top of page
  • ÖMÜR YILMAZ

Gölgeler



Gün usul usul ağarırken, Osman halen yürüyordu. İsimlendiremediği tuhaf bir ruh haliyle cebelleşmekteydi. Aklının bir yanı şaşılası derecede dinginken diğer yanı kırık dökük ve karmakarışıktı. Bedeni ise, tamamıyla yorgun. Kâh çukurlu, kâh tümsekli asfaltta ayaklarını sürüyerek ilerliyordu Osman. Kazara bir köşeye çökerek azıcık soluklansa, enselenip cebindeki zarfı Karanfil’e ulaştıramaz sanıyordu. Olana bitene, geceye ve soğuğa inat yürüyordu. Akşam ezanıyla düştüğü yollarda ilkin bir gölgeydi, kimseciklerin sezemediği, dönüp de hayrola demediği. Sonrasında çelimsiz cüssesine tezat, soğukkanlı bir cani oluverdi. Yatsının hemen akabindeydi. Ne zonklayan şakakları engelledi onu, ne bulanan midesi ne de sızlayan ciğerleri… Hatta, ta yukarılardan, ucu bucağı kestirilemeyen gaiplikten yankılandığını duyumsadığı fısıltılar bile. Karanlık ve tenha bir kuytuda, belindeki baba yadigarı silahı çekerek, yalnızca adını bildiği adamı göğsünden vurdu. Hey diye seslendi avına önce. Bak hele! Biçare av, pörtleyen gözlerle bakıp ürküntüyle gerileyerek sen de kimsin diyeceği sıra -ki epeyce oyalandığı söylenebilir, nitekim zihin kontrolünü haklılıkla kaybeden müstakbel mevta, bağırmak, yalvarmak veyahut kaçmak gibi eylemlere geçemedi- sıkıverdi Osman üç el. Bam, bam, bam… İlk atışta işi bitti adamın, bitti de ihtimal bu ya, yalvarıp yakarmasın diye tetiğe basmayı sürdürdü. Ne demişti fötr şapkalı herif para dolu zarfı uzatırken; gözünün yaşına bakma, selamımı da söylemeyi unutma! Unutmadı, unutmadı ama söylemedi.

Durdu Osman. Ayazın bastığı sokakta, tek tük ışıkları yanmaya başlayan evlere baktı. Pencerelerde beliren gölgeleri incelerken, sanki, evet sanki yabanıl bir gölge de ona doğru yaklaşıyor, soluğu ensesine vuruyordu. İhtiyatla arkasına döndü. Herhangi bir şey göremedi. Sekiz köşeli kasketini geriye ittiğinde, alnına yapışan soğuktan irkildi. Yamalı paltosunun yakalarını kaldıracakken, mevtadan utanıp vazgeçti. Avurtları çökük suratı, bıyıkları kadar beyazdı. Üşüyordu fakat şikâyet edemezdi. Cehennemde yanacağı vakte dek üşümeliydi. Üşüyüp donarak taş kesmeliydi. Tıpkı adamı vurmadan önceki son saniye yüreğinin taş kesmesi gibi. Öksürdü Osman. Kısa, kesik… Ardından bir daha, sonra bir daha. Derken durmaksızın. Boğuluyordu sanki. Öksürük nöbetleri yakasından düşmez olmuştu zaten son zamanlarda. Ağzını öyle kocaman açtı ki soluduğu hava dişlerini sızlattı. Yaşaran gözlerini çocuksu elleriyle sildi. Kurumuş kan lekelerinden apaklığı kaybolmuş mendilini cebinden çıkararak ağzına tuttu. İki büklüm yere yığılırken etrafına bakınmayı da ihmal etmiyordu. Işıklı evlere, havlayan köpeğe, tüyleri dikelmiş kediye, acı acı gaklayan kargaya, aniden çalışan arabaya, şüpheli gölgeye… Mendili ağzından çektiğinde taze kanı gördü. O an tüm sesler ve gölgeler önemsizleşti. Ciğerinden sızanla sohbete girişti. Osman konuştu, kan dinledi. Osman yakındı, kan aldırmadı. Osman ağlayacaktı, az önce çalışan araba dibine kadar yanaştı. İçindeki iri kıyım adam, camı açıp iyi misin birader, diye sordu. Osman cevaplamadı. Kollarını sallayarak gitmesini işaret etti. Araba uzaklaşırken belalar okudu, okkalı küfürler etti. Hatırını sormak için geç kalınmıştı…

Avuçlarıyla asfalttan destek alıp kalktı Osman. Öksürüğü kesilmişken, göğsünde peydahlanan ağrılar canını yaktı. Hastaneden çıkmamalıydı. Ah Türkan. O öğlen gelip içli içli ağlamasaydın, Karanfil’i öne sürmeseydin yapar mıydım şu işi? Suçuna mazeret, belki de bir ortak arıyordu. Arıyordu da, hiçbir mazeretin vicdanını hafifletemeyeceğini de biliyordu alttan alta. Osman’ın ikinci cinayetiydi esasen. Ancak bu, ilkinden apayrıydı. Halis muhlis bir suçtu. Tek gerekçesi vardı. Para. Kulaklarında yankılanan ses, sinsi bir böceğin durmadan vızıldaması misali tekrarlıyordu kabahatini. Oysa ki ilkinde böyle bir şey yaşamamıştı. Yaşamamıştı çünkü, o vaka tamamen bir haysiyet meselesiydi. Sırtını sıvazlayanlardan aldığı güçle pişmanlık duymayıp övündüğü. Genel afla tez zamanda çıkıp davul zurnalarla karşılandığı gün, süslenmekten hediye paketine dönüştürülmüş on beşindeki Türkan koluna takılınca, haklılığından iyice emin olduğu. Demek, demek kurban olduğu yaradan da ondan yanaydı ve kudretini kendisinden esirgememişti.

Köşeyi döndüğünde gökyüzü kasvetli bir karanlığa büründü. Karartının sebebini çarçabuk çözdü Osman. Doğan güneş, onun yaşadığı sokağa en son yüzünü gösterirdi. Fukaralığa kim ışık tutmak isterdi ki, güneş tutsun. Evler viranelikten yıkılmıyorsa, birbirlerine yaslanmalarındandı. Sokağın bir ucundan diğer ucuna dek karşılıklı ve boşluksuz dizilerek, dökülen sıvaları, çürümüş doğramalarıyla ezgin bir ifadedeydiler. Aralarından biri dahi isyan etmesin, birbirlerini seyrederek olağan gidişatın bu olduğuna inansın diye davetkar bir tevekküldeydiler adeta, Osman’a göre. Sokağın tek mozaik kaplamalı binasının kapısında durdu. Kaplamaların büyük kısmı düştüğünden bina diğerlerine nazaran daha da yıkık görünüyordu. Öksürürken kepenksiz kahvehaneye baktı. Geçen ay, hastaneye yatmadan hemen önce elden çıkardığı ekmek teknesine. Köyden yeni göçen genç bir adama, senetsiz sepetsiz yirmi dört ay vadeyle devrettiği… Türkan ne çok ağlayıp ne çok söylendi o gün. Osman’a, Karanfil’e, yetmedi komşulara, o da yetmedi telefonla köydeki bacılarına sızlandı da sızlandı. Hatta defalarca bayıldı. En sonunda da ağzındaki baklayı çıkarıverdi. Osman, hastane yatağında umutla yatarken duydu Türkan’ın fısıltısını. Yirmi dört ay yaşar mı diye soruyordu, işi başından aşmış doktora. Üçü birden bakıştılar. Gözlerini kaçırmayan sade Türkan’dı. Anladı Osman, anladı da iş işten geçmişti. Genç adama vazgeçtim diyemedi. Onun yemin billah sözlerine güvenmişti bir kere.

Yolda uzayan gölgeyle irkildi yeniden. Hiddetle arkasına döndü, sağa sola bakındı. Efelenerek yürüyen kedi dışında bir şey göremese de takip edildiğinden kuşkulandı. Gölge incelip küçülmüş fakat tamamen kaybolmamıştı. Bir apartman merdiveninde akordeon körüğü gibi kat kat, üstelik titrek halde saklanıyordu. Avaz avaz gaklayarak dikkatini dağıtan kargaya kaşlarını çattı Osman. Karga daha kuvvetli gakladı. Kendini horoz mu sanıyordu? Osman güldü. O gülünce gölge kıpırdayacak oldu, vazgeçti. Evine ulaşmasına çok az kalmıştı Osman’ın. Gölgeyi kovalamaktansa eve gitmeyi yeğledi. Derin uykusundan kolaycacık uyanmayacağına emin olduğu Karanfil’in başucuna oturmayı… Ne hikmetse zekâsı bir türlü gelişmeyen, bacakları tutmayan kızının yanaklarından öpmeyi… Para dolu zarfı yastığının altına sıkıştırmayı ve ardından hastaneye dönmeyi… Böylelikle görevini tamamlayacaktı.

Osman ha gayret yürümeye koyuldu. Sabahın ayazı, gecenin ayazından beterdi. Kasketini aşağıya çekti. Paltosunun yakalarını bu kez kaldırabildi. Adım attıkça gölgenin de onunla ilerlediğini hissediyordu. Durdu. Gölge de durdu. Yürüdü. Gölge uzadı. Durdu. Gölge uzamayı sürdürdü. Sokağın bozuk yolunda, ayaklarının altından geçip gitti. Osman gözlerini ovuşturdu, uyanık halde kâbus mu görüyordu? Yer gök, zifiri karanlıktı ona. Ve o zifiri karanlıktan daha yoğun bir karalıkta olan gölge, ortalıkta tek bir ışık yokken, evinin eşiğinde durmuş, Osman’ı bekliyordu. Kaçsa mıydı? Adamlığa sığır mıydı? Karanfil? Türkan? Kaçamazdı. Ne menem bir şeydi ki bu, alay eder gibi, yarışır gibi, ecel gibi önüne düşerek, nefesini kesiyordu. Gölgenin evine girme ihtimaliyle hırslansa da, daralan soluğu, göğsünde an be an şiddetlenen ağrısı ve bacaklarındaki dermansızlık hepsi, hepsi el birliğiyle yavaşlatıyordu onu. Gölge apartmana girdi. Osman belindeki silahı yokladı. Üç beş el ateş etse korkutup kaçırabilirdi onu. Belki… Belki ama, ya sonra? Zor bela o da apartmana daldı. Ancak, ilerleyecek gücü kalmamıştı. Karanlık kuytu bir köşeye sindi. Aslında devrildi. Nefes alamıyordu. Gölge pervasızca etrafını sararken, bir eliyle çekemediği silahını tuttu. Diğer eli cebindeki zarfın üstündeydi. Nefes alamıyordu. Karanfil yatağında mışıl mışıl uyuyordu. Türkan, dışarıda yaşananlardan bi haber, içli içli ağlıyordu… Gölge, gölgelikten çıkmış, sarımtırak dişlerle sırıtıyordu. Osman zarfı sıktı. Dişlerin sahibi, Osman’ın gırtlağını. Halbuki tam o anda, sen de kimsin diye soracaktı. Soluğu iyiden iyiye tükendiğinden zarfı istemsizce bıraktı. Simsiyah suratlı gölge ise, gırtlağını bile isteye bırakmadı. Zarf el değiştirirken, müstakbel mevtanın tek gözünden inen tek damla yaş, beyaz bıyıklarına karışıp kayboldu. Nefes alamıyordu, alamıyordu, alamadı, almadı… Osman, ne fötr şapkalı adamın selamını duyabildi ne de tüyleri dikelmiş kedinin acımsak miyavlamalarını…


Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page