- BELGİN ÖNAL
Gemlik Denizinden Öykü Ağına Takılan Yakamoz: Nezihe Meriç, Nam-ı Diğer “Nezim”

Bugünkü Gemlik’te kokusu denize benzemeyen, zeytin dallarından geçmeyen, insan kalbinden gelmeyen bir koku karşılıyor bizi. Denizi görüp şaşırıyoruz, evet. Şairin dediği gibi değil şaşkınlığımız. Bir tuhaf haldeyiz körfeze karşı. Biraz suçlu, azıcık mahcup, çoğunlukla umursamazca şaşırıyoruz; resmin bu son çirkin halini biz çizmemişiz gibi. Orhan Veli’nin, Nezim’in Gemlik’i değil ki artık burası. Sadece şiirler ve öyküler bizim.
Her şeyin değiştiği, eskidiği “bu dünyada” zamanın eskitemediği bir öykücü Nezihe Meriç. Gemlik doğumlu. Doğum tarihi, kendi ifadesine göre, “28 Şubat 1340 (1924)”. Burada yaşamamış ama, bütün yazdıklarında, memleketin en ücra köşelerinde kendi dünyasında tutunmaya çalışan insanların dili olmayı başarmış. Radyo tiyatrosu tadında sesli, hareketli, devinimli, durulmayan bir öykü yaratıcısı olmuş en iyisinden. Zamanın içinden güçlü, gür bir ses. Canlı öykülerin her biri apayrı biçimlerde yazılsa da dil sahici, bizim dilimiz. Karmaşıklıktan uzak. Komşuyu dinlercesine anlaşılır. Samimi. Bir o kadar da kılçığı bol öyküler çıkmış kaleminden. Ve aklımıza Demokritos’un; “Sıradan balıkların içinde kılçık yoktur” sözünü anımsatan öyküler.
Çocuklar, kadınlar, genç kızlar, sıradan insanlar o toplu yaşamın içinde hiçleşeceklerken Nezim’in kalemiyle sahnenin önüne çıkıverirler. Birden başrol oyuncusuna dönüşür, belirginleşirler. Kendileri oluverirler. Nezim’in öykücülüğünde öne çıkan bu özelliğini, onun en yakın dostlarından olan çevirmen-yazar Orhan Suda pek güzel özetlemiştir: “Nezihe anlatmaya koyulduğunda mahallenin bütün sakinleri: kapıcısı, şoförü, bakkalı, otobüsteki başörtülü kadın, hanımlar, beyler odaya doluşurlardı onun dilinde.” (Nezihe Meriç-Orhan Suda, Aix-Londra-İstanbul Mektupları, YKY, İst. 2011, s.7)
Nezim’in dünyasında bireyler toplumun içindedir, toplum bireylerin. Zemin ve fon sürekli değişir durur öykülerinde. Bilinç akışları anlatılır. Akan o sürecin, deviniminin nedeni budur. Kadınlar kadar erkekler, her sınıftan insanlar canlanırken her başlangıç bir bitişin çocuğu olduğundandır ki başlangıçlar, bitişler yoktur öykülerinde.
Saçını süpürge etmiş kadınlar, geleneklerin gölgesinde sinmiş çocuklar, kurgu yokmuşçasına sahici anlatılırlar. İç dünyaları kaleme akar. Kendi karanlık iç dünyalarında yitip kaybolacaklarken Nezim kurtarır onları. Bir umut, iyimserlik, hâlâ yaşanılır bir dünyanın varlığına gizliden de olsa bir inanış sezilir. “Yazmalıyım, çünkü dinlediğim şey bana yazma isteği veriyorsa eğer, yazıp kurtuluncaya değin imgelemimin ettiği oyunlardan, düş gücümden, kurtulamıyorum. Ya gerçek nedir sorusu!” (Toplu Öyküleri II, YKY, İst. 2015, s.254)
12 Mart dönemi, evlilik, yalnızlık, aşk, kuşak çatışmaları, yoksulluk, namus kavramı, tüm bunlar sizinle laflıyormuş hissiyle okuyucuya aktarılır. Örf ve âdetlerin kıskacında bunalmış kadınların kapı komşusuyla sohbetine tanık olursunuz. Öyle kendiliğinden gelişir öyküler. Yaşam gibi.
1950 Kuşağı’nın, Cumhuriyet’in ilk kadın öykücülerinden olmasının ayrı bir kıymeti vardır. O dönemin yenileşmesinden doğan çatışma sesleri işitilir öykülerinde. Toplumun gizlediği, üstünü örttüğü kadın cinselliği, özgürlüğü artık sere serpe ortaya çıkar. Yenilikçi bakışıyla dönemine iz bırakır. Yetim kalmış kızları, dul kadınları üstlerine örtülmüş toplumun tozundan kurtarmaya çalışır. Yaşamın anlamı aranır içten içe.
Coşkulu, umutlu, yorgun, yenik, gerçekleşmemiş rüyaların kırgınlığı gibi pek çok duygu ile yazılmıştır öyküleri. Düşünceler, duygular, umutlar değişse de değişmeyen tek şey dildeki özen, yalınlık ve titizliktir. Serim, düğüm, çözüm olmayan durum öykücülüğünün doğasını öylesine içten anlatılarla donatır ki, istediğiniz girişten istediğiniz sonuca varabilirsiniz okurken. O özgürlüğü elinize tutuşturuverir bilerek.
Yakın tarihe doğru yazdığı toplumsal sonuçlar, sol kimlik kavramları daha belirgin olarak ele alınır Nezim’de. Kadın, erkek, çocuk, çokça da öğretmen mesleğinin dili ile konuşur. Bunu yaparken, kendisi hiç görünmeyen başroldeki iyi bir saklambaç oyuncusudur. Öylesine doğal ve içtendir ki fark etmezsiniz kiminle konuştuğunuzu. “Öyle çok konuşuyorum ki, evimin her yanını, sözcükler, tümcelerle dolduruyorum.” (TÖ II, s.117)
Ne çok Nezim vardır, şaşarsınız her seferinde. Derin değil ama içli, dokunaklıdır öyküleri. Yaşamın acı dilidir kalbinize dokunan. Bir aile en yalın, bütün ayrıntıları ortaya dökülmeden sadece en hassas noktalarına dokunularak ancak Nezim’in kalemiyle böyle anlatılabilir. Bir paragraf kocaman bir öyküye, bir ömre dönüşebilir onun dilinde. “Boyum kısa ama fark etmez. Bıyıklarım gür, sesim kalın. Bana yeter. İki çocuğum var. İki güzel kız. Bir de kedimiz Mırnak. İşte mesele. Karım sessiz. Soluk. Sıska. Güzel olmak kolay değil. Yoksul, ama iyi. Çirkin, ama yüreği temiz. İşte en önemli mesele.” (TÖ II, s.117)
Ataerkil yapıya, yaşayışa, bu toplumun hallerine, Cumhuriyetçi bakışıyla dokunur Nezim. Mutfak tezgâhında, yatak odalarında, oturma odalarının kanepelerinde ömür tüketen kadınların içlerini anlatır. Çünkü bilir o, sessizce ağlamaların gece kendiliğinden gelen bir dosta benzediğini.
Ana temalar altında değerlendirdiğimizde, dilinin titiz, özenli olduğuna bir kez daha tanık oluruz. Kendi tükürüğünde boğulmadan sesinin içinden başka sesler yankı bulur, işitiriz. Masala dönüşmeden yaşamı öyküleştirir. Tüm aile, eş, dost, mahalle, bütün toplum öykülerdeki sahici yerlerini alırlar. Başkaldırmazlarsa yok olacak kadınlar vardır bu toplumda. “Yaşadığımız şu günleri anlamaya çalışmak, beni çok yordu. Yazmak, giderek büsbütün zorlaşıyor benim için” demesi boşuna değildir. (TÖ II, s.217) Orta sınıf melodramları, parasızlık, toplumsal dışlanmışlık, öğretmen, öğrenci fonundan canlanıp hareketlenen, özgürlük, birey, toplum, geri kalmış ülkeler üzerine soru sormaya başlayan karakterlerin mırıldanır gibi, sarışınlıklarına uymayan esmer demli ses tonlarıyla kendilerine aykırı sorularına yanıt arar yazdıklarıyla. Sevmenin ve yaşamanın ne demek olduğunu anlatma çabasıdır bu. Hele ki kadınlar, “yalnızlığı kendileri yönetmeye alışık değillerdi” tespitinden sonra kalemiyle onlara yol gösterir gibidir. Çünkü yaşam yengeler, halalar, komşu teyzelerle oldukça kalabalık bir yalnızlıktır. Küçük bir kızın büyük bir kıza dönüşürken geçirdiklerini, inceliklerini, kırılmalarını, acılarını anlamayanlara anlatmak, öykücünün işidir, Nezim için.
“Aşk, ayrılık, yaşamak, ölmek, evlilik, toplum, kader, özgürlük, birey, evrim, devrim, insan hakları, boşluk, saçma, Allah, dünya, insanlar vb. çeşitli sözcükler yazıp ünlemler çekiyorum.” (TÖ II, s.219) Hepsi bu kalemin, Nezim’in teatral öykülerindedir.
O aslında küçük öyküler yazmayı isterken, durup dururken ilişkileri, insan suretlerini anlattığı, radyo tiyatrosunu andıran hareketli, canlı, sesli, sözlü, dertli öyküler ortaya çıkarıvermiştir. Çünkü onun gözünde herkes, her şey anlatılmalıdır; eski acılara taze gözyaşı dökülmelidir. Gerçekte kendilerine ait olmayan müziklerin içinde dans eden kadınların kaybolmuş notalarını aramaktadır. Söylenenlerin içine gizlenmiş söylenmemişler aramaktadır... Biz her okuduğumuz öyküde başka, yeni bir yazar var zannederiz. Ama o, hiçbiri birine benzemeyen çocuklar doğuran anneye benzer. Bazen göz renkleri dışında, öyküler arasında hiçbir ortaklık kuramayışımız bundandır.
Onun öykü dünyası çeşitli, zengin ve bambaşkadır. Buna rağmen Nezim’in öykülerini belki şu başlıklar altında örnekleyebiliriz.
Kadınlar-Erkekler: Aşksız birlikteliklere kırgın bir eleştiri.
“Ah fakir kadıncağız. Başkaldırmadan için için ağlamayı ondan öğrendim.” (TÖ I, s.67)
“Kadınlar bilirim, kabadayı ve yırtıcı görünüşlerinin, boyaların, kokuların altında ürkek, yalnız kadınlar.” (TÖ I, s.67)
“Evinin içinde sabahtan akşama kadar, dingin bir kafayla dolaşamaz. Kocası ve çocukları için, güzel kokular sürünmüş, dinlenmiş, güleç bir kadın olmanın tadına varamaz.” (TÖ I, s.128)
“Öyle yetişmiş. Erkeğin elinin kınası demişler.”(TÖ I, s.129)
“Yalnız çocuklar için katlandım ben her şeye Melicim. Yalnız çocuklar için.” (TÖ I, s.127)
“Neden böyle abartıyorsun her şeyi? demişti. Hele erkekleri. Erkekler bence böylesine önemli değil. Hayata alıştığımız gibi onlara da alışırız.” (TÖ I, s.218)
“Adam dostça bakardı. Gözlerinden inandırıcı bir duygu gelirdi. İyiliği, efendiliği, aşkı, dostluğu düşündüren bir duygu.” (TÖ I, s.210)
Renkler: Gülümseyişin rengi vardır öykülerinde.
“Yeşilin bir tozuyuşu vardır.” (TÖ I, s.122)
“Bu sarı bir hırka oluyordu.” (TÖ I, s.99)
“Ancak bazıları karın içinde hafifçe dalgalanan uçuk maviyi seziyorlar.” (TÖ I, s.50)
“Bir an için dünyada yeşilden başka renk kalmamış sandım.” (TÖ I, s.79)
“Sadece kızarmış mavi gözlerinde kararmış bir şey var anlayana…” (TÖ I, s.119)
“Yeşil, dalga dalga gölgeleniyor.” (TÖ I, s.54)
“Rıza Bey bejin içinden karısına bakıyor.” (TÖ I, s.54)
“ – Mavi gökyüzü altında, önce pencerenin hemen önündeki sarmaşık güllere bakılırdı.” (TÖ I, s.20)
“Gözlerim çok güzel, çekik, maviş gözler.” (TÖ I, s.151)
“Mor bugenviller gibi taşmalıyım beyaz duvarlardan, damlardan, çardaklardan.” (TÖ II, s.284)
“Sarı aladan koyulaşıp kahverenginden menevişlenen gözlerinde, elmacık kemiklerini belirginleştiren anlatılması güç bir parıltı şavkıyıp duruyordu.” (TÖ II, s.37)
Namus: Kadınların varoluşsal köleliği.
“O namusluydu. Yani kocasından başka erkek düşünmemişti.” (TÖ I, s.16)
“Namus mamus bir yana, bir gün onlardan biriyle yatmalı. Kemikleri falan bir yaşamalı insanın.” (TÖ I, s.218)
“Namussuz dünyadır bu dünya.” (TÖ I, s.123)
“Tut kolundan, ulan sen bizim namusumuzla mı oynuyorsun, gitmeyeceksin, ayağını kırarım, de.” (TÖ I, s.19)
“Hem bu kez koca için namusunu değil, aklını kullanacaktı.” (TÖ I, s.17)
Evlilik: Ailenin dayanılmaz anlamsızlığı.
“Evlilik, bir anlam tamlamasıdır.” (TÖ I, s.182)
“Baktım çevremdekilerin hiçbiri aile denen varlığın bilincinde değil, bir araya gelmiş, âdet budur demiş yaşıyorlar; karşı çıktım ben de.” (TÖ I, s.226)
“Ne dedi, evlilik, aile kurumu bozuk, bozulmuş, yozlaşmış, kokuşmuş bir kurumdur, dedi.” (TÖ II, s.167)
“Evli erkekle flört ahlaksızlıktır. Aşk, eh, evet olabilir. O zaman da insan Zerrin’in dediği gibi ailenin ve toplumun selameti uğruna duygularını yok etmek zorundadır. Ve şunu bilin ki, bu işte şeref payı kadınındır.” (TÖ I, s.36)
“…Randevu evleri, karısını peşkeş çeken kocalar, kadınlar, erkekler, ahlaksızlık… ahlaksızlık… duyduğumuz, çevremiz hep bu, hep bu… Hangi aileyi, hangi kurumu karıştırsanız altı çapanoğlu…” (TÖ I, s.36)
“Aileyi kuranlar, hep bir evde, bir sobanın sıcağında, bir sofranın başında birbirlerini severek, koruyarak, kavga ederek, barışarak, sevişerek yaşıyorlar. Bazılarının zeytini ve mavisi ayrı.” (TÖ I, s.50)
Kader: Tanrı’nın aramızdaki eli.
“Kader işte bu. Değiştirebilir miyim?” (TÖ I, s.182)
“Herkes kaderini kendi yaparmış.” (TÖ I, s.38)
“İş kadere kısmete dökülünce Nermin Hanımın kafası karışır, bunalıverir.” (TÖ I, s.16)
“Yeniden başlanamaz. Çünkü insanoğlunun kaderinde yoktur bu. Hayatı ona verilmiştir; büyük bir oyun. İstediği gibi oynayabilir. Yanlışlarla ve doğrularla.” (TÖ I, s.113)
Yalnızlık: Kadim dostumuz.
“Daha o sabah ihtiyar sağır komşuya, bağıran anam, babam, soyum, sopum, üveylerim haslarım, daha bir dolu falanlarım filanlarım olduğu halde neden yalnız yaşadığımı, bunun neden böyle olması gerektiğini anlatmaya çalıştım.” (TÖ I, s.229)
“Çocuklar küçük. Büyüyünce de ayrılacaklar evden. Ben analık görevimi yaptım. Ama çok yalnızım. Dünya işte, ne diyeceksin!” (TÖ I, s.130)
“Ben mutsuz adamım. Yerini bulamamış biri.” (TÖ I, s.124)
“Zayıfcacık –ancak bir öksüzün, bir kimsesizin ağlayabileceği– yakınmasız, kırgın hıçkırıklarla, hüngür hüngür ağlamaya başladı…” (TÖ I, s.26)
“ ‘Yalnız’ insanlar var bu dünyada.” (TÖ I, s.50)
“Kızı var, çok sevdiği oğlu var, gene de yalnız…” (TÖ I, s.55)
Öğretmen: Kendi öğretmenliğinin izleri.
“Kimya öğretmenimizin, ‘Okuyun kaz kafalılar, okuyun! Öğrenin şu dünyanın büyük adamları neler demişler, nasıl yaşamışlar, neden yaşamışlar şu yeryüzünde.’” (TÖ II, s.101)
“Küçük küçük çukur yeşil gözlü kız, bir taşra lisesinin resim öğretmenidir.” (TÖ I, s.137)
“Bir öğretmen olarak, kendinden, tutkularından kurtulmuş, kurtulmaya savaşan, kendini öğretmenliğe adamış bir kişi olarak ne yapabilirim? Bir lise öğretmeni!” (TÖ I, s.154)
“Çocukluğumun mutsuzluğu beni öylesine etkilemişti ki, yıllar yılı bunu yenmek, –sevgili, dost, arkadaş bir kocaya karşın– kişiliğimi pekiştirmek için çırpındım durdum. Tüm çabam maraz ruh yapımdan, çevremden kurtulup, şöyle dört ucu bir arada, sağlam bir öğretmen olabilmek içindi. Bilimsel, yön verici.” (TÖ II, s.100)
“Öğretmen, elleri ceplerinde, yağmurun yağışından hoşnut, karşı kaldırıma yürümeye başladı.” (TÖ I, s.12)
“Böylece yüzaltmış lira maaşı, parmağında eflatun taşlı yüzüğü, yakasında yıldız çiçeği, ela gözlerinde engin engin düşünceleriyle kürsüde bir genç kız oturuyor. Öğretmen…” (TÖ I, s.64)
Meslekler: Tanıdık, bildik, eş dost meslekleri. Yabancısı olmadığımız.
Çalgıcı, Öğretmen, Fırıncı, Çiçekçi, Avukat, Doktor, Ressam, Şoför, Mühendis, Emekli mektupçu, Profesör, Komiser, Ev Hanımı. Herkes vardır öykülerinin içinde. Kendileri olarak, yaşamın ölümlülüğünden öykülerin ölümsüz dünyasına yerleşirler.
Kızlar- Çocuklar: Kırık, bükük, çekingen, ufak tefek, çelimsiz, narin, gözlerinden bakışları alınmış küsüp gidecek, öylece hayal olup yitecek gibidirler.
“Çocuklar yuvada, yaşamın iyi, güzel, mutlulukla dolu olduğuna inanmalı.” (TÖ I, s.129)
“Ben onları sevmemeyi bilebilen bir çocuktum.”(TÖ I, s.227)
“Ama ben gene de ölü kızlar kervanına katılmak istemem. Katılamam.” (TÖ I, s.222)
“O esmer kızı görür görmez hemen sokağımı düşündüm.” (TÖ I, s.75)
“Kız büyüdü ve anasını bırakıp kaçtı. Bir askere kaçtı dediler, şarkıcı oldu dediler… Bilinmedi gitti.” (TÖ I, s.67)
“Bu gözlerinin içi gülen, beyaz dişli, rüzgârlı bir kızdı.” (TÖ I, s.77)
Dil: Uçuşan cümleler, art arda gelen, uçurtma şenliği etkisinde.
“Bize de mi Lo lo… demek istiyor.” (TÖ I, s.36)
“Bugün fasılcısı, soloya çıkanı, garsonları, mutbak eratı falan fıştırık, en azından beş yüz kişi, bir tek Meserret Hanım’ın sayesinde ev geçindiriyor.” (TÖ I, s.11)
“Arada bir; ‘Buba be…’, diyordu.” (TÖ I, s.111)
“Bomboş, kaskatı, dümdüz… ‘Hişt Mori yelelelli..’ Bu kim?” (TÖ I, s.34)
“Vay abi, meraba yavu.” (TÖ I, s.9)
“Ders Resim-İş: Yeşil, sarı, mavi, uçuk uçuk, leke leke, bahar, kiraz, arabacılar; kırmızı, gri, kış, bekçi baba; suların içinde güneşler, güneş ışığında dağlar, dağlarda gelincikler; mırıl mırıl kediler, buram buram bacalar ve din din don! Saat vuruyor.” (TÖ I, s.61)
“Nili, ‘Aman be! Aoaovh! ne diye geldi bu şey şimdi’, diyordu içinden.” (TÖ II, s.59)
“Bu, ‘Ne ömürdür şu Nurhan. La la.’ demeye geliyordu.” (TÖ II, s.59)
İsimler: Mutlaka içinden tanıdıklarınız, komşunuz, akrabanız olan yaşamın içinden.
Cüneyt, Işıl, Oya, Remziye, Saniye, Aliye, Sofiya, Fehime, Mahir, Cemil, Füruzan, Perihan, Taylan, Nevin, Fethi, Süleyman, Ahmet, Engin, Tülin, Rıza, Sabiha, Bilge, Münir, Berran, Birsen, Sevim, Hayriye, Despina, Ergin, Gülgun, Vahit, Adil, Suzan. Toplumun her sınıfından, her kesimden kişiler sahicileşir öykülerdeki yerlerini alıp dile geldiklerinde.
Öykü Adları: Koyu, keyifli, lezzetli bir sohbetin ilk cümlesini andıran başlıklar.
Çalgıcı, Dünyada Teknik Arıza, Bozbulanık, Boşlukta Mavi, Aksaray Dolmuşu, Bazıları, Uzun Hava, Özsu, Narin, Öğretmen, Dağılış, Dışarılıklı, Tan’ın Öyküsü, Marangozdur Adı Ahmet Ustadır, Erol Bey.
Aşk: Sevmek meselesi vardır bir de çok azlarına nasip olan.
“Deli gibi âşığım, ama aşkımı itiraf edecek adam bulamıyorum.” (TÖ I, s.63)
“ ‘İnsan âşık olunca, kapalı göz kapakları arkasından bütün dünyayı filiz yeşili bir dinginlik olarak görür.’ diyordu.” (TÖ I, s.93)
“Bir çılgınlık anında görkemli bir çığlık halinde dünyadan atladığınızı ve boşlukta tükeninceye kadar parçalandığınızı düşünün. Aşk budur.” (TÖ I, s.97)
“Aşkı, neden sevinçle, neşeyle karşılamıyorlar? –Neden sevinçten birbirlerinin boynuna sarılmıyorlar?– Beraber olunca kentin değişeceğini, gece vakti havagazı ile yarı aydınlanmış yokuşların masal havası estireceğini, geceleri gökyüzüne çizilen ışıklı pencerelerin çok güzel görüneceğini, kentin, büyük, yok edilmez gücüyle onları koruyacağını düşünemiyorlar mı? Neden –Ne fena, ne fena– somurtuyorlar? Neden böyle yapıyorlar?” (TÖ I, s.112)
“Elbette, insan ruhları arasında tam açıklanamayan, kadınla erkeği birbirine bağlayan bir şey, hatta Tanrısal ya da Allahı anlatamadığımız gibi, yani nasıl diyeyim, aşk denilen böyle bir şey var kuşkusuz. Temiz bir şey. Ama asıl sorun, bugün toplum içinde yaşayan ve UNESCO idealine yükselmiş insandır. Aşk hiçbir zaman toplum zararına yaşayamaz.” (TÖ I, s.35)
“Aşk sorunu çözmez.” (TÖ I, s.122)
“Aşk kadınla erkek arasında, fizik ve ruh bakımından, yaşama bağlanış ya da yaşamı anlayıştaki anlam birliğidir. Yanlış bu. Aşk tanımlanamaz bence.” (TÖ I, s.135)
“Arkadaşım duygulu bir kızdı. Daha evlenmemişti. Bir aşk bekliyordu.” (TÖ I, s.213)
“İSTENİLEN BİR KADIN, İSTEYEN BİR ERKEĞE GİDİYOR. NE KORKUNÇ BİR GÜZELLİK.” (TÖ I, s.217)
“Aşkı düşünüyorum. Yattığı yerden, hiç kımıldamadan elini uzatıp genç kadının o güzel yanağını avucunda duyuşunu…” (TÖ II, s.197)
“Aşk kadınla erkek arasında, fizik ve ruh bakımından, yaşama bağlanış ya da yaşamı anlayıştaki anlam birliğidir. Yanlış bu. Aşk tanımlanamaz bence. Bu evliliktir.” (TÖ I, s.135)
Aşk, Nezim’de beklenen ama gelmeyen, geldiğindeyse beklenene benzemeyen bir şey. Çünkü aşk zor bir şey, bunu daha iyi anlıyoruz onu okurken. Aşk yerine sevgi, sevgilim yerine sevdiğim demek daha sağlamdır nedense.
Toplumsal eleştiri, kurumların işleyişine, körü körüne inanca, geleneklere çomak sokmak ve ahlakın iflasına dikkat çekmek ister Nezim. Her şeye rağmen yaşamak için su kadar ekmek kadar ihtiyacımız olan şeyi vurgular: inanmak, güvenmek ve çalışmak. Günlük olayların dedikoduları, açmazları, bağırmak isteğini, ancak bunlarla aşabileceğimizi anlatmaya çalışır. Orta halli, karnı tok, sırtı pek gevşekliği tırmalar bir yandan da. “Büyük endüstri ha? Milli kalkınma, aydın Türkiye ideali, yok bilmem ne… Laf! Fasarya hepsi. Bomboş oturuyoruz işte. Bomboş…” (TÖ I, s.34)
Herkesin dile geldiği öykülerinde ev kadınından öğretmene, şoför Sacit’ten Nazifanım teyzeye kadar bütün mahalleli vardır. Yaşamdan, doğadan çıkıp gelen yazma isteği, yazamadan duramamanın ezikliği, çıkmazı içinde geri kalmış ülkenin ilerici yazarlarına kıza kıza da olsa yazar.
Yazdıklarını, yaşadıklarını yeniden yeniden harmanlayıp yorgunluklar içerisinde yoğurur. Umutsuzca da olsa kendini yazmaktan uzağa düşürmeyen çaresiz bir umut vardır öykülerinde. Apartmandaki, yan binadaki, bakkaldaki tanıyabileceğiniz pek çok kişi karşınıza çıkar. Kimse öylesine sessiz yaşayıp ölmesin ister öykülerinde, onlara yer açar... Tüm kahramanları da size aşk, evlilik, yaşam hakkında kendi düşüncelerini anlatır dururlar.
Ayaküstü laflıyormuşsunuz rahatlığı ve lezzetiyle okursunuz öykülerini. Gerçi o hep içine sindiremediği eksik, olmamış, yerine oturtamamış olduğu kaygısını taşısa da o öyküler kahramanların ve okuyucunun ta en derinlerine nüfuz edecek kadar dokunaklıdır. “Bu öyküler, yazmak istediğim, bende yaşayan öbür öykülerle bir arada olabilseydi, benim istediğim anlamlamayı, bütünlüğü verecekti. Olmadı.” (TÖ II, s.217)
Oysaki olmuştur. Giderek lezzetlenen, her yazılan yeni öyküde daha olgunlaşan, daha tatlılaşan öyküler doğmuştur kaleminden.
Nezim, her bahar yeniden açan dopdolu bir ağacı anımsatır bize. Her birimizin ruhuna tam oturmuş, tam üstümüze uyan, bize biçilmiş öyküler okuruz onda. Kendimiz oluruz. Okuyucusuyla kurduğu gizli güven bağı “Artık, onun bana, nereye dek anlattığını, benim nereden sonra ürettiğimi yazar mıyım. Benim okuyucuya (her bakımdan) saygım var.” (TÖ II, s.259) sözleriyle ortaya serilir.
“İnsanı insan yapan değişim ve yenilenmedir” inancını taşımasından olsa gerek, Nezim, hep yepyeni öykülerle çıkmıştır karşımıza.
Onu okurken, tanımlanamaz acının karıştığı bir tatlı tebessümün, renklerle gelen bir hüznün, deniz tuzuna karışmış izi kalır dudak kenarlarımızda.
Kaynakça

Nezihe Meriç, Toplu Öyküleri I,
Yapı Kredi Yayınları, 5. Baskı,
İst. 2015.

Nezihe Meriç, Toplu Öyküleri II,
Yapı Kredi Yayınları, 3. Baskı,
İst. 2015.