top of page
  • PROLOG

Faruk Duman / Sevgili Theo


Kanımca büyük Van Gogh’un, kardeşi Theo’ya mektupları, sanat tarihinin, bunun yanında edebiyat tarihinin en önemli yapıtlarından biri. “Önem” dediysem, belki bunu “güzel” sıfatıyla değiştirmek lazım. Hem yazılışı hem de insanda uyandırdığı duygular bakımından. Yazın, anımsayınca, daha önce alışkanlık edinip -yani başucuma koyup- orasından burasından okuduğum yapıtı yeniden aldım, bu kere Kee’nin ailesinin sanatçıyı hor gördüğü kısımları okudum. Okuyunca da satırların altını çizer buldum kendimi. Van Gogh, sanatçıyı şöyle anlıyor: “Ben bir sanatçıyım,” dediğim zaman, bu sözü söylemekle zaten şunu da söylemiş oluyorum: “…hiçbir zaman tam anlamıyla bulmaksızın hep arayış içinde olmak.”

Oysa kimi insanda birinin apaçık “ben bir sanatçıyım” demesi bir böbürlenme, büyüklenme ifadesi gibi alınır, bu alınganlığın, küçümsemenin altında sanatın bu denli kavranışından epey uzak bir anlayış olsa gerek. Ama ressamın anlayışında da başka sanatçılardan farklı bir yaklaşım, bir saf inanç yok mu? Kuşkusuz. Sanat kendi kapalı toplumunda bir güncel kavrayış yarattığına göre, Van Gogh’un toplumda kendini bu denli yalnız hissetmesinde de şaşılacak bir şey yok: “O denli ileri gitmek istiyorum ki, yapıtlarımı görenler, ‘bu adam çok derinden hissediyor, sevecenlikle hissediyor,’ desinler.”

O zaman, sanata yaklaşım, sanatı yalnız kendisini en iyi, en derinden ve kesin ifade edecek bir arayış olarak görme, uğraşını yalnız o sanata yönlendirme ile sonuçlanıyor. Bunun üzerine, koleksiyonerlerin “daha çok suluboya” baskısını –ve elbette bunun getireceği parayı- elinin tersiyle itiyor. Ne için? Çünkü ressam kendini içsel ve fiziksel bakımdan resme –yani renge- bütünüyle hazır hissedene kadar desen çizmeye kararlıdır. “Elimin hata yapmayacağı güne kadar,” diye sık sık yineler, elin, çizgiyi, perspektifi ve simetriyi ezberlemesi… Böylece bu onun için yıllar sürecek yoğun, açlıkla, olanaksızlıkla dolu yıllar anlamına gelecektir. Suluboya yaparak satabilir. Ama atölyesini çizim kâğıtları ve tuvallerle doldurmak, böylece orayı bir “çöplüğe” çevirmektense desen çilesine katlanmaya razıdır.

İnsanların katlandığı zorluklar, sokağa atılmış çocuklar, perperişan bırakılmış kadınlar, kurumuş bakımsız tarlalar ve yapraksız ağaçlar, bütün bunlar onu öyle derinden yaralar ki, hüzünle ilgili her şeyi, en gerçek haliyle çizmek ister. Hüzün çizmek ister: “Zayıf, zavallı kişilerin ezildiğini o kadar çok görüyorum ki, ilerleme ya da uygarlık adıyla anılan pek çok şeyin gerçekliğinden, içtenliğinden kuşkuya düşüyorum.”

Gerçekten verimli ve çözümcü olmayan şey boştur. Gerçeklik ve gerçek dünya bunu gerektirir. İçtenlikle yapılmayan uğraş, ressamın kendisi için belirlediği gibi, “sevecenlik” içermeyen sanat, anlamını daha en başta yitirecektir. Tıpkı gerçek çözümleri hiçbir zaman orta yere koyamayan din gibi: “Din adamları hepimizi günahkâr sayıyorlar, tohumumuz günah içinde atılmış, doğumumuz günah içinde olmuş, laf! Saçmalığın en iğrenci bu! Sevmek günah mı? Sevgiye gereksinim duymak, sevgisiz yaşayamamak günah mı? Bence sevgisiz yaşamaktır asıl günahkâr ve ahlaksız bir durumu sürdürmek.”

Bu notlar eşsiz Van Gogh’un sonsuz mektuplarından yalnızca bir iki satır. Ama sanat üzerine ne çok şey öğretiyor…

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page