- PROLOG
Gelinin Günlüğü / Saadet Bozacı

09.08.1995
Nasıl mutluyum anlatamam, yarın gelinliğimle Yaşar’ın kollarında dans edeceğime inanamıyorum. Babamı ikna etmemiz çok zor oldu ama artık sorun çıkartmayacağına söz verdi. Kendine kalsa turşumu kuracak. Beni sevdiğini iddia ediyor, madem öyle mutluluğumun önünden çekilsin. Yaşar’ a güvenmiyormuş. Konuşurken yere bakıyormuş, sinsiymiş, beni ileri de mutsuz edermiş. Tam iki yıldır her gün adam kırmızı güllerle karşılıyor beni her buluştuğumuzda daha nasıl göstersin sevdiğini. Tamam çok iyi bir işi olmayabilir, annesiyle de beraber yaşayacağız ama bunları ben dert etmiyorum da babama ne oluyor? Hem evleri öyle küçük de değil.
15.08.1995
Evleneli beş gün oldu. Düğün günü çok yorucuydu ama yine de güzeldi. Bir takım aksilikler her düğünde olur değil mi? Eteği kabarık, kar beyaz gelinliğimin büyüsü beni etkisine aldığı için çok da farkında olamadım kim haklı kim haksız. Sanırım babamın gergin olmasından kaynaklanıyordu kavga. Zaten olay çıkarmak için fırsat kolluyordu benim kanaatimce. Yaşar’ın beni gelin arabasında yalnız bırakıp arkadaşlarının yanına gitmesi ve uzun uzun arkadaşlarıyla ben yokmuşum gibi sohbet etmesine biraz içerlendim ama uzaktan gelen okul arkadaşları olduğu için mazur gördüm. Bu kaportacılık da zor iş, gece yarılarına kadar çalışıyor Yaşar. Eve geç geliyor. Kaç gündür yüzüne hasret kaldım. Evlenmezden önce daha çok görüyorduk birbirimizi.
20.11.1995
Dışarısı buz gibi, belki biraz kar yağsaydı daralan yüreğime ufacık bir teselli olurdu. Pencereden bakmaya çok bir vaktim olmuyor gerçi, evin temizliği, yemek, kaynanamın misafirleri derken gün boyu oturamıyorum. Günüm mutfak ve misafir odası arasında gidip gelmekle geçiyor. Yorgunluğu sorun etmiyorum esasında, yaptığım hiçbir şeyin kayınvalidem tarafından taktir görmemesi boşuna yorulduğum hissini uyandırıyor içimde. Her seferinde ya yaptığım yemeğe kusur buluyor, ya da elimin yavaşlığından şikayet ediyor. Ailemin yanına gitmek istedim geçen gün, bana evde yapılacak onca iş varken gidemeyeceğimi söyledi. Yaşar’a bunu anlatınca sözümü bile bitirmeme fırsat vermeden “Gece yarılarına kadar çalışıyorum beni bu meselelerle yorma. Annem bir şey biliyor ki öyle söylüyor.” dedi..
04.05.1996
Artık Yaşar’ı tanıyamıyorum. Sabah çıkıp işe gidiyor, akşam geldikten sonra yemek yiyor, televizyon izliyor sonra da uyuyor. Dönüp bana halimi hatırımı bile sormuyor. Benimle ilgilenmiyorsun dediğimde de, “Neyini eksik ettim, nankörlük yapma.” diyor. Sevgiyle gözlerimin içine bakmıyor artık, evlenmeden önce ne güzeldi halbuki, ona göre artık evlendiğimiz için liseli aşıklar gibi olamazmışız. Sevginin zamanı, yaşı, çağı mı olurmuş? Annesi de benim için çekilmez olmaya başladı. Yaşar’ın yanına yaklaşsam, kapı arkalarında fısır fısır onunla konuştuğunu duyuyorum, ona göre büyüklerin yanında kocasıyla samimi olmak saygısızlıkmış. “Bana sen ailenden nasıl bir terbiye aldın?” dedi geçenlerde. Bu soruyu duyunca düşüncelerim çocukluğuma uzandı ve uzak hatıralarımda sevildiğimi hissettim.
08.10.1996
Artık kalemi elime alıp yazacak zamanım hiç olmuyor. Kayınvalidem, “Çoluk yok, çocuk yok bir evin işi mi yoruyor seni, bir de genç olacaksın. Tembelin, hımbılın tekisin, biz gençliğimizde böyle miydik? Arkamı dönünce hemen çöküyorsun bir mindere.” diyor. Evdeki bütün camları, aynaları günde iki kez siliyorum, en küçük bir leke görse tekrar sildiriyor. Geçenlerde uyumadan önce çatlayan ellerimi gösterip Yaşar’a durumu anlatmaya çalıştım. “ Yeter be, zır zır her gece senin ağlamanı mı dinleyeceğim, altı üstü temizlik, yemek yapıyorsun. Ben de yoruluyorum diye işi bırakayım madem, duyan da anasının evinde Pamuk Prenses’ ti sanır.” Döndüm arkamı sarıldım yalnızlığıma, ben sarıldıkça daha da büyüdü koynumda.
02.04.1997
Yazı göremeden, kuşları sıcak mevsimlere uğurluyorum tekrar. Bu ev benim canlı canlı gömüldüğüm mezarım oldu. Ruhuma ışık değmiyor burada. Ayda bir ya da iki kez anneme gidiyorum. Geçen sefer gittiğimde annem çay yaptı o bahçedeki tahta divanın üstüne oturdu, ben de evin eşiğine, evlendiğimden beri kafamı gökyüzüne kaldırıp güneşe bakmadığımı fark ettim. Gökyüzünün bu kadar mavi olduğunu unutturmuşlar bana. Bir zamanlar babamın bu evlilik hakkında söylediği sözler bana kuruntu gibi gelmişti ama onun evleneceğim adamda gördüklerini ben fark edememişim, yanılmışım hatta yanmışım. Babama karşı duyduğum mahcubiyet o kadar büyük ki yüzüne bakamıyorum, o ise bana acıyarak, keşkelerle bakıyor. Ellerinin arasına kafamı sıkıştırıp zihnime kazınan kötü anıları silmek istercesine alnımdan öpüyor. Sonra o bahar ikliminden, kışıma, ayazıma, koca evine geri dönüyorum.
27.09.1997
Aynanın silmek dışında başka amaçlarla kullanılabileceğini hatırladım az önce, durdum önünde. Kendime baktım; gözaltlarımdaki mor halkalara, bakımsızlıktan kurumuş pul pul olmuş cildime, özensizce tepede toplanmış, önünden yer yer beyazlamaya başlamış saçlarıma… Ne işi vardı beyaz saçların henüz yirmi bir yaşındaki bir kadının kafasında? Zayıflamışım ayrıca. Aynalar bu sefer doğruyu haykırıyordu yüzüme. “Sen yanlış bir yolculuğa çıktın, olmaman gereken bir duraktasın.” diyordu, tıpkı babamın yıllar önce ısrarla söylediği gibi.. Geçen gece Yaşar uyuduktan sonra, su içmeye kalktım, dolabın yanındaki sandalyeye çarpınca üzerindeki pantolonun cebinden telefon yere düştü. Aldım telefonu cebine geri sokacaktım ki, titremeye başladı. Mesaj gelmişti, telefon sessizdeydi. Mesajdaki “aşkım” sözünü görünce ben de titremeye başladım. Telefonu hiç görmemiş gibi yerine koydum. Bir kâbusun ortasında olma ihtimalimi ortadan kaldırmak için koluma bir cimdik attım. Kolum acıdı ama kalbim kadar değil.
18.12.1997
O gece bütün cesaretimi toplayıp telefonu koyduğum yerden çıkardım. Dürttüm omzundan hızlıca kocamı. Çapaklarla dolu sol gözünü hafif araladı, “Ne var be derdin ne bu saatte.” Boğazımdan ses yerine boğuk bir nefes çıkabildi, gücüm ancak buna yetmişti. Şimdi soramazsam bir daha cesaret edemeyeceğimi biliyordum, zorladım gırtlağımı,” Bu ne?” diyebildim. Kalktı yataktan, çekip aldı telefonu elimden. “ Sen benim telefonumu ne hakla karıştırırsın, annem sinsi olduğunu söylediydi de inanmadıydım.”
“ Aşkım. Yazıyordu, telefon yere düşünce gördüm.” Birden haklı olduğum halde kendimi savunmaya çalıştığımı fark ettim. Beni aldattığını söyledim. Çok önemli bir şey olmadığını, gelip geçici bir heves olduğunu, evinin kadınının ben olduğumu söyleyip, nikahlı karısı olduğumu hatırlattı. Çok uzatmamam gerektiğini de ekledi. Ben ilk kez sesimi çıkarmak, uzatmak, hatta bağırıp çağırmak, bütün odayı dağıtmak, elime ne geçerse kırıp dökmek istiyordum. “ Hayır,” dedim. Her şeye katlanmıştım ama aldatılmayı sineye çekip oturmayacaktım, eğer bunu kabul edersem şu duvardaki saatten, şu sandalyeden hiçbir farkım kalmazdı.
“Sen beni sevmediğin halde evlendin, bu eve annene köle ettin ama bana bunu yapamayacaksın.” dedim.
“ Kes artık, gecenin bir yarısı ne uzattın ama, sabah erken uyanıp işe gideceğim, istemiyorsan kapı orada. O kadar anlattım hala dırdır ediyorsun.”
Bana kapıyı gösteren bir adamın yatağına giremezdim artık. Her gün boş bir umutla asla düzelmeyecek bir evliliğe saplanıp kaldığımı, zamanımı yok yere harcadığımı anlamıştım. Gerçekten yatıp uyudu, hem de bir ayı gibi horlaya horlaya. Dipsiz bir kuyu gibiydi uykusu. Bir süre bekledim. Düşüncelerim sakinleşip demlensin istiyordum. Yatağa girmedim, sessizce üzerimi değiştirdim ve sandalyede oturup günün aydınlanmasını, güneşin benim için doğmasını bekledim. Babam sabah namazına kalkardı biliyordum. Ezanın sesi benim için kurtuluşun sesiydi. Açtım kapıları, yanıma sadece bu defteri aldım, o evde bana ait olduğunu düşündüğüm tek eşyaydı çünkü. Yatak odasındaki yatağa, sandalyeye, her gün tedirginlikle sildiğim aynalara ve en son da onca yılımı gasp eden yabancıya pişmanlıkla baktım. Aynadan geçen gölge karanlıktı ama benim içim aydınlanmıştı. Dış kapıdan kurtuluşuma son adımı attım ve bildiğim tek gerçek yuvaya ulaşacağım istikâmete yürümeye başladım.