum böyle bir şeyi, hayır, ama iyi geldi mi, evet, çok iyi geldi.
İskenderiye Dörtlüsü’nün dördüncü kitabı Clea’de tam manasıyla dört başı mamur İskenderiye şehrini ve aynı zamanda yine bu kitapta tam ve olması muhtemel bir aşk hikâyesini nihayet anlatıyor Lawrence Durrell. Nihayet diyorum çünkü Darley ve Justine için hayal etmiştik bizler bu ilişkiyi. Ama bazı hayaller gerçeği yansıtma konusunda eksik kalıyor maalesef. Bu eksik, gizemli parçayı Durrell Clea’nin isminin anlamına yakışır bir biçimde dörtlemenin bu son romanın da “Temiz”e çekiyor. “Temiz”e çekiyor derken, bir kusuru kusursuzlaştırıyor gibi bir şey demek istemiyorum. Serinin başından itibaren, gizemli, gölgeli, üstüne tül perdeler çekilmiş fluluğlar netleşiyor. Zaman en sonunda olması gerekenleri, olması gerektiği gibi, yaşanması gerekenleri, yaşanması gerektiği gibi, yan yana gelmeleri gerekenleri yan yana getirerek görevini her zamanki gibi tamamlıyor.
Serinin son kitabı Clea ile ilgili başka bir boyut ise; uzun zaman sonra ve bir dünya savaşı söz konusuyken -Melissa ve Justine ile gerçekleşen tuhaf ve karanlık ilişkiler sonrası- İrlandalı göçmen Darley’inbiseksüel ressam Clea ile Clea’nın isminin anlamına binaen “temiz” bir ilişkiye başlaması. Böyle bir aşk ilişki kimin aklına gelirdi? Fakat hiçbir aşk ilişkisi “temiz” değildir. İki insan Darley ve Clea elbette değişmişlerdir ama değişenler sadece onlar değildir. Hikâyenin ölen karakterleri de değişmişlerdir bu süre zarfında. “Temiz” bir başlangıç söz konusudur elbet ama ya “temiz” bir değişim…? Eskilerin üstüne bir inşa söz konusu ise özellikle, temizlik ne derece mümkün olabilir?
Lawrence Durrell’in böylesine çok karakterli bir yapı içerisinde öncelikle şehrin geçirdiği değişimleri ve bu değişimlere istinaden şehirdeki tüm yaşam olanakları maskelerinin de değişmesinin olağanlığını anlatışı bir şehrin bir hikâyeye neler katabileceğinin en edebi yolu. Bu yolun değişimlerinin karşılığında ise karakterlerin değişimlerini ve onların yüzlerindeki maskelerin de her an değişebileceğine yapılan vurgular o kadar şiirsel ki, böyle aşkların ve ilişkiler ağının yaşandığı bir romanda böylesine bir şiirselliği yakalamayı her yazar başaramaz. Edebiyatta şiirin anlatı ölçütlerini çok iyi kavramış bu yüzden de anlatımdaki şiirselliğin yarattığı güçlü zarafeti ustaca kullanmış bir yazar Lawrence Durrell.
İnşaat mühendisi İngiliz bir baba ve koyu Protestan İrlandalı bir anneden Hindistan’da dünyaya gelen, on iki yaşında İngiltere’ye okuması için gönderilen, çeşitli okullara devam ettiği halde başarılı olamayan, 1930'larda gittiği Paris’te yazar olarak kariyerine başlayan Durell uzun süre Yunanistan’ın Korfu adasına yerleşti ve orada çalıştı fakat İkinci Dünya Savaşı sırasında –ve sonraki yıllar boyunca- Rodos, İskenderiye, Kıbrıs gibi Akdeniz ülkelerinde de yaşamını sürdürdü. 45 yıl (bazı kaynaklarda 30) hayran olduğu Henry Miller ile mektuplaşan, dört kere evlenen, Sappho adlı kızı intihar etmiş olan, dörtleme ve beşleme romanlarını geniş ölçekli bir düşünce, felsefe ve anlatı yapısı üzerine kurarak oluşturan, kurgusal gerçekleri ve duyguları tüm karakterlerin bakış açısıyla ortaya koyduğu bir tarz yaratan Durell, tüm bunlar düşünüldüğünde kitaplarının okunması adına iyi bir belleğe sahip olunması gereken bir dünya edebiyatı yazarıdır kesinlikle.
Unutmadan, İskenderiye Dörtlüsü’nün çevirisi için değerli çevirmenimiz Ülker İnce’ye teşekkür ederim.