top of page
  • ELİF CEREN PEHLİVAN

Fotoğraf Kokusu


Suratımın bu hali neymiş böyle. Fotoğrafı çeken adamın yanındaki kadın duymadığımı düşünerek bunu söyledi sessizce. Kafamdaki eflatun çiçekli şapkayı boşuna takmıyorum herhalde kulağımın arkasındaki şu meymenetsiz aleti gizlemek için. Bunu senin gibi bir kadına söyleyip sana vicdan azabı bile çektirtmem. Biraz daha konuş ve bende biraz daha sana böyle bakayım. Adam benden izin istedi, fotoğrafımı sergisinde kullanacakmış. Tam otuz dört yıldır bu suratı görmedim ki ben. O ifadeyi görmek, yeniden hatırlamak istemediğim bir günün acısını hatırlamak demek. Gerçekler çok çirkin benim suretim gibi. Adam kamerasını göstermek için yaklaştırdığında çelik fabrikasının isli, madeni kokusu geliyor burnuma. Ufak bir tükürük çıkartıyorum dudaklarımın arasından ve çeneme akan tükürüğü yere doğru üflüyorum. Benim böyle bir hanımefendi gibi durduğuma aldandıklarına oldukça eminim. “Hava bugün tam kararında, bu açıdan güneş yüzünüze çok güzel vurmuş. Bakmak istemediğinize emin misiniz?” Tükürdüğümde anlamadı galiba. Açıkça, pislik bir şekilde gidin başımdan diyorum. Ne hale düşmüş insanlar, nelerden umutlanıyorlar böyle. Hepi topu bir fotoğraf. Neden bilmiyorum, başımdan savamıyorum da bir yandan. Bir merak dürtüyor sol omzumdan. “Bak, hadi bak. Kim bilir yüzün ne hale gelmiş, buruştuğunu görmekten mi korkuyorsun? O güzelim badem gözlerin, çipil çipil kalmıştır.” Bu düşüncelerin aklımdan geçtiğine inanamıyorum. Adamın göstermeye çalıştığı ekranda tam hayalimdekine benzer, ne eksik ne fazla alelade bir kadın vardı. Ama kadın, bir kadın. Gözümün içine kazındı. Kadınla adam yoluna, ben yoluma devam ediyorum. Fotoğraf artık aklımda, nerede görsem tanırım kendimi.

Az ileride yıkık dökük bir ev, yıkmışlar belli ki. Artık fotoğraf aklımda. Çok geç. Eve doğru gidiyorum. O moloz yığını bir zamanlar bir evdi. Belki bizim evimizdi, yıkılan bütün evlerdi. Giriş katta yıkılmayan bir pencere var. Yıkmadılar mı, pencere kendisi mi ayakta kalmayı seçti. Ayaklarıma bir şeyler batıyor. Bu moloz yığını başka bir evi hatırlatmaya çalışıyor şimdi. İstemiyorum anımsamak ve ben unutmuştum. Unutmuştum duvarlara çarpan bedenin içindeki öfkeyi. Neden öfkeli olduğumu bile unutmuştum. İstemiyorum bana Muzaffer demeyin. İçimde yanan ve sönmüş bir sefer var. Parmaklarıma baksanıza artık dümdüz bile değiller, kargacık burgacık halde. Bu molozların arasında durup parmaklarımın kalem gibi olduğu ve kalemi elime almaya aklımın yetmediği bir geceden bakıyorum güneşe açılan pencereden. İstemiyorum böyle meymenetsiz olmayı; ama bana Muzaffer demeyin. Adımı değiştirin. Kapıyı görüyorum, pencereyi, pencereden dışarı bakan o kadını. Ama bana Muzaffer demeyin. Unutmuştum çaydanlığı mavi sobanın üstünde, öyle kalabilirdi. Unutmuştum beyaz kireç duvara çakılı çivideki gri yağlı pantolonunun kokusunu, öyle kalabilirdi. O fotoğrafa bakmamalıydım, istemiyorum otuz dört yılı geriye sarıp hızlandırarak yaşamayı ya da anılarda dura dura çay içerek dolaşmayı. Unutmuştum mutfaktaki tezgâhın kırık tarafını, bezle silerken her defasında elime batışını.

Yıkıntının içine doğru çivisi çıkmış tahta parçaları, demirlere, bir zamanlar mutlu resimlerin asılı olduğu paramparça duvarlara aldırmadan yürüyorum ve biliyorum, artık çok geç. Sadece iki adım sonra karşımda uzak bir zamandan dünyadaki hiçbir şeye aldırış etmeden uyuşuk bir şekilde oturup çayını bekleyen tanıdık bir adam beliriyor. Bu adamın bir adı var, biliyorum. Cavit. Zamanın acıması yok. Zaman freni boşalmış, yokuştan aşağı gerisin geri giden bir kamyon. Her şeyin başa saracağını bildiğim halde baktım işte o fotoğrafa. Adam evimize benzeyen bir salonda oturuyor. Sanırım, o an geldi. Hatırlayıp tamamen unutacağım tek bir an. Duvarın rengine bakıyorum. Burnumda kesif bir koku, bu ev ne kadar küçükmüş, yan yanayız. Balkon kapısında bir iz görüyorum. Parmak izine benziyor. Az önce silmiştim. Bundan sonra silsem de geçmeyecek. İşten geldiğinde sadece pantolonunu değiştirip, günün teri, kokusuyla sofraya oturan, ardından pencereden kafasını uzatıp sigara içen ve üstüne yapışan o gömleğiyle benden çay bekliyor. Bu üçüncü bardağı, her bardağın yanında yeni bir kuruyemiş tabağı. En çok fıstıkları yer, bitirince tabaktaki diğer yemişleri kenara iter, tek bildiği kenara itmek. Gözlerimi kenara, ellerimi kenara, tabağındaki pişmemiş nohutları, kirli çamaşırlarını kenara iter. Ben bunları düşünürken dördüncü bardağı için homurdanıyor. O leş kokan ağzını açmaz umarım. Benden başka tüm kadınlara bir sözü olan bu adamın ağzını açıp, boş lafları beni duvardan duvara çarpmadan, bardağı tazelemem gerekiyor. Her akşam istisnasız raftan bardağı elime alırken lekeyi büyütüyorum gözlerimle, ağzımla hohlayıp siliyorum sonra. İçeride durmadan söyleniyor, çoraplarını çıkarmış ve halının üstüne bırakmıştır şimdi. Bu lekenin bana bir uyarı olduğunu anlayabilseydim, ilk dört bardak çay demlikte kalırdı, avcumdaki kan damarlarımda, halı tertemiz arap sabunu, halı tertemiz arap sabunu.






Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page