- ÜMİT YÜCETİN
Iza'nın Şarkısı Kitap İncelemesi

Bir kitabın son cümlesini okuyup bitirince hem kendimizle hem de yazarla hesaplaşmamız devam ediyorsa eser içimizde bir yerlere dokunmuştur. Iza’nın Şarkısı tam da böyle bir roman, özdeşlik kurabileceğimiz karakterlerle yaratılmış. Macar Edebiyatı’nın en büyük yazarlarından biri olmasının yanısıra, Modern Dünya Edebiyatı’nın da önemli yazarlarından kabul edilen Magda Szabó’nun bu romanı 1963 yılında yayınlandı. En büyük eseri olarak kabul edilen “Kapı” dan yirmi dört yıl önce yazılmasına rağmen, yazarın yetkinliği daha ilk dönem eserinde bile kendini belli etmekte. Diğer romanlarında olduğu gibi burada da yazarın başlıca kavramları; sürgün, yakın tarih, mekân-insan ilişkisi, keder, yalnızlık, iletişimsizlik, yas duygusu, kırgınlık, acı, pişmanlık, değişen toplumsal yaşam, adalet, empati.
1960’lı yılların başında geçen roman, “Toprak, Ateş, Su, Hava” başlıkları altında dört ana bölümden oluşuyor. Yaşam döngüsü gibi; çocukluk, gençlik, orta yaş ve nihayetinde yaşlılık. Kitaba Türkçe versiyonunda adını veren Iza, Iza’nın babası Vince, annesi Etelka, eski eşi Antal ana karakterler.
Seksen yaşındaki Vince’nin üç ay ömrü kaldığının eşine söylenmesi ile başlıyor anlatı. Kırk dokuz yıllık hayat arkadaşını kaybetme, onun ardından gelecek boşluk duygusu ile baş etmeye çalışan Etelka, hayatı boyunca ne yapacağından her zaman emin, aklı başında, çalışkan, sorumluluk sahibi kızı Iza’nın onu yalnız bırakmayacağını öğrenince biraz da olsa hayata tutunuyor. Oysa Iza, özelde ailesinin genelde diğer insanların fiziksel ihtiyaçlarını ne kadar iyi görebiliyorsa onların duygusal gerçekliğini o kadar az algılayabilen bir kadın. Şefkat, karşıdakinin konforunu sağlamaktan çok ne hissettiğini algılayabilmek değil mi?
Annesini çok sevmesine rağmen, onun için ona sormadan başkent Budapeşte’de, kendi yanında planladığı hayat bir tür evcil hayvanın eve getirilmesi gibi yaşanıyor. Eski evden gelecek eşyalar, yeni odasının düzeni, ihtiyaçları konusunda annesine seçme özgürlüğü tanımıyor Iza. Sınırsız otokontrolüyle annesini yanına taşıyıp gözünün önünde tutarken, ihtiyar kadının geçmişiyle bağını devam ettirebileceği her şeyi onun elinden aldığının farkında bile değil. Çocukluğu sevgiden, ilgiden yoksun geçmiş Etelka için Budapeşte’deki yaşamı, gerçek hayattan tam anlamıyla sürgün edilme halini alıyor. “Kafasında, çocukluğuna ait bir duanın sözleri dönüp dolaşıyordu: Koruyucu melek, beni iyi koru, adımlarımı yanlış yola sapmaktan kolla, İsa’nın merhametiyle korunarak büyüyeyim,” (S:109) ruh halinde gösterir yazar bize kadının geldiği durumu.
İhtiyar Etelka’yı, eski damadı Antal ve kızının yeni erkek arkadaşı Domokos kendi çocuğundan daha iyi anlayıp onunla empati kurabilmektedir. Annesinin haline üzülen Iza’ya, “Öyleyse daha çok ilgilen onunla!”, der Domokos, aldığı cevap gerçekten iç burkucudur. “‘Deli misin’ diye cevap verdi Iza. ‘Kendime ayıracak bir dakikam bile yokken.’” (S:153)
Iza’nın yardımcısı katı, tavizsiz Terez bile yaşlı kadının günden güne içine gömüldüğü “sınırsız ve dilsiz keder”i fark edip kendince buna çözümler üretmeye çalışır.
Hem Baba Vince’nin hem de anne Etelka’nın son dakikalarında yanında olan hemşire Lidia, mükemmel insan, mükemmel doktor, mükemmel evlat Iza’nın yerine onun eski kocasına âşık olmayı kendini layık göremezken, Antal’ın neden ondan ayrıldığını hatta neden kendisini sevebildiğini anlar. Iza acıyı, kederi yaşamamak için geçmişi, ailesinin gerçekliğini öğrenmeyi reddetmiştir. Onun için, “Ne yürek sızlatan şarkıların ne de insanı yumuşatan hatıraların sarsabildiği o elmas sertliğinden! Aslında bir açıklama, bir referans, şimdiki zamanın bize sorduğu bulmacanın cevabı olmasına rağmen geçmişin bize düşman olduğunu düşünen zavallı yaratık…” diye düşünür Lidia.
Başarılı doktor, son anlarında babasının yanında olmadığı gibi birkaç ay içinde hayat dolu, canlı, neşeli, üretken annesinden yaşlı bir enkaz yaratır. Yalnız büyüyen hep bir aile özlemi çeken Antal biraz da kayınpederi Vince’ye olan hayranlığından sevmişti eski karısını. Onu tanıdıkça, Iza ile olan ilişkisini, “Önümde bir uçurum açılıyor; içine düşmek için yanlış bir adım atmam yeterli….” (S:217), diye açıklayan Domokos gibi, giderek genç kadının karanlığına çekildiğini fark ederek boşanmak istemiştir.
Yazar, karakterlerinin çocukluğunu anlatırken ülkesinin neredeyse yetmiş yıllık geçmişini de arka plan olarak kullanıyor. Özellikle 1940 ve 50’li yıllarda hızla değişime uğrayan değerleri, geçmişle bağı sağlayan mekanların birer birer yok oluşuna tanıklık ediyoruz. Annesini apolitik olmakla suçlayan doktorun siyasi çalışmalarını izliyoruz. Oysa Antal, zaman içinde, bütün bunları yaparken onun en güçlü, en verici göründüğü anda bile nasıl korkak ve cimri olduğunu fark ederek büyük hayal kırıklığına uğrar. Kalın kabuğunun, dik duruşunu altında içi küçülmüş, kurumuş genç bir kadın Iza.
Iza’nın diğer insanlar üzerindeki etkisi anlatılırken, Vince, Etelka ve Antal’ın çocukluklarının benzer geçtiğini, onlar için ailenin, kendisini sevecek, kollayacak bir insanın varlığının ne kadar değerli olduğunu görüyoruz. Yazar, ‘Yetişkin olmak aileye ihtiyaç duymamak mıdır,’ sorusunu, son sayfada, bu kez gerçekten yapayalnız, pişman Iza’yı gösterirken cevaplamaya çağırıyor okuyucuyu.
Edebiyat dünyasının da tıpkı hayatın diğer alanlarındaki gibi erkek egemen olduğunu bu kitabı okurken bir kez daha fark ettim. Edebiyat incelemelerinin çoğunda baba-oğul çatışmasına dair Dostoyevski, Kafka, Orhan Pamuk ve diğer erkek yazarlara atıfta bulunulmuştur. Oysa hayatın en karanlık alanlarından birisi, anne-kız ilişkisidir. Özellikle ülkemizde üzerine düşünülmesi engellenmek istenen tüm konulara yapıldığı gibi bu duruma
da kutsiyet atfedilmiş, konu dokunulmazlık zırhına büründürülmüştür. Magda Szabo bu eserinde her ne kadar Iza’nın birinci derece yakınlarıyla ilişkisini anlatmış olsa da onun annesi Etelka’yla yaşadıklarını daha büyük bir merceğin altına almıştır. Burada sadece Iza mı suçlu, onu incitmemek, acıtmamak dahası korumak adına, geçmişinden, kendi iç dünyasından, birlikte geçirdikleri zaman içinde hissettiklerini dile getirmekten kaçınan Etelka’nın hiç mi payı yok?
Iza’nın duygusal gerçekliği kaybetmiş iç dünyasının, “Iza’nın artülkesi”, “Iza’nın şiirden yoksun dünyası” gibi tanımlamalarla anlatılması, yazarın yazın hayatına şiirle başlamasının zenginliğini taşıyor metne.