top of page
  • PROLOG

Frigli Tiyes'in Çalgısı / Meliha Yıldırım


Çıldırasıya sıcak bir yaz gününün ortasında. Güneş bütün her şeyini dünyayı eritmek üzerine kullanmış. Dağın tepesindeki ana kayaya oyulmuş tapınağı bile. Matar’ın memeleri sütten kesilmiş, içi boşalmış gibi düşmüş. Kaya değil de ateşli bir ocak olmuş sanki.

Sessiz nehrin kıyısında bir dağ, üstünde kayalar, kurumuş çelimsiz saplar, yılanlar. Yılanların kemikleşmiş dikenlerin arasından tıslamadan kayışı. Çekirgelerin ötmeden önce aldığı titrek nefesi. Belki bu sessizlik hiç bitmeden öylece gidecek. Üç bin ya da on bin yıl. Sonra oturaklı kayada nefeslenecek olan bir yaşlı da, zahmetli çıkışının ardından şimdi etrafa bakan genç Tiyes gibi aynı şeyi söyleyecek. Ne kadar sessiz!

Dev kayaların, daracık yola düşen kara gölgelerinin üstünden kıvrakça yürüdü Tiyes. Başını kaldırıp bakmadan. Uç uç böceği gibi hızlıca. Birazdan anakayaya oturmuş ulu tanrıçaya varacaktı. Tiyes için bu her şey demekti. Çünkü Matar yanında iki aslanıyla birlikte onu bekliyordu. Tiyes de oraya gidince. Herkes ölmüş de Kibele’ye kavuşmuş, sadece o kalmış gibi. Sarılırdı Matar’ına.

Kulağı ıssız yerin düzenine alışık, eşek sırtındaki Frigli çanakçı gibi etrafı tek tek dinledi. Dağ dikeninin mızrak gibi saplarının birbirine sürtünmesini, yerdeki minik kaya parçalarını, otları, kuşları, hepsinin aynı anda konuşmalarına kulak verdi. Çünkü kulak, her sesi duyardı. Buradan aşağısı,-cesaret edilip bakılmazdı ya- ak burunlu kartallar gibi bakılacak olsaydı, Sangarios Nehri’nin kıyısındaki ekili mısır koçanları, yulaf sapları, kesin tırnak ucu kadar bile görünmezdi.

Dağın başka uzak bir köşesindeyse epeydir oturan kaya mimarı Vasos vardı. Gözleri, Tanrıça Matar’da takılıydı. Vasos, neyi düşünürse onun bir şekli olsun isterdi kafasında. Ancak şimdi hayal ettiklerini bir türlü biçimlendiremiyordu. Çünkü ortada dolanıp duran birine kayıyordu bütün dikkati. Tanrıçanın gezgin alayındaki sucu gibi elindeki tunçtan kapla önünde dolaşmasını takip ediyordu istemeden.

Yassı bir huniye benzeyen gencin başlığı, uzaktan kısa boyunun bir parçasıymış gibi görünüyordu. Güneşten korumadığı belli olan bu ucu sivri keçi kılı kafalık sadece sevimli suratı ortaya çıkarmaya yarıyordu. Tıpkı, görenin içini yumuşatan Ankira Kedisi gibiydi. Fakat bu gülümseten duruş bile şimdi Vasos’a batıyordu. Çünkü anakayaya vuran ışık, birazdan eğilecek ve Tanrıça Matar’ın üstündeki güneş kursunun tam yansımasını göremeyecekti. Sabahtan beri kafasının yanması bir yana, bir de sırılsıklam terlediğiyle kalacaktı Vasos. Gencin belini keten urganla tutturduğu, kurumuş başak tonundaki boyunu örten kıyafeti neredeyse üzerinden düşecekti. Omzunun birini düzeltse diğeri mutlaka öbür tarafına kayıyordu. Bu dağınık duruştaki teklik, Vasos’u düşündürdü. Çünkü o, biçimleri anlamlandırmayı iyi bilirdi. Nedense hep böyle görünürler, dedi. Onun durumunu kestirmeye çalıştı. Çıkmaz da değildi hani düşündükleri. Neden bu Gordionlulardan, diye söylendi gözleri dalmış halde. Bazılarının bir omzu diğerine göre hep daha aşağıda oluyor. Bu şaşmazdı hiç. Kendi kaya oyucularından da bilirdi bunu. Sanki içlerinde gizli taş taşırlardı da kimsenin haberi olmazdı, bu tek omzu düşükler, dedi gence bakarak. Bir eliyle ısınmış başını tuttu o sırada.

Tiyes izlendiğinden habersiz, yokuş yukarı çıktığı ıssız düzlükte, yabancılaşmış adımlarla kaçanı bulacakmış gibi aranıyordu. Birazdan güneşin kaybolmasını bekleyenlerle dolup taşacaktı buralar. Tanrıçanın sunağındaki killi çanaklara sevdiği mercimekli yahniden, üzüm suyundan getirecekti genç kızlar. Bereketli hasat, kızlar için güçlü bir eş, güzel güzel çocuklar demekti. Onlar için dualar edecek, adaklar adayacaklardı. Matar’ın tek başına bu dağı beklemesi, Tiyes’in yaptığı gibi gezmelik değildi. Gordionlu köylü kızların önceki gün tapınağın merdiveninden çıkıp sunağa bıraktıkları pişmiş koyun etinden, şimdi sadece kurumuş kemikler kalmıştı.

Oysa Vasos çok iyi bilirdi. Bu dağın yerlilerini. Birbirinden üstün kara tüylü, kanatları güçlü, keskin bakışlılarla pek sık karşılaşırdı da söyleyemezdi kimseye. Tapınak yiyicilerinin asıl onlar olduğunu bilirdi de bilmezden gelirdi.

Kolları bükülü Tanrıça’nın koltuğunun altına gencin iyice girdiğini görünce. Neredeyse anne oğul gibi diye şaşırdı Vasos. Oysa sadece o bir kaya, diye seslenmek geldi içinden.

Tiyes’in aklındaysa o sıradaflüt çalmak vardı. Tapınak sunağına koyacak bir kap yemeği bile yoksa oda melodisini dinletirdi Matar’a. Çünkü flütüyle çalamayacağı parça yoktu. Gür sesleri çıkarmada zorlandığını bilmesine rağmen hep gösterişli şarkılar çalmayı seviyordu. Flütten çıkaracağıeşsiz tınıya ulaşmak içindi tüm çabası. Aynı melodiyi yeniden yeniden denerdi bu yüzden.

Ulu Matar’ın yanında tepesine bir ışık kümesi düşünce yüzünü göremedi. Onun taşlaşmış eteğine dokunabildi sadece. Acaba annesinin gitmesine sebep tepesinde güneş kursu olan bu tanrıça mıydı? Öyle sorunca kendine. Yüzü asıldı. Bu anlık öfkeyle çalacağı melodi, olsa olsa Matar’ı kızdırırdı. İşte nasıl olurmuş, diye iç geçirdi. Şimdi tam da isteği buydu Tiyes’in. Fakat yine de onun dibinden ayrılamadı. Gözleri kapalı, elinin biri etekte öylece durdu.

Çünkü o anda öteki tarafta yuva kurup Kibele’ye kavuşan annesi geldi aklına. Ama yüzü yoktu onun da. Tek hatırladığı elindeki ballı ekmeği yedirmesiydi. Onu yerken dolana dolana uzun etekliğin arasında kaybolurdu. Annesi bilirdi, beklemezse Tiyes’in elindekini bir taşın arkasına gizlice atacağını. Fakat ekmekten önce annesi yok oldu.

Şimdi, Iktes’in yanında Tiyes. Midas’ın en eski flütçüsünün. Gordion’daki flütleri en iyi o yapar. Tiyes’in ustası yaptığı flütleri ilk ona üflettirir. Iktes usta, esnaf komşularına, bu yüzü sarının dudaklarından tanrıça öpmüş. Flütlerin hangisini üflerse biri onu mutlaka alır, derdi. Tiyes, o zaman bile hiç lüzumsuz bir harekette bulunmaz, bir omuzu yerde flütün bitmesini beklerdi.

Ustası akça ağacı yontarken son deliğin açılışına kadar başından ayrılmaz sonra yere dökülen ağaç yontularını ot süpürgesiyle süpürür, ardından işi biten Iktes’in yorgun eline güzel bir elma verirdi. O nedenle Matar’ın yanına çıkmaya ya da bir ağacın gölgesinde yeni flütleri denemeye kolayca izin alırdı ustasından. Çünkü iyi üflenmeyenleri geri getirir, ustası da onları hemen düzeltirdi.

Tanrıça’ya dokunurken yine bir sürü şey düşündü Tiyes. İki yanındaki koruyucu aslanlarını bile umursamadan iyice sıkışıverdi aralarına. Çünkü onlar zararsız, kıpırtısızdı. Zaten bu zahmetli yere her gün gelmesi, yeraltına göçmüş annesinin eteğine dolanmak değil miydi? Ama artık gelmek istemiyordu. Annesinin ruhunu Matar kesin kendi içine almıştı çünkü.

Fikri değişen sadece Tiyes değildi o gün. Kaya Mimarı Vasos da yeni yapacağı tapınak için tanrıçanın iki yanına aslan yerine insan koymayı düşündü. Bu genç onu yoldan çıkarıyordu sanki. Farklı bir tapınak hayal ediyordu yeni anakayada. Eğer işi buysa başka oyuntular da deneyebilirdi. Matar sanki duymuş da kafasını dikmiş gibi bakınca birden içi ürperdi Vasos’un da.

Tiyes, neden sonra fark etti, yolun öte ucunda birinin kendisine baktığını. Tanımadığı bu yabancının epeydir yönünü değiştirmeden oturduğu, bir tarafının daha kızarık oluşundan belliydi. Yüzüne yerleşmiş kavruk izden de güneşten önce geldiği anlaşılıyordu. Tiyes, merakla o yöne yürürken, ben olsam diye söylendi. Güneşten uzaklaşıp biraz kenara kayardım. O zaman kayanın gölgesinin beni saklayacağı kesin olurdu, dedi eminlikle.

Oysa Vasos, her zaman anakayalara her yönden eşit uzaklıkta oturur, çalışırken zamanı umursamaz, güneşe de aldırmazdı. Tanrıçanın gücüne asla inanmaz fakat ne gariptir ki onu kızdırmaktan da korkardı.

Bir bakıma uğuruydu bu tapınak Vasos’un. İnsan yaptığına da tapardı. Bunda bir şey yoktu. Birileri Matar’ı yapmalıydı. Kendi yaptığına tapmak demek, sırf ona tapınmak değildi ki. Bu, yeni yapacağı matarlara güç toplaması da demekti. Bir kenarına oturup övünç içinde inananları izlemekten daha büyük bir şey mi vardı?

Herkes, tanrıçanın kendi kendine orada öylece durduğunu düşünürdü. Belki iki yanındaki büyük baldırlı aslanlar. Vasos’a göre, aslanların gücü tapınağa da yansıyordu.

Tiyes, yabancı adamın yanına vardığında, üstü oturmaktan kayganlaşmış küçük bir kayaya oturdu. Karşısında daha önce hiç görmediği bu adama, sen hiç bize benzemiyorsun, dedi. Vasos şaşırdı bu ani konuşmaya. −Kime benzemiyorum. Seni tanımıyorum bile, dedi Vasos. Hem şimdi oyalama beni, diyerek çıkıştı Tiyes’e.−Tamam, kızmaya yer arama, dedi Tiyes de ona. Sahiden benzetememiştir omuzlu adamı kimseye. Hele bu parlayışı. Tiyes’e göre oradan bile belliydi buralı olmadığı.

Ucu sivri yassı başlığını terli alnından arkaya ittirerek kalktı yerinden Tiyes. Gerçi oturduğuyla kalktığı bir olmuştu ya. Üstelik kim olduğunu da öğrenememişti. Vasos üzdüğünü fark ettiği gencin arkasından: −Kime benzemiyor muşum, söylemeden mi gidiyorsun, diye gülerek seslendi. Tiyes hemen gevşedi. −Kim bilir, karanlığı örten ay tanrısının ışığı gitmeden gelmiş oturmuşsundur belki o kayaya. Hem ellerinin karalığı, parmaklarının orak hali. Vasos da farkında olmadan baktı ellerine. −O çubukla toprağa hep bir şeyler çizmenden mi öyle eğik kalmış. Bunlarla ne yapılır ki? Biraz büyük olsa toprak sürülür, kaya oyulur. Bebeklere oynasın diye yavru ördekler yapılır ancak. Ustam en iyi ıhlamur ağacının yumuşak gövdesinden yapıldığını söylüyor. Sen de bu eğik parmaklarınla onlardan yaparsın artık. Ellerini hep öyle tutma, üstü karga tüyü gibi görünüyor. Kaya Mimarı Vasos da, başkasınınmış gibi baktı ellerine.

−Şuradaki karlıkların içinde su var, iyice yıkarsan beyazlar belki, diyerek bir taraftan yürümeye devam etti Tiyes. O anda içindekileri tek seferde söylemenin rahatlığını hissetti.–Tek bildiğiniz tarlada arpa sürmek, diyerek seslendi arkasından Vasos. Burada kimin Frig, kimin Hitit olduğu ne belli? Tersiyizdir belki.–Benim Frigli olduğum zaten belli, dedi hemen Tiyes. O sırada sırtını kedisi aşkıs gibi alçalıp yükselterek, özenle taşıdığı kesesindeki flütü gösterdi. −Frigli nasılmış ki, diye sordu merakla Vasos.−Nasıl olacakmış işte! Sabahtan öğleye kadar iki öküzlük iş yaparlar, deyince Tiyes.−Ha bir de önce eşeklerine yedirirler, dedi Vasos da gülerek. −Sen de bizi iyice bir şeyden anlamaz yaptın, diyerek kızdı Tiyes. Daha ustamın verdiği yeni flütü deneyeceğim, diyen mırıldanması duyuldu telaşla giderken.

Tiyes bugün oyalansa da, her zaman güneş çubuğunun dik durduğu aralıkta otururdu ağacın altına. Gevrek söğüdün serinliğinde ondan mutlusu olmazdı. Hele ayaklarını altına alınca sırtı da dikleşiyordu ya. En büyük anakayaya, dağlara, aslanlara, kokulu defne ağacına karşı da. Hatta komşu kızı Arezastis’e bile. Herkesten büyük oluyordu. En çok da ondan korkuyordu. Sanki ileride Matar olacakmış gibi her şeyi bilirdi Azezastis. Dikişi bile o öğretmişti Tiyes’e.

Kendi diktiği keten kesenin ipini gevşetip çalgısını özenlice çıkardı içinden. Birazdan namelice çalmaya başlayacaktı. Ne zaman dudaklarını çifte flütün sert dokusuna değdirse ilk defa çalıyormuş gibi titrer, ürperirdi. Bunun çocukça bir telaş olduğunu artık kendi de iyi biliyordu. Fakat bu heyecan akça ağacının kaya gibi sert kabuğuna dudağını değdirişinden değildi. Onu duyanların beğenmeyeceğini sanmasındandı. Sırtını dayadığı ağacın gövdesi, tepesinde sallanan salkımlı yapraklar. Yerin bile kulağı varsa buralarda neden söğüdün de olmasındı. Çünkü flüt çalarken çok ses onun kuru kabuğundan geliyordu. Peki herkes beğenir de ya Matar beğenmezse. Ona Kibele diyenleri de anlamıyordu. Hangisiydi doğrusu? Kibele mi Matar mı? Bir gün annesi gibi onu da yanına alacaktı. Biliyordu. O zaman hep onun eteğinin kenarından üfleyecekti çalgısını.

Yine öyle hayal edince yere koşut daha bir sıkı kavradı flütünü. Tuttuğu nefesini tümden boşaltmadan, en ufak soluğunu harcamadan azar azar üfledi flütün ağızlığına.

Yazın en çok bu halini seviyordu. Gölgede çekirge sesiyle birlikte flüt çalmayı. Oh! serin serin, dedi ön ayaklarını güneşin alnında sürüyerek yürüyen köpeğe bakarak. Biraz daha bekleyip de çıksan olmaz mıydı gezintiye? Oysa karşıdaki elma ağacının altı boştu. Şimdi üşenmeyip gitse, sulu sulu bir tane koparıp yerdi onlardan. Gordion’da kalır da, bu dağda kimse aç kalmaz, diyerek gülümsedi köpeğin ardından Tiyes.

Vasos, uzaktan hâlâ görüyordu onu. Nefesli melodisini dinlerken yavaş yavaş sevmeye de başlamıştı kalbini kırdığı bu genci. Elinin ayağının kıvraklığı kadar her şeyi kolayca kavrayışı da hoşuna gitmişti. Kerpiç duvarlı evlerindeki Kibele’ye kavuştu dedikleri, küçük kardeşinin boşluğu muydu yeri dolmaya başlayan?

Sonra yine dikkatini işine verdi Vasos. Bu kaya oyuğundan en az beş tane olacak kadar büyüğünü hayal etti. Basit bir cephe kabartması yerine desenli bir tapınak. Bu güneş kursu tepede ne güzel duruyordu. Övünç duydu, kendi kendine. Susuzluğunu unuttu. Tapınağın tepesine bir ışık demeti gibi düşmüştü. Aynısını tekrar koymaya karar verdi. Bu sarı genç çocuğun dediği doğru muydu? Hep Hitit desenlerini beğeniyordu sahiden de. Biraz da yorgunluk hissiyle yerdeki çubuğu isteksizce aldı eline. İnsan bir şey yapmasa da bazen çok yorulurdu. Toprağa aynı işaretleri yeniden koydu. Bu sefer eli, aynı şeyleri çizmeye gitmedi. Uzaktan, ağacın altından gelen melodiyi dinlerken aklından geçenlerden korktu. Matar’ın yanında flüt çalan gencin heykelini görüyordu sürekli.

Ya tanrıların gazabına uğrarsa? “Lanet Yazısı”na malzeme olmak istemiyordu. Fakat bu flüt sesi, tam da aradığıydı. Tapınağa insan sureti koymak. İnsan neydi ki! Kutsanmamış, baş belası yaratık. Üstelik bir de heykelini dikecekti. Lanetlenmeyi mi diliyordu Tanrıça’dan. Çaresizce otururken aklına bir yol geldi.

Gökyüzü kararır da yağmur yağarsa bu sıcakta, ona Tanrıça Matar’ın işareti diyecekti. Ve kaya ustalarına aynısını yaptırıp tanrıçanın düzenini bozmayacaktı. Fakat hâlâ flüt sesi aklını karıştırmaya devam ediyordu bir taraftan. Vasos, duymamaya çalıştı, Tiyes’in çalgısını.

Yine iki aslan baş olmalı Matar’ın önünde, diyerek baştan başladı. Kapısının kenarına kocaman bir aslan baldırı da yaptırmalıydı kaya ustasına. Elindeki ağaç dalını bir hışımla attırıverdi uzağa. Tiyes’in söylediği yere gidip soğuk sudan içmek için ayağa kalktı. İçi iyice daralmıştı.

Yabancının yerinden kalktığını gören Tiyes, söğüdün altından koşarak gitti karlığa. Elindeki yonca ağızlı tunçtan sürahiyi uzattı hemen Vasos’a. –Benim Iktes Ustamın sarnıcının suyudur. Bundan iç, dedi. Biraz önce iki karga, başlarını yıkadı o suda. Gökten yağmur yağmış gibi oynadılar.

Vasos karlıktan avucuna aldığı suyu öylece geri boşalttı. Tanrıça Matar’ın eteğinin bir tarafına flüt çalan Tiyes’i, diğer tarafına da kendi heykelini yapmaya karar verdi.

M.Ö. 742



Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page