- BELGİN ÖNAL
Do Sesi'nden Ferit Edgü'ye Dokunmak

Bu metin, Ferit Edgü’nün 1999-2000 yılları arasında yazmış olduğu kısa, tüm fazlalıklardan arınık altmış öyküsünün yer aldığı Do Sesi* adlı kitabından yola çıkarak yazara varma çabasıdır.
I - Ölüm Öyküleri
“Biçimlerim ve ölümlerim sayılamayacak kadardı.”
J. L. Borges
“Do sesini verdim, ölümü yendim” diyen Semiha Berksoy’adır Ferit Edgü’nün kitaba adını veren ilk öyküsü. Her nota bir sese karşılık gelir ve her nota seslerin zaman içerisindeki uzunluğunun frekansını verirken sözcükler öykülere dönüşür. İlk nota “do”dur. Yaşamın ilk adımıdır. Ölümden önceki ilk adım. Ve insan bu sesle var ve yok olur toza, ruha ve sözcüklere dönüşürken. Kitabın içinde simgesel olarak ilk ve son nefestir “do” sesi. Varoluş biçimlerinin sesli, sözlü anlamı ve ölümün sözcüklere dökülmüş ölümsüzlüğüdür.
Roman şiirselliğinde ve derinliğinde mini öyküler yazar Edgü. Uzun uzun hayatların anlatıldığı, aslında uçsuz bucaksızken Edgü’nün sularında yıkanıp yoğunlaşmış derin öykücüklerdir bunlar. Edgü’nün ruhunda batıp çıktıkça arınmış, “do” sesiyle yaşamın son anına kadar ölümü kovalayan berrak öyküler.
İlk sesten son sese kadar her şey sıkıştırılmış gibidir; aşk, vefa, dostluk, iki nefes arasında saklanan hayat, cümlelerin arasına bir koleksiyoncu özeniyle elde cımbız, gözde gözlük, hangi sözcük nereye yerleşmeli titizliğiyle kaleme alınmıştır. “Beklenti” öyküsünde örneğin, kendi babasına kavuşmak için acele ederken çocuk adımlarıyla hasta yatağında ne olacağını bilmeden ölümü sabırsızlıkla bekleyen annesine oğlunun onu avutmak için söylediği, “Ölürsün anneciğim, biraz sabret, ölürsün.”(s. 14) sözü, Edgü’nün kaleminin sihridir.
Ölümü eliyle koymuş gibi bilebilmek ve çok yakından tanırmışçasına bulabilmek, ölürken gözkapaklarının ardından çocukluğun ayak izlerini görebilmek; Edgü’nün az sözcükle ölüm gerçekliğini kolayca nasıl yazabildiğini, ölümü bilebilmek kadar doğal yapabildiği, başarabildiği bir şeydir.
Babaya ölümle kavuşmak teması, “Beklenti” öyküsünde
“Artık sabrım kalmadı, dedi. Babamı özledim. Babama kavuşmak istiyorum.
“ Babamı mı özledin? dedim hınzırca.
“Yok, be yavrum, diye inledi. Senin değil, kendi babamı.”(s. 14)
sözcükleriyle dile getirilir. Edgü öykülerinde ölümden önce mutlaka geçmişe, çocukluğa bir dokunma ve hatta yapayalnız kalmasın diye onun da elini tutup yanında götürme, bir kavuşma, bütünleşme hali göze çarpar.
“Adlar” öyküsünde yine bir baba figürü görünür. “Sonunda ben de babamın yaşına vardım.”(s. 17) Ölümden çok önce mutsuzluğu tatmış, ona karşı çok önceden güçlenmiş kahramanları yazar Edgü. Ölüm nedir ki ayrılıklar, geride kalıp bir başına hasret çekmeler varken. Mutsuzluklarıyla ölüme karşı şerbetlenmiş kadın, erkek, insanlar vardır bu hayatta ve onlar öykülere girerler. Sevdiklerini ölüme vermiş ve yaşamdan daha ziyade ölüme çevrilmiş yüzleriyle kaçınılmaz olanı bekleyeduranları okuruz Edgü’de.
Ölüm çelme takar yaşama, çünkü geride kalanlar yaşarken her gün ölür o andan sonra. Çünkü ölümden sonra makas değiştirir hayat, geride kalanlara.
Öykülerin kısa olması, “sığ” oldukları anlamına gelmez. Çünkü hem yaşam hem ölüm bir “an”lıktır ve bu, öykülerin ruhuna yansır. Yaşamın kısacıklığına vurgudur bu aslında. Öylesine arınıktır ki bu yoğun, minicik ama sınırsız ömürleri taşıyan öyküler, hayatın taşlarını çıkarınca geriye zaten bir tek ölümün kalakaldığını görürüz okurken. Bu öykülerin zaman karşısında ölümsüz olmaları, yaşamı sırtlanacak kadar güçlü sözcüklerle kaleme alınışlarındandır. Sağlam ve dayanıklı oluşları burada gizlidir, kendilerinden beklenmeyecek ufacık öykülerin.
Edgü bizi başka yolların yolculuğuna çıkarırken, bambaşka sokaklarda bildiğimiz, akıl edebildiğimizden çok farklı sonlarla yazar öykülerini. Başladığımız yerle vardığımız yer arasında hep bir kocaman yol sapağıdır sözcüklerin arasından geçmiş olduğumuz. Ummadığımız sonlarla sarsar bizi. Aklımızın labirentlerinde, bilmediğimiz ayrımlara götürür. İnsanoğlunun hayat karşısındaki yıkılışını, yalnızlığını, ölüme karşı baştan yenilgisini inceden, sadece kokusunu duyacağımız dokunuşlarla alaya alır. Komik bulur belli ki, ya da yakışık bulmaz insanın hayattayken yaşadığı ölüme benzer acınası yalnızlıkları, şaşkınlıkları, acemilikleri, çocuklukları. En çok da insanın insana yaşarken yaptıklarını, kayıp belleklerini komik bulur. Öyle hissettirmeden okutur ki bize bu satırları, belleğin ölü canı bile kımıldamaya başlar, içimizdeki suskun acı bile ne olduğunu anlamadan.
Edgü, insanlığın belleği için yazmıştır, bu değişik, başka, okurken değil ama sonradan ruhumuza yerleşip içimizde büyüyen bu öyküleri. Bunları okurken Cioran’ın “Hepimiz soytarıyız: Sorunlarımızdan sonra da hayatta kalırız.” sözü aklımıza gelir saklandığı yerden.
Görür; çaresiz, acınası, ironik, anlaşılmaz bulur insanı ve yazar, Edgü. Bir gün birisi anlayabilsin diye. Çünkü yaşam kocaman bir yanılgıdır ta en başından. Elimizde saklayıp tuttuğumuzu zannettiğimiz her şey kum gibi kayar avuçlarımızdan. Bize ait tek şey sözcüklerle örülü öykülerdir. Çünkü bütün öyküler, vurgudur yitiklere.
Semiha Berksoy, Füreya, Paris, yaşam zengini acılı figürler olarak karşımızdadırlar. Hayat her türlü zenginliği yaşatır anlamında hayat dersleridir bu anımsamalar. Yoksulluk, acısızlığın tanımıdır belki de ve bu bağlamda yoksul insan yoktur öykülerinde. Yaraları sızlayan, nereye gideceğini bilemeden yürüyen, bıkkın ama yine de bir gün kayıplarına kavuşacaklarına olan sonsuz inançla o günü beklemekten vazgeçmeyen yorgun kahramanlar dolaşır ortalıkta.
Adı üstünde, “Ölüm Öyküleri”. Ölümlerden ölüm beğenin Edgü’de. Örneğin, “Düş” öyküsünde düelloda kendisiyle vuruşur kahraman. Füreya’nın anısına adanan “Son Yüzücü”de öykü kişisi denizde kendini suyun akıntısına bırakarak yaşamına son verir. “Sonumsu”da, hasta döşeğindeki kahraman son soluğunda dahi saatine bakmayı ihmal etmez. “Durak” öyküsünde ise, bir baba ve küçük kızı başka hayatlara doğru yürüyorlarken, ölüm de onların gölgesi gibidir. Pek çok ölüm vardır Edgü’nün kaleminde ve biri mutlaka okuyan, yaşayan ve artık yaşayamayanlar içindir.
II - Yaşam Öyküleri
“Yaşam, bir ruh hastalığıdır.”
Novalis
Bu girişle, daha en baştan, yaşamanın sağlıksız, hastalıklı, yorucu ve hatta tedavisiz olduğunun altı çizilir. “Dil” öyküsünde “Benim bir yabancı olduğumu ve öykülerimi bu yabancı dilde yazdığımı ilk kez size açıklıyorum, dedi.”(s. 37) cümlesinden, birbirlerini hor görmenin ortaklığından başka anadilimizin olmadığını anlarız, Edgü’nün o uzak, yalnız dil yabancılığına rağmen. Dil yaşam belirtisidir oysa, daha doğarken başkalarının sözcükleriyle öldürülen. Bu yüzden hayat, çok kısa anlatılmalıdır. O kadar da uzun uzadıya söylenecek bir şey yoktur hakkında. “Özet” öykücüğünde dile getirildiği gibi: “Hayatımı, dedi kırk yıllık dostum, şu iki sözcükle özetleyebilirim: Aldatıldım ve aldattım.”(s. 38) Hayat bu kadardır ve geriye kalan yanı, sözcüklerin herkeste yazılmaya başlayan yeni halleridir.
Edgü bazen, mezarlıklarda hayatın neşesini taşıyan Çingene kızlarını da gösterir bize en umulmadık biçimde. “Şanslı” öyküsünde olduğu gibi: “Çingene kızları öyle mi? Seni gidi talihli köftehor. Yarın beni de mezarlığa götür, unutmazsan.”(s. 39) Şans budur işte, mezarlığın yanında ebegümeci, ısırganotu toplayan Çingene kızlarını görebilmek.
Kısacık cümlelere nice hayatlar, içinden acılar geçen öyküler sıkıştırmayı büyük bir hünerle becerir Edgü. Bir sihirbaz çabukluğuyla çıkarır şapkanın içinden biz daha öykünün sonuna gelmeden türlü, kırık insan kalplerini, umutsuzca mutluluk arayışlarını, yıllarca süren pişmanlıkların satırlara yansıyan gölgelerini.
Yazara göre, düşmemek için yürüyor ve yaşıyoruzdur. Gittiğimiz, gidemediğimiz, koştuğumuz, koşamadığımız bütün yollar hep aynı bilinmezliğin yol haritasıdır. Hayat bir sözcük olmasa hece, olmadı bir ses, bir harf kadardır sonuçta. Mutluluk da şart değildir. “Yeterli” öyküsündeki gibi, “Sözcükler olmasa da olur. Hecelerle yazarım. Heceler olmasa da olur. Horozun ötüşü. Eşeğin anırması. Köpeğin havlaması. Atın kişnemesi. Suyun şırıltısı.”(s. 46) ile yetinebilir insan. Çok şey beklemeyiz hayattan. Bazen, ölmemek ve yabancısı olmamak yeter. Hayatın belirsiz olması iyidir bazen. Belli olmayan şeylerden biri de, sessizliğin; konuşabilmekten daha güçlü bağ kurabildiğini anlayamamaktır. Yaraları sızlatan, soğutan hayatın kısa öykülerinde aslında hep aynı gerçekliği anlatır Edgü; anlasak da, anlamasak da, anlatsak da, anlatamasak da.
III - Saçma Öyküler
Bu bölümdeki öyküler hep bir ikilem, izdüşüm, aynılık ve başkalık temaları üzerine oturtulmuştur. İzlenen izleyene dönüşürken, başkayken aynı olunur, çünkü eşitliğin doğduğu nokta orasıdır. Şerbetli, tılsımlı, tınılı, değişik, renkli sözcüklerle başarır bunu Edgü, “Şerbetli” öyküsünde:
“Ben şerbetli olmalıyım, dedim.
“Şerbetli mi? Silahlara karşı mı, yoksa sözcüklere karşı mı?”(s. 58)
Dünya üstünde görülmedik bir yer kaldıysa eğer, orası, görülenleri hiçbir şeye dönüştürür “Çöl” öyküsünde: “Çok yerler gördüm. Dağlar, ovalar, yaylalar, denizler, kentler, başkentler… Ama bugüne değin çölü görmüş değilim. Çölü görmediğim halde, biliyorum ki, çölü görmeyen hiçbir şeyi görmüş sayılmaz.”(s. 59)
Oyun oynar Edgü öykülerinde, ister ki, bilmeceye dönüşsün okunanlar. Çünkü yaşam, çok bilinmeyenli bir denklemdir ve biz nereye doğru yol alacağımızı, nereden kaçıp neye saklanacağımızı, sorular denizinde kulaç atmalarla hangi yanıtın kıyılarına varacağımızı hiç bilemiyoruzdur. Zaten saçma olan da budur gerçekte.
Koca hayatta “insan”ı bulmak zordur, çünkü insan bir kaynağın başında bile susuzluğunu gideremez bazen. Saçma olan şeylerden biri de, en ağır ölümün yanında, yaşamda ayrılıkların var olmasıdır. Hep başladığımız yerdeyizdir ya da başlayamadığımız. İçinde devinip durduğumuz, başı sonu aynı yere varan, adı “Hiç” olan o boşluğun içindeyizdir ve biz ona kendimizce yaşam, ölüm, ayrılık, birliktelik gibi anlamlar yükleyerek varlığını yakalamak istiyoruzdur:
“Hiçbir şeyden mi başlamıştık?
“Evet. Sanırım.
“Öyleyse, yeniden başlayabiliriz.
“Niçin olmasın? Önce sen başla.
“Ne diyorduk?
“Hiçbir şey.”(s. 70)
Edgü, “İlenç” öyküsünde “hayatın gözü kör olsun” diye ilenirken, içimizdeki yalnızlığı da anlatır. Bu yalnızlığı gidermek için yazmak gerekir. “Işık” öyküsünde bunu şu sözcüklerle dile getirir:
“Koridorun ucundaki ışığı görüyor musun?
“Tabii görüyorum.
“Öyleyse niçin yazmıyorsun?”
Hep yazıya döner iş. Çünkü bu saçmalıklarla başka türlü baş edemeyiz yaşarken. Bütün saçmalıkları yazabilmek gerekir, henüz ölüm gelmeden.
Edgü, az sözcükle yazar ama çok şey anlatır. O tek sözcüklü cümlelerde bitişik, hatta iki sözcüğün yan yana yürüyemeyeceği dar satırlara uzun hayatlar sığdırır. Düşlerimizden büyük öyküler bırakır gözlerimize. Ancak, yine de gücenik gibidir, insan aklına, sözcüklerin gücüne ve ser verip sır vermeyen hayatın kendisine: “Ama senin bilmediğin bir şey var, yaşamın dört ana yönü değil, bin bir bilinmez yönü vardır. Bunu bilmeden ne okusan, ne yazsan az.”(s. 77)
Yaza yaza, bilemediklerimize varmaya çalışıyoruzdur. Bunu biliriz ya, bu bir parça su serper yüreğimize:
“Bu akıntılı sularda kimsenin uzun süre yüzemeyeceğini, en usta yüzücülerin bile hiçbir kıyıya varamayacağını sana söyleyen olmadı mı?
“Söylediler, ama ben gene de deneyeceğim.
“Ne büyük bir saçmalık bu!
“Olabilir. Ama ben buraya da, deneye deneye vardım.”(s. 78)
Çünkü o Sisifos’un korkunç, anlamsız ve amaçsız cezası hepimizindir. Kendimiz olma ya da olamama kaygısı içimizde, yaşamı yuvarlıyoruzdur ölümden geriye. Deneye deneye, bulamaya bulamaya. Ne büyük saçmalık! O saçmalıklar o değerli öyküleri doğurur Edgü’de. Bu bilgece tavır, bir filozofun dokunamayacağını bildiği gökkuşağına doğru, büyük bir iştahla ömrünü harcayışını çağrıştırır bize. Çünkü öyle saçma bir çaresizlik, yapayalnızlık içindeyizdir ki, sözcükleri evlat edinmişizdir sahiden de.
IV - Geçişler
(Paris / Café Select / 1960 baharı)
Aynı yüce gönüllülük, vefa, vazgeçememe, anlam kaygısı ve kayması, Fransa’da bir caféde kahramanlarıyla sohbete kadar varır Edgü’de. Fikret Mualla’dan Tanpınar’a, Abidin Dino’dan Beckett’e varan bir özlem, anılarda varoluşun sözcüklere dökülüşünü okuruz bu son bölümde: “Tanpınar geliyor. Sırtında bej gabardin pardösüyü çıkarıp oturuyor. ‘Ben bir ıhlamur içsem, diyor. Üşütmüşüm.’”(s. 85)
Gerçekten var mıdır Ferit Edgü, yazdıklarının dışında? Öykülerine gizlenmiş, hatta yok olmak için yazan, yazdıkça kendi görünmez silgisiyle varlığını silip yeniden kaybolan öykücükler yazan bir başka, büyülü öykücüdür o.
Adeta bir mum ışığının gölgesine tutularak okunan gölge sözcüklerin yazarıdır Edgü. Hemen bilinmemek, ol’mak, ol’mamak, anlaşılmak, anlaşılmamak isteyen. Çünkü her birimiz görünmez bir haldeyizdir yaşam içinde. Tıpkı bir ruh gibi, sözcüklerin içinden gelip geçen…

Ferit Edgü,
Do Sesi,
Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul 2002.