- PROLOG
İ. Usame Yördem / Yaşamak Ağızda Dağılıyor

“Hayatımızdan memnun değilsek nerede olursak olalım,
Başka yerde mutlu olabileceğimiz avuntusu bize iyi gelir.”
Nuri Bilge CEYLAN
Bulmacaya dalıyor. İki parmağının arasındaki kalemden mürekkep akıyor ancak o bunun farkında değil. Karşısındaki kutucuklara yerleştirmek üzere harfler düşünüyor. Harfleri bir araya getirip heceler, hecelerden sözcükler yapıyor kafasında. Elindeki kalemin mürekkebi, işaret parmağının ortanca boğumuna ince bir leke bırakırken, bulmacadaki açıklamayı okuyor: “Yokluğu sebebiyle yaşamın acısına dayanamayacağından, sevdiği kişiden önce ölmeyi dilemek.” Birkaç defa tekrar ediyor bunu. Daha önce ölmeyi dileyip dilemediğini düşünüyor. Daha önce ölmeyi dilemediğini fark ediyor. Gözünün önüne hücum ediyor anılar. Bir araba, bir ev, bir aşk dilediğini ancak ölümü hiç dilemediğini düşünüyor. Bir ölüm, nasıl dilenilir ki?
Bulmacadaki açıklamaya denk düşen kutucukları saymaya başlıyor:“…yedi, sekiz, dokuz.” Soldan sağa dokuz harfli bir sözcük. İçinde yukarıdan aşağıya bir acı. Geçmişin dikey ve yatay bir ağrısı olarak beliren onlarca demet. Bir araya gelmiş, bir yığın an. O, bu anlardan birkaçını çekip önüne koyuyor. Birkaç duygu, birkaç insan, birkaç yer çekiyor sonra. Anılar, seyreldikçe annesi beliriyor. Önünde birikintiler. Altında eziliyor. Annesinin yüzünün, gözünün önünde belirmesine aracı olan dokuz harfli bir sözcük, onunla dalga mı geçiyor yoksa ona mı öyle geliyor?
Bir araya getirdiklerinin, ortaya çıkardığı bütünlüğü düşündürdüğü dokuz harfli bir sözcük hepi topu. Önü sıra büyüyen, genişleyen bir boşluk, ona bir şeyler anlatıyor olmalı, bu sözcüğü düşünüp durdukça. Sözcüğü düşünürken yalnızlığını duyumsuyor ve bunu alt etmeye çalışıyor, başka şeyler düşünmeye çalışarak. Yalnızlık, insanın kaçınması gereken kalabalığı, diye düşünüyor. Yalnızlıktan kaçarken yalnız kalan biri, ne kadar yalnız kalabilirdi? Bilmiyor. Bulmacadaki açıklamayı okuyor yeniden. Kaçıncı defa okuduğunu unutana kadar okumaya devam edecek neredeyse. Kutucukları sayıyor tekrar.
(…)
Annesini özlediğini, onsuz bir hayatı inkâr ederek uyandığı geceleri düşünmekten başka şeyler yaparsa kötü düşüncelerin aklından uçup gideceğini, hatta biraz daha zorlarsa aklının bile uçup gideceğini zannediyordu önceleri. Bunu başaramayışın, ham bir tadı kalmıştı ona. Yenilgiyi kaçıncı dakikadan itibaren kabullenmesi gerektiğini bilmeyen bir deplasman takımına benzemişti. İlk gol. İkinci gol. Üçüncü gol. Ve ardı sıra yağmur gibi, leblebi gibi goller. Siyahi bir forvet, hat-trick yapmış. Üstüne defanstan kafa golü. Annesini kaybeden sağ açık bile sahada. Ya sonra?
Gündüzleri uyumuş, geceleri özlem duygusuyla baş etmeye çalışmıştı. Ölümün tumturaklı ve kekre tadını ağzından çıkarıp atamamış, ağzını çalkalasa da geçmeyen bir tat kalmıştı. Annesinin, hayatından çıktığını, daha doğrusu annesinin hayattan çıktığını kabul etmemişti hemen. Ölümün dank edeceği günü beklemişti. Futbol maçlarında çıkan birinin yerine bir başkası girerdi. Hep öyle sanmıştı ölümü. Ta ki, ölü dalgınlığı için “ölen birinin ardından, hayata nasıl devam edeceğini bilmemek” diyen sözlüğe bakana dek. İlk defa birini kaybetmiş, ilk defa birinin ölümüne şahit olmuştu. O hayattaydı ancak annesi artık olmayacaktı. Bu onu ürkütmüştü. Bir gün kendisinin de bu durumda olacağını ve kendisinin yerine bir başkasının bu şahitlik görevini yerine getireceğini düşünmüştü.
Geceleri, bir başına yürümüş ve dar kaldırımlarda düşüncelerine denk gelmişti sıkça. Düşündükleri, karşısına çıktıkça garipsemiş ve yalpalamıştı. Sağa gittikçe sağda, sola gittikçe solda karşısına dikilmişti düşünceleri. Göz göze gelmişti, akis zihninin içinden geçen şeylerle. O yürüyüş gecesinin eve dönüşünde bulmuştu annesinin ardında bıraktığı defteri. Niyeyse annesinden önce öleceğini düşünürdü hep. Yanılmıştı ve yanıldığını defteri eline aldığında fark etmişti ilkin. Defterin ilk sayfasında “çocukluk ve dünya, aynı uçurumun akranları bence; birinden ötekine bakıp duruyoruz.” Yazmıştı annesi. Bunu ilk okuduğunda, birkaç defa tekrarlamıştı bu cümleyi. Anlamamıştı. Etkisinin olduğunu duyumsamış olsa da cümlenin, tam karşılığını bulamamıştı içinde. Kendini eksik ve tangırdayan bir şey gibi sezinlemişti. Nerede başlayıp nerede bittiğini bilmeyen bir şey yani.
Defterin ortalarındaki boş sayfaları görünce sayfalarca boşluğun bir anlamı olabileceğini düşünmüştü. Bu düşünceyi o an dışında bir daha hatırlamamıştı. Üstelememişti. Boşlukların bitimi, son sayfada başlarken o sayfalardan birinde bir tümce görmüştü: “Oğlum…” ile başlayıp ve “seni çok seviyorum…” ile biten. Bu tümcenin altına “aramızda hep sessizlik vardı ve hep bir şey demem gerekliymiş duygusu olurdu bende. Yaşamayı yaşayamamış olman çok üzücü olsa da ben de seni seviyorum anneciğim…” yazmıştı.
Satırları birkaç defa okuduktan, birkaç defa durduktan, birkaç defa sustuktan sonra defteri kapatmış, cezveye biraz su koymuştu. Ardından iki kaşık kahve. İlkin, suyu mu yoksa kahveyi mi koyması gerektiğini unutmuştu. Annesi içeride, yan odadaymış gibi bunu ona sormuştu, sessizce ve dudaklarını oynatarak. Boş salon kokusunu işitmişti. Birinin yokluğuna alışmanın acı tadı, içinde gezinip durmuştu tüm gün.
Kahvesini içerken defterin en arka sayfasına “Anlaşılmak duygusu içimde. Sana söylemeyi istediğim ama söyleyemediğim onca şeye engel olan da buymuş gibi. Öyle geliyordu bana. Uzun bir süre bu yüzden susmuştum. Suskunluğumu dağıttın işte şimdi, şu yaptığın…” yazmıştı. Devamını getirememişti. Susmuştu. En iyi bildiği şey buymuşçasına. Suskunluğu çok uzun sürmüş, çok zaman, iki şeyin bir arasındaymış gibi hissederek geçmişti. Dalgınlığını silememiş, üstünden itememişti. Ölüme alışmanın ve hayata dönmenin kolay olmadığını fark etmiş, bundan ki hayattan bakıldığında ölülerin azınlıkta olduğunu dahi düşünmüştü. Ölüyü hatırlatan ve hayatın içinde olan, ara sıra atan bir damarı, birkaç iyi ve güzel sahneyi yeniden canlandıran “bir daha yaşanmayacak” duygusunu, kendini büyüten bir boşluğu alt etmek çok zordu, bunu kabullenmişti. Her şeyi geride bırakmayı denese de başaramamış, kendini kutucuklara teslim etmişti. İnsanı, gerçeklerinden alıp götüren bir şeylerin olması gerektiğine inandırmıştı kendisini. Bungun bir hiçbir şeysizlik duygusunun üstesinden gelebileceğini zannetmişti.
Annesini kaybettiği günden sonraki bütün günlerin aynı olduğunu düşünmeye başlamıştı. Annesinin yüzünü unutacağı korkusu, içine yerleşmiş ve büsbütün korkutmuştu onu. Hayata devam etmesi gerektiğini, hayatın sürdüğünü, hiçbir şeyin, hiçbir kimsenin onu beklemediğini fark etmişti. Nasıl değişebilirdi ki insan, sahici bir acının karşısına dikilip onunla göz göze geldikten sonra?
(…)
Elindeki kalemin mürekkebi, kötü bir koku bırakmaya başlıyor. Kitaplığın aynalı bölmesini açıp bir fotoğraf çıkarıyor oradan. Fotoğrafı eline aldığında, içinde beliren ince bir sızı, kendine yol yapıyor. O ise fotoğrafa bakıyor ve fotoğraf da ona. “Beni hatırlıyor musun?” diye soruyor ona fotoğraf. “Bazen…” diyor karşılık olarak. Arkasına başka şeyler de söylemesi gerektiği bilincinde değil. Kaskatı. Fotoğrafın başka sorular sormasını bekliyor. Oysa başka hiçbir şey sormuyor fotoğraf. Ne zaman susardı fotoğraflar? Bunu düşünüyor. Bir fotoğraf ne zaman susardı? Bilmiyor.
Fotoğrafın suskunluğu, onu kızdırıyor. Fotoğrafı olduğu yerden alıp katlıyor. Fotoğrafı ilk defa katlıyor. Fotoğrafı annesinden sonra, aynalı bölmeye koyduğundan beri, fotoğraftaki annesinin fotoğraftaki gözlerine bakmayı becerdiği birkaç günden beri ilk defa katlıyor. Annesi, burnundan katlanmış oluyor. Üstelemiyor. İçindeki sızı, bir yalağa dökülüyor.
Fotoğrafı dolaba geri koyarken masada duran bulmacayı alıyor bu defa eline. Durmadan ellerine bir şeyler yaptırıyor. Elleri boş kalırsa hafızalanır ve bir şeyi özler. Böyle sanıyor. Ellerini boş bırakmıyor.
Elindeki bulmaca, yüzüne bakıyor şimdi onun. Uzun uzun. Kutucukları sayıyor yine. Ölmeyi dilemek sözcüklerini tekrar ediyor. Ölmeyi. Dilemek. Kutucuklar değişmemiş, halen dokuz.
Daha önce ölmeyi dilemediği için keskin bir tını şeklinde hayıf beliriyor onda. Annesinin yerine ölmeyi, neden daha önce içinden geçirmediğine öfkeleniyor. Mutsuzluğun, huzursuzluğun, ölümün ardından iyice belirginleşmesini tecrübe ediyor olduğundan olsa gerek, bu hızla değişen duygu değişimleri. Tüm bunlardan nasıl sıyrılacağını bilemiyor. Annesinin yerine ölmeyi istemiş olsaydı, sahiden olur muydu ki bu? Bunu düşünüyor bir yandan. Öte yandan “Dokuz harfli,” diyor içinden. İlk dört harfe anne yazıyor. E harfini uzatıyor, kutucuklara sığdırmak adına. Altı tane e harfini yan yana yazıyor. Kutucuklarda “Anneeeeee” yazılı şimdi. Annesine “anneeeeee!” diye kaç defa seslendiğini hesaplıyor kafasından. Üç. Beş. Yedi. Giderek artan e harfleri, giderek artan anne sözcükleri…
Aynalı bölmeden fotoğrafı alıyor eline, bulmacayı bırakırken. Bildik bir şeyi tekrarlıyor içinden, elindeki fotoğrafa bakarken: elindeki fotoğrafta yaşıyor annesi. Henüz ölmemiş. Bu fotoğrafı, ölümünden epey süre önce çekmiş olmalı. Saçları henüz beyazlamamış çünkü annesinin. Gülümsüyor. Kırışmamış suratı. Gençliğin, o devinim hali okunuyor yüzünden. Fotoğrafın çekildiği zaman, babasının da muhtemelen hayatta olduğunu varsayıyor. Babası öldükten sonra neler hissettiğini, annesinden sonra bu hislerin neden bu denli yoğunlaştığını, acaba gerçekten de yalnızlıktan ve yalnız başına ölmekten korkup korkmadığını, yaşamaktan geçerken dünyada, öldükten sonra geride birini bırakmak için mi insanların birbirilerinden çocuklar yapıp yapmadıklarını düşünüyor. Öylesine bir duygu sonra içinde. Hüzünlü bir tarafı olurdu fotoğrafların, bunu ansıyor. Konuşacak mıydı fotoğraf?