top of page
  • BELGİN ÖNAL

"Havada Bulut" İçinde Sait Faik



Aklımın bir karış havada olduğu zamanlar. Sanırım lise son sınıftayım. Yazın sıkıcı tatil günlerinden birinde, elime bir kitap geçmişti. Okuduğumda çok sevmiş olduğumu, ama o vakitler niye sevdiğimi bir türlü açıklayamadığımı anımsıyorum. Belki denildiği gibi, yazar hangi yaşta yazdı ise o yaşta okunmalı bir kitap.

Yıllar sonra, babamın kitaplığının bir köşesinde saklanmış duran o küçük kitabı yeniden buluyorum. Babamla Sait Faik ve benim aramda görünmez bir ortak köprü oluyor, Varlık Yayınları Temmuz 1955 basımlı Havada Bulut. Demek yazarın ölümünden (11 Mayıs 1954) bir yıl iki ay sonra yayımlanmış. İnsan sevdiğini neden seviyorsa bilmeli ve öylece yazmalı, diyorum içimden. 1980’den 2015’e; aynı yazarın aynı kitabının aynı kişide yarattığı zamansız etkiyi, taşıdığı gücü anlatmamak olmaz, diyor kalbim. Yıllar sonraki “Ben”, Sait Faik’i yeniden okuma sabırsızlığına kapılıyor, o sevgiyi bir daha keşfedebilmek için. Zaten o da, “Bir insanı sevmekle başlar her şey” dememiş miydi?

Sayfaların arasında dolanırken sanki Sait Faik’e de dokunuyorum duygusu uyanıyor içimde. Gizli bir ortaklık, kimselerin tanık olamayacağı, yaşayamayacağı, sararmış sayfaların yalnızca bana yaşattığı bir ayrıcalık, bir sevinç. Hani neredeyse onun yontulmuş kalemine, şu an nefes alan herkesten çok daha yakınmışım duygusu içinde, biraz şımarıkça bir keyif yaşıyorum. Bir kandırmaca olsa bile, bu ânı kendi kendime hoş buluyor ve yazmadan duramayacağım diyorum içimden. Bir oyuna dönüşüyor bu, onunla benim aramda.

“Otan me hasis, tote tha me zitisis” (s.37)

(Eksikliğimi beni kaybettiğin zaman anlayacaksın)

Sait Faik Abasıyanık hiç kaybedilir mi? Hem tutun ki kaybettik, nerede olsa buluruz biz onu. Sokağın köşesinden dönerken karşılaştığımız komşu baharatçının gözlerinde, bir arşipelin tuzunda, mahalle bakkalının hanımı Melahat’ın emprime elbisesinin etek ucunda, sokakta yağmurda kalakalmış bir kedinin ıslak tüylerinde, dolgun bacaklı Sofiya’nın dudak kenarlarında dönüp kalmış genç kızlığının soluk pembeliğinde çıkıveririr karşımıza. Yaşamın her kuytu köşesine ipucu bırakmıştır zaten yaşarken ve yazarken. Her deniz, her tekne, her gökyüzü odur zaten. Çünkü insan bir kere sevdi mi kadını, yazarı, yaşamı, köpeği, her neyi sevdiyse eğer, aynı şeyi sevecektir ayrılsa bile. “İmkânı yok, sen onu artık unutamazsın, her kadında şimdiden sonra o vardır.” (s.39) Sevdik biz de Sait Faik’i. Her öyküde, her öykücüde onu aradığımız gibi.

Aramızda olmayan, ama sanki aldığımız nefes gibi her yanımızı kaplayan, olmazsa soluksuz kalacağımız, görünmeyen ve hep bizimle olan Sait Faik’ten söz etmek ne zor! Hakkında onca güzel, çarpıcı, etkili sözler söylenip yazılmışken, hani söz neredeyse bana hiç düşmeyecekken hele.

Bu yazı, onun doğum gününe (18 Kasım 1906) bir armağan olsun istiyorum içimden. Aslında hiç kimse ölmüyor. Sadece anımsanan sözcüklere dönüşüyor. Ne kadar söz edilirse o kadar var oluyor göçüp gittikten sonra dahi. Bir yazarın gücü bu olsa gerek. Hiç ölmemek! Sait Faik bunu başarmış ender öykücülerimizden biri. Çok söz edildi, hakkında çok yazıldı elbet, benim burada söylediklerimden önce.

91 sayfadan oluşan, küçük puntolu, bu yüzden okurken oldukça zorlandığım bu değerli kitap, Sait Faik’i yeniden anmak için bir fırsat oluyor bana.

O da anlar belki beni ve öykülerini okurkenki hallerimizi. “Ben karidesçinin o yaştaki çocuklarından biri olsam, karşımda oturan bu kocaman ak gözlü adamın ince esmer yüzlü, geniş omuzlu, ıslak saman rengi boyunlu kıza neler hissettiğini, bakışından, oturuşundan, hareketinden anlardım.” (s.41)

Öykülerindeki gibi, hani birden denize dalıvermek, kaleminin ucunda oluvermek duygusudur belki de bana bu yazıyı yazdıran. İnsanı içine katan, zaten hep oradaymış duygusuyla okumaya başladığımız öykülerindeki o aşinalıkla yazıyorumdur belki de.


HAVADA BULUT

Kitaba adını veren “Havada Bulut” öyküsüyle başlar kitap. Yalnızlık, adam, köpek, havanın soğukluğu, her şey siz de oradaymışçasına zaten bildiğiniz şeylerdir. Kahramanı tanırsınız hemen. “Sevilmemişlerin, çok üzülmüşlerin, sarhoşların, bir zamanlar güzelken çirkinleyivermişlerin, okumuşların, hasılı içi rahatsızların yüzlerindeki ifade…”(s.3) Biz de onlardan değil miyizdir zaten? Bu satırlar sizi mahalle komşunuza, okul arkadaşınıza, sohbet içinde bahsi geçen bir akrabaya, yolda yürüyen bir aşüfteye, pazardaki çığırtkan pazarcıya, oltasına balık bekleyen balıkçıya götürür. Çünkü gerçekle masal, doğruyu söylemekte yarışır durur yaşamda.

Hani hep bilip de bir türlü dile getiremediğiniz ayrıntıların yazarıdır Sait Faik. Öyle kendiliğinden, sadece size anlatırcasına kurduğu samimi cümlelerle başarır bunu. Hüzünlü şeyleri öyle gözünüze batıra batıra, yüreğinizi acıta acıta değil de, sonradan fark edeceğiniz bir naiflikle yazar hep. “O, aynaya baktığı zaman, bu çizgilerin gülmekten değil, güneşe bakmaktan olduğunu, köpeğine söylemiştir.” (s.3)

Köpeğiyle kendi kendine Rumca konuşan yalnız adamın biçare suskunluğu başka nasıl dile getirilebilirdi ki? Yaşam “havada bulut” kadar hafiflesin, belki çok derinlerde yatan, sonradan ağlarız korkusu olmadan gülebilelim diye öykücü olduğunu düşünüyorum onun. Ya da kendi kalbindeki o ağır, yerinden kalkmayan, üzeri yosunlaşmış taş kütlesini yerinden oynatmak için durmadan yazmış olduğunu seziyorum. “Bir türlü istediğim gibi gülemem. Şöyle hani, insanlara selam kabilinden bir gülümseme mecburiyeti vardır. En mesut anımda o kadar gülebildim.” (s.5)

Okuyucularının da merakını gidermek, içlerini rahatlatmak için kahramanlarıyla olan bağını açıklamaya çalışması, okuyucularına duyduğu içtenliktendir, onları yanıltmama kaygısı taşır hep. “Okuyucu bana, ‘Sen o adam mısın? Be herif! Herifin içini nereden biliyorsun?’ diye sorabilir. Haklıdır da…” (s.5)

Kahramanlarıyla olan iç akrabalığını hissettirirken, onların içlerine sakladığı gizli ipuçlarını da ellerine tutuşturur sanki. Anlasın, kolayca peşinden gelsin, okuyucusuyla kendisi, kahramanlarıyla okuyucusu, sözcükleri, duyguları, hasılı ne varsa bütün bağlar bilinsin, ortaya serilsin ister gibidir. Yoksa o ve kahramanları her zamanki gibi bir başlarına kalakalacaklardır suskunca.

Posta müvezziinin (posta mektuplarını dağıtan, gazete satan) şahsında, hatta köpeğiyle konuştuğu için neredeyse herkesin garip bir yaratık gibi hem uzak durup yadırgadığı hem de merak ettiği bu adama gösterdiği şefkat ve anlayışa tanık olursunuz. Sadece aşk yüzünden böyle olmadığına, bunun bir insanlık, yalnızlık, normallik hali olduğuna bizi ikna etmeye çalışır gibi yazar. “Halbuki biz, birçok insanın eşya ile, duvarlarla, kendi hayalleriyle, yataklariyle, kıravatiyle; genç çocukların kendi vücutlarıyle sevişip konuştuklarını işitir, biliriz.” (s.6)

İnsan hallerini en derinden tanıyan, duyarlı, iyi bir gözlemci yazarın işidir bu. En yalın, en suçlu sayıldığımız her halimize bir baba anlayışıyla, saçlarımızı okşayan, yüreği büyük bir insan olgunluğuyla yaklaşması, bizi bize anlatabiliyor oluşudur onu bu denli sevmemize neden olan. Yazarlığından önce insanlığını hissetmeye başlarız öykülerinde ona doğru yol alırken. Sözcüklerin bulutlara, yazarların yıldızlara, insanların gölgelere yakınlığı ne ise o da yaşama, insanlığa, kuşlara, rüzgârlara karşı öyledir. Herkese yakındır Sait Faik.

Sevmek bazen uzak kalmayı, sevgisini belli etmemeyi de içerdiğinden, kahramanların arka bahçelerinde taşıdığı öyküleri yazarken, yabancısı kalmayalım, o bir başınalığımızı azaltalım diye her birimizden parçalar ekleyerek belli uzaklıktan izleyedurur okuyucusunu sessizce. Posta dağıtıcısı hakkındaki dedikodular belki de bizim kulağımıza henüz ulaşmamış söylentilerdir aynı zamanda. Öyle okuruz Havada Bulut kitabını. Bir varızdır bir yok gibiyizdir şu yaşamda, satır aralarında bir görünüp bir kayboluşumuz gibi. Bizi incitmeden, kırmadan, Kürdü, Rumu, yoksulu, varsılı, evde kalmışı ya da kayalara tutunmuş haliyle bir midyeyi, denizlerin şıkırtısı yakamozları dahi aynı incelikle anlatır. Abasının bu denli yanık olması ihtimali, her varlığa gösterdiği bu narin tavrından olsa gerektir. Olsa olsa Sait Faik’in kalemi becerebilir yalnızlıkların korkunçluğunu böyle dile getirebilmeyi. O öyküleri okudukça yalnızlığınızla dost olup sevesiniz gelir. “Yoksa köpek, tamamen değilse bile oldukça hayalidir. Sebebi de, zavallı bir adamın hayatını, kuruntularını, düşünce kırıklarını, dünyada tek başına kalışını, bir köpeğin asla anlatamamasıdır.” (s.7-8)


BÜYÜK HÜLYALAR KURALIM

Her şeyin hayal olduğunu biliriz. Kahramanların, yazılanların, öykülerin. Bir Sait Faik ve biz gerçeğizdir. Ama o hayale öyle ihtiyaç duyarız ki! Çünkü yaşarken değil, ancak onun öykülerini okurken hayallerimizin sözcüklere tutunup canlanışına, özgürleşmeye başlayışımıza tanık oluruz. Yaşamımızın en canlı yanı, o sözcüklere saklanmış, gözlerimizin önünden akan, okuyadurduğumuz hayallerimizdir. “Hayır, garip insanlarla uğraşmak istemem. Onlardan bana hayır yok, bana seven, gülen, bağıran mahlukat lazım! Bu adam yaşamıyor ki…” (s.9-10)

Öylece, Sait Faik’in yalınlığı yalnızlığımıza karışırken okuruz hepimiz kendi öykülerimizi. Ha Sait Faik’in içi ha bizimki, ha yazılmış yalnızların ha henüz yazılmamışların. Kenardan gülümseyerek, tatlı tatlı uyarır da okuru. “Herif cümleden iki kelime alır, yirmi kelime ekler, bir hikâye uydurabilir, dikkat et!..” (s.11)

“Ah keşke!” der insan, “ah keşke yaşasa da, bütün yalnızlıklarımızı alıp alıp bir ömre yetecek öyküler yazabilse hâlâ.” Belki o vakit “havada bulut” kadar özgür, umarsız, gökyüzünden ta denizlerin dibine kadar mesut bahtiyar olabiliriz ancak. Çünkü aradığımız soruların yanıtlarını öykülere saklamış gibidir Sait Faik. “Haksızlıkların olmadığı bir dünya… İnsanların hepsinin mesut olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya…” (s.20)

Yıl 2015 olduğuna ve hâlâ aynı isteklerle yaşıyor oluşumuza göre, ne Sait Faik’in ne de bizim gönlümüze uygun bir dünya yok henüz ortada. Sesimize ses, kederimize keder olmaya çalışmak bu demek ki. Demek ki üzerinden başka zamanlar, başka yaşamlar geçse dahi değişmeyenler varmış dünyada ve Sait Faik bunu önceden bilmiş de bütün hayallerimizi “Havada Bulut”a asıp gitmiş.

“ ‘Büyük Hülyalar Kuralım’ mı, ‘Havada Bulut’ mu?..” (s.23)

Kalplerimizin tam da ortasından dörde katlayıp yazdığı pek çok öyküden birinin ismidir sadece ve hatta, “(Hikâyenin ismi pek şairane, hissî tarafından!)” dır.(s.14)


AY I

Öyküye, o pek şairanelikle denize dalar gibi tam da ortasına dalarak başlarsınız. Ayağınızı kıyıya vuran suya parmak ucuyla dokunma, güneşin, kumun sıcaklığından yavaş yavaş, alışa alışa denize girme aşamaları hiç yaşanmaz Sait Faik’te. Birden duygu, düşünce, durum değişikliklerine atlarsınız. Öyle hemencecik, sanki daha öncesini siz zaten çoktan biliyormuşsunuz da lafın ortasından geçen bir cümlenin peşine takılıp gitmiş gibisinizdir. “Bir zamanlar deli gibi âşıktım. Bana hak verin!” (s.33) Öykü bu cümlelerle başlar ve muhakkak o aşktan haberdarmışsınız da o konuyu konuşuyormuşçasına paylaşır “Ay Işığı”nda kendini Sait Faik. Okuyucuyu en çok etkileyen de belki bu içtenlik, doğallık, sadeliktir; gündelik, zorlanmadan her gün konuştuğumuz o dili öykülerine yakıştırmasından ziyade.

Duygularını nasıl da kişileştirir, nasıl da somutlaştırır, nasıl da onları karşısına alıp hizaya, yola, nizama sokmak için; laf söz dinlemeyen haylaz bir çocuğa dil döken bir büyük gibi çabalar. “Sahi gidiyor musun, bir daha gelmeyecek misin? Şunun için, şunun için mi bizi bırakıyorsun? İyi bak. Bunun için mi? Dikkatli bak, pişman olmayasın’ diyorlardı.” (s.35)

Çünkü aşk yanıltır bizi. Olmayanı oldurur, cüceyi deve, gölü denize, güneşi aya çevirir. Sevdiğimiz, gerçekte sevmeyi istediğimiz midir? Eğer böyle değilse neden mutsuzuzdur hep ve hiçbir aşkın doğrusu yoktur belki de. Sait Faik bunu duyurur bize. Bir martının, rüzgârın yardımıyla uzun süre kanat çırpmadan mavilikler içinde süzülmesi gibi yorulmadan, kolaylıkla okuruz öykülerini keyifle; öyle hafif, öyle kendiliğinden.

Toplumun kustuğu, dışladığı, bir türlü içine almadığı, benimseyemediği insanları anlamayı başaran, üstün bir yaratıcı gücü içinde taşır Sait Faik. Aynı zamanda sanki bizden, sıradan, herhangi biri gibi yalınlıkla yazabilen biridir, tevazu ve inceliğini de her satırda hissedersiniz onu okurken. Kendisi bunu arzu etmez belki de. Muhabbetinin arasına gizlenmek ister öykülerinde. Ama bu da başka bir çelişkidir onun haletiruhiyesindeki. Hem anlayan hem anlatan, hem bilinmek isteyen hem bundan kaçan bir hal vardır gizliden.

Kimselerin sevmediklerini severek yazar. Aşkta ve yaşamda yenik düşen o basit insanları, , balıkçıları, kendi kabuğunda yaşayan sevgisi içinde kalmışları, yüreği yüzünde kurumuşları, onların kaderleri gibi yersiz, yurtsuz, kuralsız ve kendi kaleminin gittiği yere, yaşamın kıyısına varana kadar yazar.

Bunları yazarken de, toplumun attığı ruhları toplayan, evinde barındıran, öykülerinde saklayan merhametli bir mahalle komşusu hissi yaratır içimizde. Bize ait cümleler vardır o öykülerde. Yaşadığınız hiçbir duygunun suçlusu sayılmazsınız, çünkü hepsi Sait Faik’in anlayış eleğinden elene elene azalıp yok olurlar. Aklanırsınız kendi vicdanınızda dahi. Hele ki aşk! “İnsanın gözü, erkeği öyle candan bakarken kendinden öylesine bir tatlı şey isterken görüyordu ki dayanamıyor: alsın gitsin, istediği bir şey mi sanki? diyiveriyordu.” (s.26) Her günah Sait Faik’in kaleminden geçerken paklanır. Ruh arındırıcı, gönül temizleyici, suç bağışlayıcı, uğursuz kederlerin yorgunluklarını yok edici büyücü misali, güzelim öyküleriyle insanlık yükünü alır üzerimizden. Çünkü yaşamak içimizdeki yorgunluklarla bıktırıcı, boyun eğdirici oluyorken içimize bir can, bir nefes girer onun öyküleriyle. “Şimdi anlamıştı artık. Çocukluk geçirmeyen var mı? Kim bilir, belki o da bir gün kova ile evine bir güneş götürmüştü:” (s.28) Olmayacaklar olur, sihirler gerçeğe dönüşür, ölümlü insanoğlu havadaki bir bulutu bile kovasına doldurabilir. Öyledir Sait Faik öyküleri. O büyülü kalemiyle bize umutlar, gelecekler, şimdiler yaratır. “Büyük hayaller kuralım sevgilim!” (s.35) Aynı ağın içinde yaşamak için çırpınan balıklardan söz eder. “Sabahleyin bitlerle dolu, kimsenin kimseye hürmet etmediği, kimsenin kimseyi hürmete layık bulmadığı, çalanın zengin ve bahtiyar olduğu, esnafın azgın, zenginin deli, haris, egoist, gaddar, fakirinin kayıtsız, sersem olduğu bir şehirde; işin kötüsü sensiz. Oldukça kirli bir yatakta uyanıyorum. Ama sevgilim olacak, büyük hayaller kuruyorum.” (s.35)


KARİDESÇİNİN EVİ

O öyküler ki hâlâ aynı yatakta, aynı hayallerde ve aynı dünyada olduğumuzu bir kez daha bize anımsatırken, insalığı önceden kalbinin içiyle görebilmiş yazarın kaleminden çıktığını da hemen duyumsatır. Birbirini zincirleme takip eden öyküler okuruz kitapta. Art arda yaşanan duygular “Karidesçinin Evi” öyküsüyle başka boyutlara taşınır. Çünkü insanoğlu çok pencereli, çok rüzgârlı, çok bulutlu bir varlıktır aslında. Havada birbirinden bağımsız, habersiz gibi duran bulutlara benzeyen insanların aslında yaşamın içinde beraber, birlikteyken güzel olduklarını vurgular. “Karidesçi, elektrik amelesi, ekmekçi, sirkeci, marangoz çırağı, garson, berber, akordeoncu, kitaracı, bar artisti, revü figüranı, terzi çırağı gibi esnafın birbiri üzerine yığıldığı yokuşta birbirine karışmış her din ve mezhep, Türk, Rus, Ermeni; Rum, Nasturi, Arap, Çingene, Fransız, Katolik, Levanten, Hırvat, Sırp, Bulgar, Acem, Efganlı, Çinli, Tatar, Yahudi, İtalyan, Maltız, daha her türlü milletin birbirine karıştığı bu garip mahalleden sel yatağına her akşam küçük figüran kızlar iner.” (s.49)

Birbirimizle, bu çeşitlilikte, hoşgörüyle, olabilecek güzellikleri yazar Sait Faik. En çirkin tabiatlı insanı, göz ucuyla dahi komşu kadınlarla eşini aldatan o çapkın adamı, komşunun fettan kızını, yetimhanedeki sevgisi içinde kurumuş, haylazlıklarıyla cezalı çocuğu, herkesleri o güzel kalemiyle anlatır durur bize. Hem, balıkları bilmeyen bir öykücü insanları anlatabilir mi hiç? En edepsiz hülyalardan geçerek en vazgeçilmez, içinde biz olan öykülerin yazarıdır o. Yaşamak isteğinin, ölüm karşısındaki çaresizliğinin hırsıyla yazar belki de. Bu yüzden huysuz, geçimsiz olanlarımız dahi onun kaleminden geçerken şeffaflaşır, “biz”leşir ve kalplerimize nakşolur. Hepimiz ne kadar aynıyızdır aslında. Karidesçinin, köpeğiyle konuşan yapayalnız posta dağıtıcısından; Yorgiya’nın kendisini sevmediği adamlara veriyor oluşunun oltaya takılmış bir balıktan ne farkı vardır ki gerçekte? Her birimiz, bir gün batmakta olacak teknenin içinde kendi yalnızlığımızın cümbüşünde kaybolup gitmiyor muyuz zaten?

Sait Faik işin içinde olunca hiçbir şey bir yere gitmez gerçekte. Üzerinden yıllar yıllar geçse de yok olmayan, somut, her okunduğunda karşımızda yeniden canlanıveren, var olana dönüşür. Sihir, büyü, iksir tam da buradadır ve kalemi eline her alanın başaramadığı şey de budur.


YORGİYA’NIN MAHALLESİ

Yaşamda kaçılacak pek yer kalmamıştır aslında. “Uzaklaşıp nereye gidebilirim? Gideceğim yer, ya bir sinema, güzel erkek sürüsünü ortaya süren sinema; yahud da herşeyi sakinleştiren, asıl, muhteşem, dünyada insanın bulabileceği en namuslu yer olan meyhane olabilir. Sanki riyakârlar orada da bir kaç misli riyakâr, namuzsuzlar daha namussuz değilmişler… Kaçılacak yer yok.” (s.40)

Biz nerelere kaçarız öyküler de olmasa? Yoksa peşine kaytan bıyıklı Arnavut’un takıldığı, beyaz tenli terzi çırağı bir Acem kızının kalp atışlarını, fakir evlerde tencerede kaynayan acıyı, kumral saçlı, hoş tavırlı, tıraşlı Filim Hayri’yi nereden tanırdık; kendi yaşamımızın filmini nereden bulup izlerdik yoksa? Sait Faik bu filmin içindedir hep. Onun kalbinin, ruhunun, iç dünyasının mahallesinde yaşayan, ikamet eden tüm mahalleliyle tanışıklığımız iyice artar onu okudukça. Her bir öykü birbirlerine açılan kapılar gibi iç içe, cam cama, yan yana, karşı karşıyadır. Duygular, kişiler, kuşlar, yaşananlar, aşklar, âşıklar, mutsuzluklar, insana dair her ne varsa bir aradadır. “İnsanlar birdenbire içimin mahallesinin caddelerini, meyhanelerini doldururlardı.” (s.56)

Öykülerin birbirleri arasındaki geçişlerinde okuyucusuna karşı bir nezaket, bir hürmet, bir dürüstlük vardır; öyle ki, insan omzunu silkeleyip uzaklaşamaz, okumadan edemez yazdıklarını. “Bu hikâye tamamen uydurmadır ama böyle bir şey sevgilim hakkında pekâlâ varitti. (Varit: olası, muhtemel, olabileceği akla gelen, geçerli olan) Okuyayım ister misiniz? Yoksa siz mi okursunuz?” (s.56)

KURABİYE

Sait Faik’in neredeyse animist olduğuna kanacak olursunuz, her varlığın görünmez bir ruhu olduğuna inanarak yazdığı öykülerini okurken. Herkesin ağzı, her canlının kalp atışı, her varlığın dile gelişine dönen öykülerinde bir sıcaklık, sahicilik, inandırıcılık vardır. “Kurabiye” öyküsünde yine yapayalnız bir genç kızın hazin, hülyalı, hayalli, kandırmacası bol umutlu yaşamına dokunur. İncitmeden anlatmak gerekir bunları, çünkü yaşamda gönül kırgınlıkları vardır ve bunları yazmak için Sait Faik gereklidir. “Her akşam Beyoğlu’na çıkıyorum. Fakat Haliç ışıklarına karşı oturduğum zaman şimdi yanımda Yorgiya oturuyor. Biliyorum, yalancıktan ama olsun!.. Yalancıktan ışıklar yakıyorum.” (s.61)

Yazmanın, içimizi yalancıktan da olsa aydınlattığını; bu dünyanın kasvetini azaltmaya çalıştığını, yolumuza yıldız döşemek olduğunu çoktan biliyordur çoktan, yonta yonta küçülmüş kalemiyle sözbirliği etmişçesine.

KORKUNÇ BİR PASTAHANE

Pastane deyip geçmemeli. İçinde sadece pastalar, kahveler, fincanlar, kolalı örtüler, sandalyeler var zannetmemeli. Oradan ne öyküler çıkarır Sait Faik. Duvarda asılı tablonun ayrıntılarından garsonun gözlerindeki acılara kadar her şeyi anlatır. “Garson çiçek bozuğu, ağzının sağ yanı şişmiş, sanki suratına her akşam bir yumruk yiyor herif.” (s.66)

Bir küçücük pastanede ne yaşamlar okursunuz. “Duvarda duran bir saat… Tam saat üçte durmuş. Belki de bir genç kızın mahçupluğunu, sevmek hissini kaybettiği saat bu saattir.” (s.66) İnsanların, kadınların, erkeklerin, ruhu yitiklerle dolu olanların, kalbin sınırlarına dayanmışların, kendi içlerinde yok olmuşların yazarıdır o. Bir pastane, bir limanda demirlemiş kayık, bir ev içi, bir mahalle arası, bir gökyüzü Sait Faik’in kalemini bekler durur. Çünkü bilir ki insanın olduğu her yerde yaşam saklıdır. Dünyanın dili acıyla ve aşkla yazılmıştır ve o bunları yazmanın ustasıdır. “Sevgilimin mahallesini, arkadaşlarını onun kadar severdim. Bu hava içinde yaşasam, sevgilimle konuşmasam yine ümit içinde yüzerdim. Sanki herkeste ondan birşey vardı. İşte Eleni ve Katina’yı da öyle tanıdım.” (s.69)


ELENİ VE KATİNA

“Biri çekik kara gözleri, biraz ağır endamı, çok şekerli yemekten çürüyüp de sonra altınla doldurulmuş çok bozuk dişleriyle bile güzeldir.” (s.70) Bu cümle dahi kocaman bir yaşamı, aile kederlerini, yürek çırpınışlarını, bir insan izinin ipuçlarını bırakır gözlerimize. Aslında hep duyduğumuz, bildiğimiz, aşinası olduğumuz ama bir türlü de dedikodusunun peşinden gitme merakımızı yenemediğimiz bir hevesle okuruz öykülerini. O arzuyla takılırız onun tek bir sözcüğü yerinden oynasa yıkılıverecek ya da bir fazla cümle ile çirkinleşiverecekmiş gibi duran anlatışlarının peşine. Yalınlıkla, yorulmadan Katina’nın arzu sayılmayacak fakat bir türlü de vazgeçilemez o meçhul yanını okuyuvermek isteriz. “Öteki genç kız, Eleni, ceylan gibi ürkek, lâtifti. Yanağının derisi uçuk ama tatlı bir al renkteydi. Benden mesut ayrılırlarken arkalarından baktım. Katina’nın dostunun ince uzun bacaklarıyla Katina’nın biraz kalınca, çorapsız, beyaz bacakları, gülmeye, eğlenmeye, fakirlikten ve sefaletten uzak, temiz bir dünyaya doğru koşar gibiydiler.” (s.72)

Sait Faik, o insanların gözlerindeki öyküleri bulup çıkarmayı seviyordu, biliyorum. Öyle olmasa bu kitapta “İnsanoğlunun huylarının ta gözlerine kadar sinişine mi şaşardım nedir?” cümlesini okuyabilir miydik hiç? Hem bundan sonra artık aynada gözlerini ilk kez görüyormuşçasına gözbebeklerinin içinde huylarını aramaya başlamayan bir okuyucu yoktur zannederim. Öyküleriyle bizi bize gönderir o. Benliğimize doğru yolculuklar yapmaya iter. Kendimiz ve mahalleli, başkaları, bize benzeyen, benzemeyen pek çok öyküyle birbirimize ne kadar bağlı olduğumuzu bir kez daha hissettirir. Aynı teknede, aynı hamurdan yoğrulmuş olduğumuzu yeniden anımsatır bize. Yaşamın türlü, çeşitli, hızlı dönemeçlerindeki değişen insan yaşanmışlıklarını taşır öykülerine. Birkaç satırda bir ömrü okursunuz neredeyse. “Katina da şöyle iki ayda verem olup oldu. Vangelistra kilisesinin çanı onun için beş dakikadan fazla çalmadı. Sevgilisi de, patron da galiba ben de beş dakikadan fazla bir hüzün duymadan Katina’yı sokaklarda bir daha göremez olduk.” (s.72) Çünkü biliriz ki yoksulların çanı kısa çalar. Yaşam bir kadın, bir erkek ve aralarındaki hüzünden doğar. Kimin nasıl bir anısı olacağımızı bilemeyeceğimiz aklımıza gelir. Güzel anılar olmayı dileriz içten içe. Kalbimiz acır ve falcı Matmazel Todori sevdiğimiz insanlardan oluverir bir başka öyküde.


FALCI MATMAZEL TODORİ

Ev sahibinin yıllardır oturduğu evden onu çıkarıp çıkarmayacağı korkusu ve bilinmezliğiyle ona fal baktırmaya gelenlere kendi durumunun ne olacağını durmadan soran bir hayali kahramandır Matmazel Todori. “O, ya bir roman sayfasından aşırılmış, yahut da ihtiyar bir matmazelin arkasından hayal edilmiş eşyalar arasında bir tanesi, pek hoşuma giderdi, demiştim.” (s.73) Anlatacak çok şeyi olan ama söyleyecekleri, kendi geleceği tükenmiş bir yalnızın öyküsüdür Matmazel Todori ve öldüğünde de kilise köpeği Florası’nın uluduğu kadar bile uzun çalmamıştır. Yoksulun ölümü dahi aynıdır her yerde. Ve bize söylenmek istenen, herkesin muhakkak kendi payına düşen, küçücük de olsa mutluluğu için mücadele etmesi gereğidir. Kitaplardan öğrendiğimiz âşık olma arzusunun yanına bu saadeti arama aşkını da koymak şarttır Sait Faik öykülerinde. Çünkü başka hakikat yoktur aslında. “Yalnız dünya ile, kendisi ile, yazısı ile alâkadardı.” (s.77) cümlesiyle bizi kitabının sonundaki mektuplara yönlendirir.

BİRİNCİ MEKTUP- İKİNCİ MEKTUP- SON

Kalemsiz, kâğıtsız konuşup yazıyorken mektuplar öykülere dönüşür Sait Faik’te. “Birtakım şeyler var ki, başkalarına anlatıldığı zaman onlar üstünde hiçbir tesir birakmıyor. Halbuki aynı şeyler, bende neler yapmamıştı?” (s.78) Onun düşünceleri güzel cümlelerle bezenirken, kaleminin ucunda azalıp kaybolanları yakalamak istercesine, durmadan yazdığını hissettirir bize. İnsanın insanla, yaşamla, kendisiyle savaşı vazgeçilmez bir yazı yorgunluğuna dönüşse de lafı dolaştırıp dolandırıp sevdiğine bir öpücük kondurabilmek inceliği için gösterdiği çabaya insan saygı duymamazlık edemez. Çünkü her söz sonunda sevgiye varır ve o yorgunluk içimizde tuhaf bir tatlı huzura dönüşür Sait Faik’le beraber. Halbuki âşık olmak, birbirimizi sevebilmek için ne kadar az şey, kısa bir andan fazla ne gereklidir ki? “Burnumu, gözümü değiştiremezdim. Hiç olmazsa kunduralarımı değiştirebilirdim a!” (s.82)

Karşılıklı dost sohbetinin tam ortasında, o keyifli anların birindeymişçesine sıkılmadan, hatta o dedikodu, söz, kahraman, tüm duygu ve insanların içinden geçerek okuduğumuz öykülerin yazarıdır Sait Faik. Mütevazı kişiliğinin, tevazu gösterilse haksızlık edilmiş olacak kaleminin büyüklüğüne hayran ola ola okursunuz o sizden, o içten öykülerini. Yalnızlığını, yarattığı tüm kahramanlarıyla kalabalıklaştırmaya çalıştığını sezersiniz içten içe. Oysa siz de öylesinizdir. Onun yazdıklarını okudukça hafiflersiniz sadece. “Bana böyle bir kahve ve böyle köpeği ve çırağı ile haşır-neşir bir adam, bir kahveci görürseniz haber verin. Günün siyasi dedikodularından kurtulmak için kendime ve bütün okuyucularıma orada bir kahve içmeyi sağlayacağım.” (s.95)

Son cümleyi Hermann Hesse’nin adeta Sait Faik için söylediği söze bırakıp, öykülerindeki ölümsüzlüğü aramaya devam etmeli: “Zaman ve dünya, para ve güç, küçük ve sığ insanların elinde bulunacak her zaman, asıl insanların elinde ise hiçbir şey. Yalnızca ölüm… Hepsi o kadar mı? Hayır, ölümsüzlük ayrıca.”

Karşımda Sait Faik, elimde köpüklü bir kahve. Onun falına bakıyorum ve falında ölümsüzlük çıkıyor.


Havada Bulut

Sait Faik Abasıyanık

2019

s,136

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page