- PROLOG
Hulki Aktunç Vardı / Faruk Duman

Lisede, Hulki Aktunç’u, Ferit Edgü’yü, Tomris Uyar’ı bulduğum zaman, dünyalar benim olmuştu. Çünkü bambaşka bir dil varlığından geliyorlardı. O zaman, edebiyat dergilerinde bu soy yazarları izlemeye başlıyorsunuz. Zamanında Milliyet Sanat’ta Ferit Edgü, Van Gogh üzerine bir dizi yazı yayınlamıştı. Daha doğrusu, ressam üzerine bir anlatı yazmış, bunu dergide tefrika etmişti, renkli resimlerle, fasiküller halinde bu yazı okurlara armağan ediliyordu.
Hulki Aktunç resimler yapardı, bugün bende de bir resmi vardır. Günlükler’i yayınlanınca elbette hemen almıştım. Ancak okuyorum. Hulki Bey 1964’te, yani on beş yaşındayken başlamış günlük tutmaya. Bunu ömür boyu sürdürmüş. Yayınlama düşüncesi ile değil, bütünüyle kendisinden bir parça, bir yaşama biçimi olarak… Ölümünden sonra, bu sayısız defteri derleyip toplama, yayına hazırlama işi Doğan Yarıcı’ya düşmüş. Yani bir başka soy, usta yazara. “Ölümünün ardından, ustam gitti çırak kaldım, diye ağıt yakmıştım,” diyor Doğan, “Yanında çalıştığım yıllar dahil, bana her zaman yapıcı yaklaşmış, hiçbir şey dikte etmemiş, kendi yazı ve hayat yolumu bulmamda tam destek olmuş, ama en önemlisi bir gün bile çile çektirmemiş ustam, meğer gidişinin ardından günlüklerini yayına hazırlarken bana çilelerin en büyüğünü çektirecekmiş.” Ama sonra, günlüklerin, defterlerin, el yazılarının içinde zaman geçtikçe bunun bir çile değil, ustadan çırağa son bir ders olduğunu anlamış.
Hulki Aktunç, tanıdığım en zeki insanlardan biriydi. Olağanüstü bir birikimi vardı; konuşurken bu bilgileri yine baştan düşünür, yeni sonuçlara varırdı. Durmaksızın düşünen, sanat üreten bir kafa, yalnız bunun için yaşayan bir zihin gibiydi. Günlükler’i okumaya başlayınca, bu daha iyi anlaşılıyor: 64’te Hulki Aktunç Erzican’da askeri lisede. İzin günlerinde şehre indiği zaman tanıdığı bir kitapçıdan yeni kitaplar alıyor. Ama bunlar bugün için bakıldığında pek on beş yaş kitapları değil sanki: “Eve dönünce Dünya Nimetleri’ni, Pastoral Senfoni’yi, Dar Kapı’yı yeniden okuyacağım.” Nurullah Ataç’ı takip ediyor, Varlık’ı, Camus’yü…”
Yine bu yıllarda Kafka’nın yapıtları hakkında notlar alıyor. Onunla Van Gogh arasında bağıntı kuruyor: “Gogh’un sarı boyayı yiyişini hâlâ öykünüyorum. Biri onun devri geçti diyebilir ama, o aptaldır bence. Resme kanlarını döken bu büyüğe tutkunum ben resim de yapıyorum. Resim ve yazımda da onun dedikleri. Bence yazımda Van Gogh, Kafka’dır. O Kafka ki K.’ları galerilere sokan, köy evlerine, ceza sömürgelerine yollayan ve tutuklayan büyük adaştır. O sarıyı değil kendini yiyordu. Sonunda bitti de ama yeni K.’lar doğmayacak mı?” (28 Ocak 1965).
“Başkalarının diliyle konuşarak sanatçı olunmaz,” der Ferit Edgü. O Milliyet Sanat’ta tefrika edilen, sonra ayrı basımı yapılan Van Gogh Yüz Yıl Sonra’sında. Van Gogh, anımsarsak, “Ben sanatçıyım, demek, hep arayış içindeyim,” diyordu Theo’yaMektuplar’da. Resme dürüstçe, “resim için” yaklaşıyor, sonsuz bir yoksullukla çalışıyordu. Hulki Aktunç buna, “sarı boyayı yemek” diyor. Van Gogh, trajik yaşamını, sarı tarlalar, koyu güneş ışığı ve bol açlıkla bitiriyor. Eski ustaların hareketsiz, çalışmayan insanlarının aksine o emekçileri, çalışan gerçek insanları çiziyor. Ama çağdaşlarından hemen hemen kimse anlamıyor onu. “Boya yiyerek” yaşamak. Onu, sanatının aracıyla yapayalnız bırakmış oluyor. Kafka da sanatının aracıyla yalnız değil midir? Ferit Edgü aktarıyor: “Yalnızlığın avuntusu. Mektup. Kendini dışa vurmanın, bir “insan kardeşiyle” iletişim kurmanın yoludur. // Van Gogh için de, Kafka için de. Bu her iki yalnızın da kısa yaşamları boyunca binlerce mektup yazmış olmalarına bir de bu açıdan bakmak gerekir.”