top of page
  • PROLOG

Dört Ayak Üstü-I / Deniz Tarsus




“Yolcu nasıl ararsa gideceği yolu

ben de öyle aradım işte, ovanın düzünde olsun,

yıldız bile görülmeyen toprağın bağrında olsun;

geç kaldım gibime geldi çok zaman,

gözlerim güneşi görsün ışığı boşansın üstüme istedim;

karanlık yok oluyordu sen ışıyınca,

ölüleri bile diriltirdi parıltıların.”

Gılgamış Destanı

(Çeviren: Sait Maden)



Kasabaya doğru. Karanlık. Çok. Kazan karasına boyalı dört taraf. Yıldızları sökülü öksüz kainat. Hayatın söndüğü koca felek. Hayal et, etme etme, nefesin çekilir. Solarsın. Yıldızlar gittiyse hani nerede ya kuzeyin yıldızı? Bu iki kardeş yollarını nasıl bulacak? Yol yıkık, toprak hüsranda. Sanırsın, cehennem dipten uyanıp yeryüzüne çıkmış da civarında ne kadar çeşit mahlukat varsa hepsinin ümüğünü sıkıp kanını buharlaştırmış. Bu sessizlik ölümün zikri.


Harap yol. Dönemeçler cabası. Apış arası gibi açıkta. Haşa. Eskiden ağacın ormanın gizlediği vadi orta malı. İki kardeş teslim olmuş. Araba farının yaladığı şerit nereye dönse o yöne direksiyon kırıyorlar. Koku. Genzi yakan koku ağır. Ağır. Yangın kokusu fena sinmiş bu civara. Nesiller gelsin geçsin, yine de kolay kolay çıkmaz. Katil can alırken ağzı nasıl kokar? Canı yiyip yuttuktan sonra katilin içi nasıl kokar? Binlerce ağacın soluğu dikiliyor. Dimdik ayakta. Sen gitti san. Gitmediler. Sen yandı bitti kül oldu san. O kadar kolay değil o iş. Kimse bu kainatı terk etmez. Rüzgar canı savurmaz, içinden geçer gider. Manayla cisim burada ayrılır. İç içe olsa da. Bir rüzgar gelir vurur, yaşamak kafaya dank eder.


İki tepeliği aştıktan sonra babalarının arada bir uğradığı Katipler köyünün Fiskelik Meyhanesi’ne arabayı park edecekler. Dağ köyüne yakın uçurumun hemen dibindeki kayalığa kondurulmuş derme çatma barakanın içine adım atmayacaklar. Arabada oturmak bile külfet. İç sıkıyor. Yürek dört duvar arasını kaldırmıyor. Yanık kokusu dışarıda daha fena, olsun, göğü görmeli. Göğü görmeli. Bütün haşerenin, yaprağın, otun, hayvanın tüten leşine inat. Canını mahreminde taşıyanlar. Mevtanın bitişiğine çökmeli de içmeli teselliyi. Bakarsın, bir düğüm çözülür. İhtimal bu ya.


Barakanın etrafı kayalık olunca alev buraya vurmamış. Rüzgar durmuş, devlet de sağ olsun planörü itfaiyeyi çalıştırınca yanmaktan son anda kurtarılmış. Fiskeli Meyhanesi’nin sahibi İhsan dayı, ona “Şanslısın,” dendiğinde, “Keşke benim virane baraka yansaydı da bu kadar cana musallat olmasaydı,” diye cevap vermiş bir zat. Ufak tefek kenarı köşesi kararıp tutuşsa da dert değil. İki üç masa var zaten hepi topu. Birinde Zülfikar, Ahmet, Şakir fosur fosur elde sigara, sofrada teneke peynir, arada mide guruldarsa iki çatal atıp kemiriyorlar, rakının ne kadar içildiği mühim değil. Mobiletler kenara atılmış. Gündüzden demlenmeye başlamış elalem. Zülfikar’a sıcak basmış, kısa kollu gömleğin önü açık, içkiden tomarmış tüysüz göbeği dışarıda. Şakir’le Ahmet genç. Onlar zayıf çok zayıf. Şakir’in iri burnu kaşık kadar yüzünü kaplıyor. Sigara iki parmağı arasına yer etmiş. Çektiği dumanı burnundan veriyor. Konuşursa ağzından da sızıyor.


- Zülfikar abi bak bu son artık. Tamam? Bi yüzlük yüklendik. Tansiyonun fırlayacak, yetti. Anlaştık?


- Mızmızlanma Şakir. Bi şey anlatıyoruz şurda. Canımı sıkma. Konuşmazsam patlayacam. Tamam?


- Zılgıtı biz yeriz yengeden zaten, “Buna neden bu kadar içirdiniz!” diye. Sana giren çıkan yok, kebap.


- Köylüleri diyodun Zülfikar dayı, yarım kaldı.


- Köylülerin, ne ama Ahmet? Püh sana Şakir! Unutturdun.


- Gözleri dedin, bölündük.


- Ha tamam hatırladım. Civarı dolaştım geçen gün itfaiyeden Murat’la. Teftişe çıktık. Geriye börtü böcek bir şey kalmıştır belki diye. Yazık kardeşim. Her şey kömür olmuş. Aklına gelebilecek her şey. O nasıl bir alevse! Meret! Ben şaşırınca Murat da, “Zülfikar dayı şaşırma bu ağaçlar hepsi birden bi tutuşuyolar, bir anda bi yanıyolar! Ve sana yemin, öyle bi hararet çıkıyo ki aklın çıkar. Böyle bir şey yok, kemiğini eritir fark etmezsin. Kemiği geç, en dayanıklı madeni koy, buhar eder.” Abov! Kemik eritmek ne la! Köylere de girdik. İnsanlar perişan. Evler yanmış orada da. Hiçbir şeyleri kalmamış. Bizim gibi. Herkes hayvanına ağlıyo, can gitti diye. Ama o hüzün. Tek tek insancıkların gözünün içine bak bakalım ne göreceksin?


- Neymiş?


- İnsanların gözünün ferine balkı çökmüş. Hastalık gibi bükmüş ateş. Vallaha bak abartıyosam, insanlar ölmeye he. Kaç güncük ömür halbusem. O namussuz alev var ya o alev beş kuşağın geçmişini geleceğini sikti. Beli doğrultmak, kaç beş kuşak, belki altı hatta yedi de sen. Zor kardeşim. Beli doğrultmak zor. Olsun. Evelallah bu günler de geçer. Yeşile çıkar yine yolumuz. Şimdi ne olacak biliyonuz mu çocuklar?


- Ne olacak abi?


- Şimdi yasın turşusu kurulacak. Amma! Yasın turşusu şekerden kurulmaz. Kaşık kaşık tuz olacak ki uzun süre dayansın. Ağaçlar ölmüş gitmiş daha acısı var mı ya? Biz de yası madalyon gibi ahanda şuraya asacaz. Boynumuzun borcudur. Ha bir de ne var? Biz topraktan, ağaçtan karın doyururken yeşilin yemişin mundar olduğu yerde ocağı terk edip gitmeyecez. Mümkün mü kardeşim? Geriye kaç kişi kaldıysak. Say, kuşu, yılanı, tilkisi, solucanı, otu, kurbağası, insanı neysek kaç kişiysek - bak görürsün yakında - diriltiriz burayı. Farenin yarası varsa yılanın zehri merhem olacak, sığışıp da uyuyacaklar kucak kucağa kuru otun üstüne. Az dolan etrafta, görürsün. Bu cihan böyle.


Şakir de sustu. Ahmet de. Rakılar bitmiş olsa doldurmak susmaya sebep olacak. Daha yarıda. Boğazlar düğümlendi. Göz doldu kederle. Zülfikar konuşsa ağlayacak. Rezalete gerek yok. Sustular bir süre. İçlerine dolan hüzün biraz dağılınca konuşmaya ancak hal bulabildiler. Ancak bir esinti geldi, rüzgar üstlerine çullandı. Kafalarına yel basarken civardaki bütün ağaçların fısıltısını getirdi. Kuru dalların arasında gezen geçmiş. Denizde tekne direğinden çıkan ıslığa benzer o fısıltı burada ağaçların ağıdına dönüştü. Zülfikar yanan ormana gözünü çevirdi. Dağ köyünün meyhanesinde bahçede oturan herkes aniden esen yelle dağlara döndü.


Biraz sonra iki kardeş arabayı uzağa park etti. İndi. Karanlığın içinde yürüye yürüye ışığa çıktılar. Sessizlik oldu. Çolpan’la Ebran Zülfikar’ı şıp diye tanıdı. İnsan bir yaştan sonra kolay kolay değişmiyor ne de olsa. Ebran gözlerini kısıp diğerine baktı. Anımsıyor gibi, kimdi? Ahmet’i ucu ucuna çıkardı. Aynı ilkokulda okumuşlardı. Ebran’ı dikkatle kendine bakarken yakalayınca Ahmet de kuyruğu dikti. Yeşil gözler. E bu kimdi, tanıdık. Ebran? Zümrüt gözleri. Ortaokulda şehire okumaya gönderilen ikiz kardeşlerden ilki Ebran. Ahmet baykuş görmüş gibi doğruldu. O doğrulunca Zülfikar da toparlandı, kadın gelmiş mekana zaten, gömleğin önünü ilikledi. “Ebran?” dedi sesi kısık. “Ahmet? Sen misin yoksa?” “Ben tabii.” Sıcak toprakta yalın ayak koşup denize varmış gibi ferahladı Ahmet eli Ebran’ın eliyle buluşunca.


- Hadi ordan! Ebran’la Çolpan mı gelmiş!


- Evet Zülfikar dayı tanıyamadın mı? Oğlum ben sizi en son ne zaman gördüm? Kocaman adam olmuşsunuz.


- Olduk valla.


- Başınız sağ olsun. Haşmet’le Zeynep kardeşimizdi. Kaybettik.


Tekrar karşılaşmalarının sebebi akla düşünce hepsinin göğsü burkuldu. Suratlar düştü. Ebran burnunun sızısında, “Kaybettik,” diyebildi.


- Öyle kızım öyle. Hepimiz kaybettik. Ayakta kaldınız.


- Gelin, buyrun, dedi Ahmet.


- Bizim birkaç konuşacağımız şey var. Size içkide yetişelim, gelir otururuz.


- Tamam kızım nasıl isterseniz.


İkizler uçurumun en ucundaki masaya çöktüler. İlk defa biri baş sağlığı dilemişti. Ne arkadaşa ne iş yerine haber verilmişti. İkisi de telefonu kapatıp memlekete koşmuştu. Ebran bir süre ağladı. Bir yandan aynı kelimeyi tekrarladı.


- Kaybettik. Kaybettik.


devam edecek...

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page