- AYSİM DEMİRÖZ GÖRAL
Damardan zindan

Tenekesi çürümüş sobanın leblebi kadar deliklerinden yanan odunların ateşi şeytan gözü gibi parlıyor, alevin yorgun sesleri radyonun cızırtısını bastırıyordu. Evin yaşanan tek odasındaki geniş camın önüne serilmiş sedirde susuz kalmış toprakları andıran yüzünü koluna dayamış, dışarıyı izliyordu. Ofladıkça keçe gibi bıyıkları havalanıyor, sigarasının külü sedirdeki yastıkların üzerine düşmek üzere eğilmiş bedeninin bir hareketini bekliyordu. Anne çay bardağını ve 35’lik rakısını bakır tepsiyle önüne itti. Yanına katacağı mezesi ocaktaydı. Evde yılgın bir yağ kokusu; ciğer mi yağa bulanmış, yağ mı ciğere belli değildi.
Damar damar elleri rakısına uzandı, şişenin kapağını kıllı parmaklarıyla usulca çevirdi. Böylesine hoyrat olmadan dokunabiliyor muymuş? Kıllı parmakları ince belli bardağı sardı, ilk yudumu yavaşça yutarken, âdem elması aşağı yukarı hareket etti. Derin bir oh çekti, keçe bıyıkları yanaklarına doğru kavislendi. Sarı Bela ürkek bakışlarıyla pencerenin önünde bir sağa bir sola kaçışır gibi dolanıyordu. Gözlerindeki korku turuncu tüylerinin parlaklığını söndürmüş, patilerinin altları benek benek olmuştu. Hastaydı bir süredir Sarı Bela. Nasıl olmasın? Ümran, babanın damar damar elleri masaya yeter ki vurmasın, radyoda çalan müzik aman ha susmasın diye kızartılan ciğerlerden eksildiği anlaşılmayacak kadarını elleri yanarak Sarı Belaya getirirdi. Kapı çaldı.
Ümran iki büklüm bitirmeye çalıştığı eğik yazı ödevinden başını kaldırıp, önce anneye sonra kardeşi Tevfik’e baktı. Tevfik önündeki kerestelerden araba yapmış oyununu çoktan kurmuş; anne Münevver ise elindeki örgüyü söküp duruyordu. Koştu kapıya.
“Hatçe Anam dedi ki sizin Sarı Bela yine bizim bahçedeki tavuklara dadanmış, kesiverecekmiş boğazını.” Ceylan’nın her daim dudaklarının kenarında kandil gibi sarkan sümükleri yağlı saçlarına bulaşırdı. Ceylan da Ümran da çiş kokar ve sadece birbirleriyle oynarlardı. Ama Sibel öyle miydi? Annesi Sibel’in saçlarını tam ortadan ayırıp, sımsıkı örerdi her sabah. Uçlarında mutlaka şekerleme gibi kokan tokaları sallanırdı. Limon kolonyası kokardı Sibel. O sebepten Ümran okulda hiç yanaşmazdı ona. Dahası Sibel’in annesi “Gezme o bitlilerle sakın ha,” diye tembihlerdi çantasını kızının sırtına yerleştirirken. Bazı günler babası Turgut gelirdi almaya, okulun toprak yolu üzerinde Sibel babasının bacağına sarılır, örgülü saçlarının kenarından doğru Ümran’a bakar, Ceylan yine sümüklerini çekerdi. İncecik damarsız elleriyle saçlarını okşardı kızının. Ceylan’ı anası Hatçe, Ümran’ı ise baba döverdi. Dayağı yiyip yorganına sarıldığı her gece Ümran süngeri pörsümüş döşeğe işer Münevver sekiz numaralı şiş ile ördüğü baklava desenli acı kahve yeleğini sabaha doğru sırtına geçirip sessizce güneşe sererdi döşeği.
Baba dikildi arkasında kocaman sesiyle: “Git söyle o çulsuz anana gidiyor sabaha Sarı Bela, rahat uyusun.” Dirsekleri kaçıncı kez yama yapılmış kazağına sümüklerini sürerek, mavi plastik cizlavetlerinin arkasına basarak gözden kayboldu Ceylan. Münevver desenli kusmuk sarısı muşamba serili masaya dibi tutmuş bulgur pilavı, tencerenin kenarına dayanmış uçları kararmış üç adet tahta kaşık koydu. Ciğerlerin kızardığı tavayı ise babanın önüne yürek yemiş gibi bir öfkeyle bıraktı. “Kız Münevver canına mı susadın, ikinci kadehimde olmayaydım bilirdim yapacağımı.” Radyodaki cızırtılı türküler odada dolandı. Sarı Bela pencerenin önünden içeriye baktı. Dibi tutmuş bulgur pilavını kaşıkladılar. Münevver’in ağzındaki lokma yanağına dolmuş, baba ise kocaman ciğer parçalarını ağzına atıp, beyazı sararmış atletinden sarkan kıllarını yolarak rakısını içiyordu. Tepedeki beyaz florasının ışığı yanıp sönüyordu. Sobanın içindeki kalaslar ateşe teslim olmuş, baba rakısının yanındaki su bardağına plastik şişedeki şalgamdan boşaltıyordu. “Ne o lan? Canınız mı çekti? Canınız hep benim rızkımda ya zaten gebeşler! İçin lan, şalgam da için.”
Münevver bardağın altından babanın yüzüne baktı. Damar damar elleri ve yüzü kıpkırmızıydı. Baba hep böyle kızgındı. Ama 35’lik rakısı varsa masada melek olurdu. Kahpeydi felek, ikinci kadehi yuvarladıktan sonra, ıslanmış muşamba örtünün desenleri üzerinde ellerini gezdirirken öyle derdi. Susarlardı. Tevfik üst dudağını ısırır, Ümran burnunu çekerdi. Feleğe kızardı o anlarda, onlara değil. Felek her kimse gidip hesap sormak isterdi Ümran. Neden babasını bunca üzüyor diye. Feleğin elleri babasınınkinden daha damar damardı belki de. ‘’Oh ,’’ derdi her yudumda. Sarı Belaya ciğer bile sallardı pencerenin önündeyse.
“Az kaldı gidecek bu dört ayaklı,” dedi ağzındaki kocaman ciğeri döndürürken.
“Benim babam güçlü,” demişti bir gün okulda Ümran. Gülmüştü kızlar, en çok da Sibel. “Canavar kızım senin baban!” demişti Sibel saçlarının uçlarındaki şekerleme gibi tokalarla oynayarak. Tükürmüştü yüzüne Ümran. Tükürüğü saçlarına yapışmıştı. Annesine sormuştu bir gece döşeği sererken: “Benim babam canavar mı?” “Geberesice.” demişti Münevver hırkasının koluna geçirirken. Eski ceketleri onardığı, son zamanlarda daha çok paça işi yaptığı köşe bir dükkânı vardı babanın. Kirayı yetirebildiği aylarda 35’lik keyfine para yetişmez ama şalgamı ıkına sıkıla illa ki alırdı. Genelde dükkânı kapalı olurdu. Esnaf, ‘’Ha alkolik mi?’’ diyorlardı, ‘’Pisliğin biri o.’’Suratlarını buruştururlardı ama kahvede oyuna da beklerlerdi. Oyun iyi bittiyse hele bir de rakısı varsa melek, yenildiyse canavara dönüşürdü baba. “Sabaha,” dedi “Sarı Belayı Turgut hıyarına verecem, iyi de fiyat biçti. Kız Münevver alalım parayı, senin şu teneke sobayı değiştirelim hele.” Odanın içi adamlar doluşmuş da sigaralarını tüttürüyorlar gibi duman altı olurdu. Tenekenin çürümüş yerlerinden çıkan ses daha yakından duyulurdu o saatlerde. Her keyifli akşamın bir yerinde baba sobayı değiştireceği lafını ortaya atar, Münevver’in içine umut düşürürdü. “Hep diyorsun da eremiyoruz murada bir halde. Ne zaman alacakmışsın, desene hele?” diye sorardı ılık bir ses ile Münevver.
Yine midesi kalktı Ümran’nın. Bazı gecelerde soba sabahı beklemeden yanar. Ümran yorganın altında ter içinde uyanır, Tevfik’i dürterdi. Tenekesi çürümüş sobanın üzerindeki pirinci kararmış bakraçtaki suyun sesi, banyodan süzülen soluk sarı ışık Ümran’nın kafasını çok karıştırırdı. Annesinin etekleri sarkmış acı kahve yeleği divanın kenarında sallanırdı. Sesleri duyardı banyodan, su dökerdi annesi babasına. Odada traktör park ediyormuş gibi bir gürültü olurdu baba banyodan gelip yatağa kendini yerleştirirken.
“Kalk kız, ekmeğini yimeden gitme, kalk giyin hele.” diye dürterdi Ümran’ı anne. Sabah hemen düşerdi odanın içine. Baba tekmeyle yorganı iteler, aslan gibi kükrerdi. Kollarını iki yana kocaman açıp, bir gece öncenin kokusunu odaya salarak esner, sağa sola söve söve kalkardı. Suyu yüzüne döverek çarpar, aksı bozulmuş aynada dişlerinin arasından dün geceden kalan maydanoz parçalarını çıkarırdı. Münevver döşekleri toplar, muşambası delinmiş masanın üzerine zeytini, ekmeği yavaşça koyardı. Çayın höpürdetilen sesinden başka hiçbir ses duyulmazdı odada. Zeytin çekirdekleri keçi pislikleri gibi muşambanın üzerine dizilirdi. Sarı bela camın pervazında bir yalanır durur içeriye bakardı. Kapı bir anda kapanır, duvardaki tabaklar sallanır, öğlene kapatacağı dükkanına giderdi baba. Ümran, Münevver ve Tevfik kalırlardı tenekesi çürümüş sobanın yanındaki masanın etrafında. Sarı bela camın önünde uykuya düşerdi.
Ne zaman çıkarlardı ya da çıkarlar mıydı acaba bu damar damar zindandan?