- BELGİN ÖNAL
İsmet Tokgöz’ün Zamana Yazılmış Yalnız Öyküleri

“Sessizce bir türkü söylüyoruz İçimizde bir yaraya bakarak” Yannis Ritsos
Bir kitap… Bir öykü kitabı: Bir Kadırga İçin Yaz Resmi(1). 1982 Ankara’sında, mayıs ayında yayımlanmış. Arka kapakta, yazarın kısa öykülerinin ilk kez Ulus gazetesinin sanat sayfasında, ardından Dost, Soyut, Oluşum ve Yazı dergilerinde yayımlandığı belirtilerek şu değerlendirme yapılmış: “İsmet Tokgöz, pek çok yazar için tehlike oluşturabilecek bir eğilimi erdem haline getiriyor öykülerinde. Duyarlığının sıcak, neredeyse yakıcı özelliği ile sımsıkı anlatım biçimini buluşturuyor.”
Öykülerinde gerçekten benzersiz Türkçesi ve yenilikçi tutumuyla “sıkı” bir anlatı evreni kuran Tokgöz, ilk kitabından sonra nedense, sessiz sedasız çekilmişti ortalıktan. Yirmi yılı aşkın bir zaman, rastlamadık imzasına. Tam, “O da İshak yazarı Onat Kutlar gibi tek öykü kitabıyla anılacak galiba” diye düşünürken, geri döndü!
İsmet Tokgöz’ü, 80’lerin duyarlığını taşıyan, suskun öyküleriyle anımsıyoruz yeniden, “şimdiki” zamanların yeni okuyucuları için…
İnsan kalbini kelimelerle çizer İsmet Tokgöz, çünkü kendi kalbindeki çiziklerden yazdığını daha ilk satırda anlar okuyucu.
“…bana öpebileceğim bir yer sakla yüzünde, beni bölen bir şey var orada...”(s.55) Bu sarsıcı, okuyucuyu tepetaklak edip kendine getiren, neredeyse kocaman bir şiir kadar imge dolu satırları yazan bir kalemin, okuyucusunu yapayalnız bırakmamak gibi bir ödevi olmalı, diye aklından geçirir peşinden kaybolup gidenler.
Sanki özellikle ve bilerek zamansız ya da hangi zaman için yazıldığı pek anlaşılamayan, dün, bugün, çocukluk, yetişkinliğin birbirine geçmiş örgüsü içinde zihni bulanan okuyucular yaratır. “… her şeyin sessizliğe kurulduğu saatte bozuk, kulede kim bilir kimin unuttuğu eski bir saatin kurgusunun boşalmaya başlamasına, sarsak tik taklarına benzetiyorum bu tıkırtıları. Köhnemiş bir zamanı şimdiki zamanla yarıştırmaya çıkmış tıkırtılar bunlar.” (s.123)
Hayat içinde kayboluşlarına eşlik eder okuyanlar. Yalnızlığını, eksik kalmışlıklarını paylaşmak ister sessizce. “Sabah yarım kalmış şeyleri de yanına alacaktır.”(s.78) Okurlarıyla kalbi arasında patikalar yaratmaya başlar. “Kızılay’da bekleyip onu görmek de vardı şimdi, bir pastaneye oturup; eve doğru böyle, bir kanalı izleyen bir patikadaymışım duygusu içinde yürüyecek yerde.”(s.76)
Yazarın kendisi için yaratmış olduğu, kanayan kalbi için yapmak zorunda kaldığı bir görev, bir ayindir bu aslında. “ ‘Neleri duyabilir yürüyen bir adam; üstelik buralardan giden’ diyorum sessizce. İçimde yineliyor ve yürüyorum. Ağaçların, evlerin arasında bir yabancı gibi yürüyorum.”(s.32) Yabancılık aslında, bu satırları okuyan herkese tanıdık gelen yeniden, tekrar hatırlayacağı bir öyküye dönüşür içten içe.
Kelimeleriyle şehirden şehre, çocukluktan gençliğe, geçmişten geleceğe durmadan gidip gelmesi, huzursuz bir ruhun devinip durmasını anlatsa da peşi sıra sürüklenir okuyucusu. “… derin çizgiler içindeki yüzünü kaldırınca denizi görüyordu; yoğun ve esintisiz.”(s.19)
Karışık anlam, zaman ve mekân kaymalarıyla yeni okuyucular yaratır. Yaralı bir kalbi onarmak için aynı esrik, kalabalıklar arasında aynı eksik ruhu taşımak gerekir İsmet Tokgöz’ün okuru olmak için.
Hayat kadar uzun olabildiğini düşündürdüğü uzun cümleleriyle, soluk alma molaları vermeden uzayan aralıksız duygu, düşünce geçişleri okunurken her zaman kendisine eşlik edilemese de insana ait, insana benzer bir şeyler anlattığını imleyen ipuçları bırakmış olur satır aralarına. “… kitabın açık sayfaları arasında bir fotoğraf duruyordu; annemin fotoğrafı. Kapı yavaşça kapanmıştı arkamda. Yıllardır o kitabın arasında duran, epeydir görmediğim, unuttuğum fotoğrafa baktım; köpüklerin birbirine koşut beyaz çizgileriyle deniz, çakıllar, iri bir kayanın üzerinde oturan genç bir kadın. Gülümsüyor annem fotoğrafta.”(s.31)
Zamanın, geçmişin, bugünün, köy tasvirlerinin, kasabaların, İstanbul’un, Ankara’nın ve yitirilmiş kardeşin acısına eklenen anne özleminin kadınlara uzanan birbirine girmiş hallerinden dolayı karışır, biraz da yorulur bunun için okuyucu.
“Kasabanın demircisi, yeli, göle indiğinde görecektir. Yaz geldi. Artık, gölün, yanındaki yolundan yüklü kamyonların geçtiği kıyısında kalkan tozlar sıcağa salınır. Ben üç gündür gölün bu kıyısında kasabayı terk etme hazırlıkları yapıyorum. Varlığını, ışıkları uçsuz bucaksız yüzeyindeki yansıtışıyla duyuruyor göl ve çok derin olsa gerektir ayrıca.”(s.9)
Hazin insan hallerini, ayrılıkları, en dokunaklı, en içe işleyen ama sıradanlaşmadan anlattığı kelimeleriyle açtığı patikalardan yürür okuyucu. “Zayıf ve güçsüz buluyor kendini, yaşlanmış buluyor, bu kupkuru bir yüz taşıdığından belli, göz pınarları kurumuş. Durup gözlerini açıyor, eski resimler gibi gözlerine doluyor baktıkları. Eskiye itiyor onu resimler, …”(s.91)
Kalbinden başlayan adımlar birbirini hiç tanımayan, başka coğrafyalarda, başka hayatlarda onu okuyan insanların kederleri aynı adımlara karışır. Karışmak, uzun, soluksuz, birbirine duygu geçişleriyle bağlanmış kaygan cümlelerle karmakarışık hale gelmektir bazen. “birdenbire yeşerivermiş otların sık dokunuşu yolla kesiliyor, ağaçlar da yolun çok ilerisinde başlıyordu. deniz tarafında penceresi yoktu odanın. sonra görmüştüm, yerleştirilmemiş eşyaların yığıldığı diğer odanın da penceresi deniz tarafında değildi. yalnız evden çıkınca, derin çizgiler içindeki yüzünü kaldırınca denizi görüyordu; yoğun ve esintisiz.”(s.19)
Damakta bıraktığı yarım kalan öyküler yazar bilerek sanki. Tamamlanırsa, tam olursa asıl o vakit yazılmamış öyküler yazacağından korkarak ayağa kaldırır uykudaki öykülerini içten içe. Ama aslında yarım kalsın ister gibidir her şey. Kendi hayatında kalmış yarımlıklara benzeyen. Kendi öyküsüne eşlik eden okuyucularıyla tamamlamaya çalıştığı o birden duran, kesilmiş, bir noktada donup kalmış “son an”ın devamını okuyucusu getirsin ister öykülerini yazarken. Belki de yalnızlığını giderecek kelimelerden çoğalan bir güce olan ihtiyacın ifadesidir bu.
“Herşey bir fotoğraf oluyor kimliğini değiştirerek. Işığın bittiği yerde yüzüm. Metin’i anmamalıyım bu gece. Ama ağrılarıyla savaşındaki direncini düşürebilirim örneğin. Onun bir güz akşamında uzanan toprakları anımsatan yüzü geliyor gözümün önüne. Babamın en suskun oğlum bu, dediği Metin. Bütün resimlerin arasında büyük kentler de birer maket.”(s.31)
Geçmişle bitmeyen hesaplaşmanın, boğaza takılıp kalmış yutkunulamayan çocukluğun kelimelere dökülmüş yaralı, yalnız öyküleridir okunan.
Satırlar arasında hissedilen, açıkça dile getirilemediği için varlığından belli belirsiz söz edilebilen yazar çağrısı işitilir öyküler arasında kaybolunurken.
İsmet Tokgöz öykülerinden kaçıp dile gelen cümleler bize; bazen insan en korkunç, en dayanılmaz ve en korkarak kaçtığı duygularını herkesin yaşayabileceğini görerek yalnızlıktan kurtulmak, yaraları aynı olanları okumak ister. Herkesin aslında başkası olamayacak kadar aynı olduğunu bilmeye ihtiyacı vardır hayata tutunabilmek, kendi yaralarını tanımlayabilmek, kabuklarını kaldırabilmek için. Kelimelerden gelecek bir cesarete ihtiyaç duyulur, kalbi onarmak için, der sanki. İsmet Tokgöz bu eksiklik cesaretiyle yazar gibidir insan yalnızlıklarını. “Kentin bu ana caddesinde akşam vakti, yaşlı bir hayvan gibi yürürken ayağındaki yarayı usa getiren sızılara benzetiyor bu düşünceleri.”(s.39)
Okuru ile yazanı arasında olası o uzaklığı, ürkütmeden, usul usul, yarattığı sakin anlatımıyla gidermeyi başarır yine de. Yıllar sonra dahi aynı sükûnetle bekleyen benzer yaralara ulaşabilecekmiş güvenini yaratır. Demek ki her insan aynı yerden yara alıyordur aslında.
“…Şimdi senin yaşamış olduğun evin önündeyim; perdeleri kapalı, ağız dil vermeyen evinin. Yıllardır kapısı açılmamış, ağzı mühürlü bu evin karşısında, durgun sonbahar gününde, yapıp etmelerin zamanının, şimdiki zamanın kenarında eski günlerimizi düşünürken, derin bakışlarını gözümün önüne getirerek durabiliyorum ancak. İçine hiç girmediğim evinin karşısında, elini öperek üzerine bastırdığım göğsümün yandığını duyuyorum. Yalova’dan bindiğim vapura Heybeliada’dan binenler arasında seni görüverdiğim ve bana birdenbire güzel günler muştulayan o sabah vaktinde kapıldığım duygularla bu derin sızıyı aynı anda yaşıyorum, terk edilmiş evinin karşısında. İskeledeyim. Yalnızım.” (“Ada”, Kitap-lık, Mart 2009, Sayı: 125, s.34)
Yalnızlıklarıyla beraberken bile yalnız olmadığını görmek istediği için yazar sanki İsmet Tokgöz. Naif ve içtenlikli anlatımıyla bunu hissettirir okuyucusuna. Güçlü kelimeler, insanın en güçsüz hallerinin anlatıldığı zamanlarda ortaya çıkıyordur belki de. “Ellerimi göğsümde kavuşturuyorum, şimdi denizi ve kıyıları daha iyi görüyorum, biliyorum İstanbul büyük, ama henüz vakit erken her şeye bakmak için. İçimde gömük bir telden duyulur duyulmaz bir sesle güzel bir yüzü düşünüyorum bir an, ne kadar kısa olacaksa o kadar kısa bir zaman parçası içinde.”(Bir Kadırga İçin Yaz Resmi, s.84)
İnsanoğlunun, doğduğu andan itibaren ölüme mahkûm oluşunu derinden ve acıtmadan dile getirir. “önümde yürürken Ankara’da bir koku oluyordu kent, kırmızı ışıklarda duruyordum, meyveci dükkânlarını çiçekçi sanıyordum ve ölümü sağ ayak bileğimde tatlı bir uyartı olarak duyup yürüyordum.”(s.62)
Herkese dokunan satırlar, yaşanmış benzer hikâyelerde karşılık bulur. “Birazdan, akşama doğru uçları tutuşturulacak bir güz gününün kuytusunda, ellerini tutup bir keresinde annemden söz etmiştim ve kalkarken tutkuyla öpmüştüm onu.”(s.86)
Sarsıcı bir yalınlıkla ölüm, yitirdiği beyaz teniyle tamiri imkânsız bir özlemi anımsatan annesine benzese de aslında kalbinde hep yarım kalan bir sevdanın adıdır, okurken anlaşılır bu. “ağlamamalısın benim annem yok diye demedim” ya da “senin annen vardı bir zamanlar, ama öldü herkesin öleceği bir dünyada yaşadığımıza göre, demedim,” sözleriyle o yarım kalmış anne sevgisini anlatır. Bu yarımlık kadınlardan, kelimelerden hayatın içinden geçerek öykülere yerleşir. “… Yollara dökülmüş kadın erkek, yaşlı insanlar; ölümcül. Gözlerim görmemeli bu beyazlığı.”(s.118)
Anlaşılmamak için yazdığı, sanki bulunmamak için kaybolduğu geçmişin dehlizlerinde bizden önce gözden uzaklaşıp gider bilerek. Yakalanırsa alışılmış yalnızlığının büyüsü yok olup, uçuşan kelimelerle bir daha öykü yazamayacakmışçasına.
Uzun, birbirine bağlanan cümleler, bugüne geçmişi bağlayan gidip gelmeler, zamanın üzerinde düşüncelerin, duyguların kayıyorcasına geçişleri kafaları karıştırsa da, nereye gidileceği bilinemese de, yol kaybolur gibi olunsa da; bugüne dair her nesne geçmişi içinde saklayan bir imgeye dönüşür sonunda. “Ben, diyor, bir balık oldum, dalıp derin sulara, tarihöncesinden bir balık, saat on ikilerde kıyılara yanaşan biraz ve denize düşen ışıkların çok altında düşüncelere dalan.”(s.119) Anlarız ki; aynı sularda yüzen balığa benzer herkes en sonunda.
İlk ipliği bulup sökerek geriye doğru, içsel konuşmalarının peşine takılıp tekrar örmek, sonra yeniden sökülecek yeni ipliklere ulaşmaya çalışırken yorgun ama yalnız olmadığını görerek okur, okumayı dokumaya dönüştürmeyi öğrenmiş okuru. “Sessizce iniyor kaldırımlardan. İçi bomboş, dipsiz bir mağara gibi, ama ayaklarından doğru bir kıpırtının yavaş yavaş yükseldiğini duyuyor. Geniş bir uyumun, bir sessizliğin, bir pisliğin kıyısında, kopuvermiş bir doku gibi ayakları kendiliğinden kayıyor yokuş aşağı.”(s.90-91)
Aslında okumak değildir de belki bu, içe doğru yaptığı yolculuklarında peşine takılıp gidiyor olmaktır. Aynı yalnızlıklardan yaratılan bir gizli ortaklık kurmaktır.
Ömrünün doruklarından “Ömrümün dorukları da mı varmış? Şairanelik işte; sevsinler.”(s.123) kuyularına gidip gelinirken elinde tuttuğu, her an sönecek mumun alevi gibi yol gösteren satırları arasında kaybolarak yol alınır. Sadece kendisine eşlik edilir. Nereye götürürse oraya gidilir. “ ‘Metin, Metin’ Annem avazı çıktığınca bağırıyor. Koşuyorum. Ses kesildi. Evi geçip bahçeye daldım. Annemin dağınık saçlı başını görüyorum. Sonra elleri arasında Metin’in esmer, ter içindeki yüzünü. Gözleri büyük büyük bakıyor. Alnındaki, kırağı tanelerine benzeyen terleri sildi elinin tersiyle. Yine terler beliriyor. Ayaklarını oynatamıyor, acı duyuyor dokununca. Babam, ‘Haydi,’ diyor arkamda; elinde battaniye. Battaniyeyi açıp içine koyuyoruz Metin’i. ‘Bir köylü arabasıyla köye götürecek,’ diyor.
Dönemeç geride kaldı. Metin terliyor hâlâ.”(s.22-23)
Kelimelerin bıraktığı izlerden hasta kardeşi Metin’e, çocukluğunun zeytin ağaçlarına, beyaz ölüme, beyaz tenli kadınlardan beyaz anneye, Ankara’ya, kasabaların otel odalarından İstanbul’un sularına doğru yol alınır.
“İstanbul her zaman bu suyla başlar”, (s.84) “Ama deniz koca bir su değildir yalnızca.”(s.16) ya da “Gece başlıyor İstanbul’da. Sularda karıştı bütün haritaların çizgileri birbirine. Ey engin su, ey iç deniz tut beni.”(s.122) derken okuyucu da kendisiyle aynı kelimelerle, aynı yarımlıklarla, aynı suyla başlasın ister öykülerinden yeni büyü suları yaratmaya.
Çoğunlukla gidilen yerde bir başına kalınıp, hangi kelimelerden, ipuçlarından tutunup yol alınacağı kestirilemese de, okuyucu bir sonraki sayfanın umulmadık bir yerinde tekrar göz göze gelir İsmet Tokgöz’le. “… yemekten çok düşünür gibi ve yaşamaya ilişkin bir şeyler yapar gibi, içimde, karşımda olmanı ve sana uzun uzun bakma isteğini yakalıyorum, akşamın bu ilk saatlerinde ve sanki bir yakınımın cenazesinden dönmüş gibi, mezarlığın ayakkabılarımın altına sıvanan çamurunun yitiverdiği ve kuru bir yaprak yeğniliğinde, ayrışmış mavimtrak karanlık içindeki yollardan buraya geldim sanki, öyle yorgun, çantanı açmanı ve sigara içmeni, dudaklarının o bulunmaz bükülüşleriyle, görmek isteğini yakalıyorum içimde, aşevinden sonra karanlık denizle yüz yüze geliyoruz, yorgun”(s.57)
Tokgöz aslında, “Hep içinden görülmüş, hiç dışından görülmemiş bir kule bu”(s.128) dediği yalnızlığına götürür sizi. Çünkü kaç yaşında olursa olsunlar, annesiz kalmış bütün çocuklar yalnızdırlar. Gideceğiniz, gittiğiniz yer ya kendisinin ya okuyucusunun yalnızlığı, adresiniz hangi yönden giderseniz gidin aynı yer olur.
Hayatın karmaşası, gürültüsü, umursamaz akıp gidişi yanında, kendi kabuğunda sessizce duran, kalbindeki o yarım kalmış beyaz sevgisi ve yalnızlığıyla yazar öykülerini. “Pıhtılaşan kan gibi, kurumamış yeşil boyalar parlıyor mezar taşlarına oyulmuş lalelerin içinde. Çürük ot kokusu başını döndürüyor, annesi gelmiyor, yürüyor çocuk ve bir türlü ayrılamıyor o çukur kavşaktan, hep aynı biçimde bir kavşak çıkıyor karşısına.”(s.93)
Bu kavşaktır ona öykülerini yazdıran. Küçük bir çocuğun yaşadığı en yakıcı, en sarsıcı ve en unutulmaz acısı, ölüm, hayat ve kelimeler arasındaki keskin kavşağı yaratır. Bembeyaz. Ölüm gibi. Masum annenin ölümüne ve onun devamı olan kadınlara başka renk yakıştıramazdı küçük bir çocuk kalbi. Çocukluğun anne acısının, yetişkinlikteki kadınlarına dönüşen hüzünlü kederleri, İsmet Tokgöz öykülerini yaratır. Çünkü “Tecrübeler ölüm kokuyordur”(s.64) bir küçük çocuğun annesinin acısını yaşadığı andan itibaren. Bu koku, öykülerin arasına sinecektir hayatın diğer kalanına ve başka beyaz kadınların üzerine sinmiş olduğu gibi.
Okuyucusuyla hangi zaman diliminde karşılaşırsa karşılaşsın aynı etkiyi bırakan, aynı sızılardan olduğu ilk satırda dahi anlaşılabilen, kum saatinin içinde, zamana karşı yazarken satır aralarında bir yer açar okuruna, çünkü kalbi yarıp geçen, insanca bir şeyler vardır bu yalnız ve sessiz öykülerde. “Derin ve zengin soluklar alıyordum senin yanında adada dolaşırken ve yüzüne bakıyordum. Bir Rum balıkçının Aya Nikola Kilisesi’nde yapılan cenaze törenini uzaktan izledikten sonra, deniz kenarındaki tenha bir gazinoya götürdün beni. En çok o gün konuşmuştun, çaylar peş peşe tazelenirken. ‘Onca acı çekildikten sonra, gittikten sonra onca insan buralardan, hiç konuşulmadı olan biten bunca şey üzerine’ demiştin. Uzanıp elini tuttum, öperek göğsüme bastırdım, bırakmadım uzun zaman, biliyorsun.” (“Ada”, Agy, s.33)
Yazar sorumluluğu budur belki de. Ölüm, yalnızlık ve ayrılıklar karşısında dahi insan kalbini sakinleştirebilmek, insanoğlunun değişmez yazgısı üzerine yazabilmek.
Uysallıkla, nereye oturacaklarını bilen terbiyeli çocuklar gibi eğittiği kelimelerinin tam da insan kalbinin ortasında oturuyor olmalarıdır okuyucuyu farkında olmadan büyüleyerek sarsmasının nedeni. Ya da, bir kenar süsü gibi, hayat bizi ürkütmesin diye dikkatlice kullandığı şiirselliktir damakta o buruk tadı bırakan. “Adada geceyi geçireceği pansiyon ya da otel odasında, bu adada yaşamış, yazını kışını, lodosun denizin altını üstüne getirdiği günleri görmüş, fırtınayla yağmurun kayalıkları amansızca dövdüğü, martılarla karabatakların sığınacak yer aradıkları fırtınalı gecelerde uykusu bölünmüş bir adalı gibi, sabaha karşı sessizce balkona çıkacak, karanlıkta kalmış denizin varlığını derinden duyarak, sanki yaşayan tek insan gibi ayakta, denizin bir şeyler sakladığını, adanın, insanın denizde, ‘açıklarda durgun, derin, sesi gelmeyen sesten’ ürktüğünü bir bakışta anlayan, felsefe yapan göçmüş gitmiş balıkçılarından bir şeyler barındırdığını düşünerek insan sesine, fısıltılara kulak kabartacaktı.” (“Ada”, Agy, s.32)
Hiçbir telaş, hırs olmadan, zamanın akan suyuna usulca ve sessizce, gül yaprağı gibi bırakılmış öyküleriyle suskundur İsmet Tokgöz. Sanki hep yapmak istediği, yıllar sonra karşılaşacağı okuyucularıyla dahi aynı tadı, aynı etkiyi bırakan öykülerle yeni, suskun ve yalnızlığı anımsatan büyüler yaratmaktır her seferinde. “Ellerimde mektuplar, sessiz kule odasının ortasında kalakalmıştım.”(BKİYR, s.130) derken gönderdiği öykü mektuplarının adresini üzerlerine yazar böylelikle.
Yeni zamanların sihirli lambasının içinde “Penceresi yok bu kule odasının; tahtalarla çevrili ve uzun merdivenin sonundaki, kulenin bu tek odasının, ömrün doruklarını görebileceğim bir penceresi yok.”(s.123) derken yeni büyücüler, belki yalnız bir ömrün doruklarında, belki dışarıdan görülemeyen bir kuyuda onun mektuplarını bekliyordur.
Belki de sadece beyaz ölümü delip geçsin, beyaz anneye ulaşsın, kalbi onarsın diye yazılmıştır bu yalnız, sessiz, yaralı ve kırık öyküler, kim bilir?

İsmet Tokgöz, Bir Kadırga İçin Yaz Resmi, Tan Yayınları, Ankara 1982.
SPOT
Yalnızlıklarıyla beraberken bile yalnız olmadığını görmek istediği için yazar gibidir İsmet Tokgöz. Naif ve içtenlikli anlatımıyla bunu hissettirir okuyucusuna. Çocukluğun anne acısının, yetişkinlikteki kadınlarına dönüşen hüzünlü kederleri, İsmet Tokgöz öykülerini yaratır. Okuyucusuyla hangi zaman diliminde karşılaşırsa karşılaşsın aynı etkiyi bırakır. Kum saatinin içinde, zamana karşı yazarken satır aralarında bir yer açar okuruna. Çünkü kalbi yarıp geçen, insanca bir şeyler vardır bu yalnız ve sessiz öykülerde. Dikkatle kullandığı yoğun bir şiirsellik vardır dilinde. Hiçbir telaş, hırs olmadan, zamanın akan suyuna usulca ve sessizce, gül yaprağı gibi bırakılmış öykülerin yazarıdır Tokgöz.