top of page
  • PROLOG

Kadriyem Elek İçinde /Emine Dölek




Neden Cemal'le evlenmiyorsun, seni çok seviyorum diyemediği için mi? Yusuf'un sesinde yarı sitem yarı hayıflanma vardı. Yeğeni Elif'in toyluğundan dolayı, kendisini böylesine seven Cemal'in kıymetini bilmediğini düşünerek üzülüyordu. "Gerçek duyguları ifade etmek zordur, sırf süslü püslü laflar edemiyor diye Cemal'i reddetmen doğru değil" diye devam etti. Sonra masanın üzerindeki sigara paketine uzanıp, paketi aldı ve içinden bir sigara çıkarıp yaktı. Derin bir nefes çektikten sonra, "Mesela ben Kadriye'yi gördüğümde resmen dilim tutulurdu. Bırak, seni seviyorum demeyi, konuşmakta bile zorlanırdım" dedi. Dalıp gitti bir an, sonra güldü. Belli ki aklına bir anısı gelmişti. "Bir gün dersteyiz" dedi, "Tebeşir bitti, öğretmen başıyla beni işaret ederek, oğlum Yusuf, yan sınıftan tebeşir al da gel" dedi. Peki, dedim. Yan sınıfa gittim, kapıyı tıklattım, içeri girdim, tesadüf bu ya, Kadriye de o gün en ön sırada oturmasın mı, kapıyı açar açmaz Kadriye'yle karşılaştım ve adeta dilim tutuldu. Öğretmen soruyor, "Oğlum, niye geldin, hayırdır diye. Ben te...te...te... diye kekeliyorum. Heyecandan bir türlü tebeşir almaya geldim, diyemiyorum. Yıllar önceki o haline güldü yine.

O sırada karısı mutfağa girdi. Salondaki yılbaşı eğlencensinden yayılan şamataya rağmen mutfakta konuşulanları bölük pörçük de olsa duymuş gibi bir hali vardı. Yüzünden öfkeyle karışık bir keder okunuyordu. Başı ağrıyan insanların yaptığı gibi alnına bir yazma sarmış ve sıkıca bağlamıştı. Raftan bir bardak aldı, su doldurdu, sonra su dolu bardağı alıp mutfaktan çıktı. Yusuf ve yeğenleri Elif ile Mustafa bir süre peşinden bakakaldılar. Yusuf'un karısını incitmek gibi bir niyeti yoktu ancak Kadriye'ye olan aşkına dair anlattıklarını duyup duymadığını pek önemsemiş gibi de görünmüyordu. Daha önce de muhtelif kişilerle Kadriye'ye olan aşkı hakkında defalarca konuşmuştu ve karısının bu konuşmaların en azından bir kısmını duyduğundan emindi. Belki de bu nedenle bu kadar rahattı.

Bu arada koridorda birinin, "Ne o Filiz, şimdiden odana mı çekiliyorsun, daha saat kaç ki?" dediği duyuldu. Beriki, bezgin bir sesle "Biraz başım ağrıyor" cevabını verdi. Soruyu soran üstelememiş olacak ki, diyaloğun devamı gelmedi. Filiz, odasına çekilirken, Yusuf, mutfakta bir yandan sigarasını tellendiriyor bir yandan da eski günleri yâd ediyordu. Hem Kadriye'yi hâlâ sevdiği için kederliydi, hem de evlenip çoluk çocuğa karıştığı halde bunu hâlâ dile getirebildiği için sevinçli... Mahçup bir edayla gülümseyerek bir sigara daha yaktı. Bu sırada Elif'in zihninde yıllar önce, altı yedi yaşlarındayken evdeki albümde gördüğü bir fotoğraf canlandı. Fotoğrafın üzene şöyle yazılmıştı: Seni sevmek suç ise ben bu suçu işledim. Cezam ne ise çekerim. Zamanında bu yazıyla ne anlatılmak istendiği üzerine epey kafa yormuştu. Fotoğrafta dayısı, başını yukarı doğru kaldırmış, yanındaki mavi elbiseli, esmer kadına bakıyordu. Kadın saçlarına kırmızı bir gül iliştirmişti. Çok güzel bir kadın olduğu söylenemezdi.

Yusuf, "Kadriye çok güzel değildi belki evet. Kadriye'den önce Özlem Zengin diye bir sevgilim vardı. Okulun en güzel kızıydı. Ama ben Özlem'i değil, Kadriye'yi seviyordum" dedi. Bu son cümleyi sesini yükselterek, adeta isyan eder gibi söylemişti. İster gülün, ister kızın, ister kınayın Kadriye'yi seviyorum. Özlem kadar güzel olmasa da, artık evli barklı da olsa, bir araya gelmemizin mümkün olmadığını bilsem de seviyorum, dercesine.

***

Yusuf henüz dokuz yaşındayken babası onunla beraber dört çocuğunu ve karısını geride bırakarak, Almanya'ya gitmişti. Zira, atadan, dededen kalan bir iki tarladan en fazla otuz beş, kırk teneke buğday alınabiliyordu. Bu da kime yeterdi? Yusuf, babası Almanya'ya gittikten sonra onu sadece yıllık izinlerde memlekete geldiğinde görürdü. Büyük ağabeyi İbrahim ve ablası Gül, evlenmiş, çoluk çocuğa karışmışlar, Yusuf ve ondan bir iki yaş büyük ağabeyi Kemâl, anneleriyle kalmıştı. Annelerinin adı İpek'ti. Ama kimse onu ismiyle çağırmaz, herkes ona yenge derdi. Gerçi bu köyde çocuklar dışında hiçkimse ismiyle çağırılmaz, çocukların ismi de kısaltılarak söylenirdi. Yusuf'a Yuso, küçük ağabeyi Kemâl'e Kâmo, büyük ağabeyi İbrahim'e İbo, ablası Gül'e de Gule derlerdi. Yusuf'un Babası gurbete gittiğinde köydeki bütün işler annesinin omuzlarına yıkılmış, bu büyük sorumluluk, sert ve kavgacı olan bu kadını daha da hırçınlaştırmıştı. Ancak, onu yakından tanıyanlar dışarıdan oldukça katı görünen bu kadının tıpkı ismi gibi, yumuşacık bir kalbi olduğunu içten içe sezerlerdi.

İpek hanımın kalbindeki merhamet yerli yersiz açığa çıkmazdı. İki oğlundan evin işini gücünü hakkıyla yapmalarını bekler, komşunun hayvanları tarlasına veyahut bostanına falan dadanırsa, kavgadan çekinmez, oğullarından birinin canını yakan mahalledeki çocukları kendi elleriyle hırpalardı. Ancak, birkaç gün sonra tarla meselesi yüzünden kavga ettiği komşunun başına bir iş gelse, "Vah garibim vah?" diye hayıflanmaya başlar, komşuyu avutmaya koşardı. Oğlunun canını yaktı diye hırpaladığı komşu çocuğu olur da hasta falan olursa çok üzülürdü. Sabahın şafağında ekin biçmeye, davara, bağa bahçeye gönderdiği çocukları aç biilaç döndüklerinde, "Fukara, yavrularım" diye dövünürdü. Katı görünümünün altında yatan merhamet açığa çıktığında sert bakışları yumuşar, mavi gözleri nemlenirdi.

Uyanır uyanmaz o gün yapılacak işler İpek hanımın zihnine üşüşürdü. Hayvanlar otlatılacak, ahır süpürülecek, ayran yayılacak, süt sağılacak, yaprak kesilecekti. Bitmek bilmeyen işler nedeniyle karga bokunu yemeden yataktan fırlar, Yusuf'un ve ağabeyi Kemâl'in tepesinde dikilir, "Kalkın, neredeyse güneş doğacak bu neyin uykusu?" diye höykürürdü. Zira, köy yerinde güneş doğduktan sonra kalkmak büyük ayıp sayılırdı. Yumuşak bir mizaca sahip olan Kemâl bir iki etmeden kalkardı. Sonra da işe koyulmadan önce akşamdan bakraçta mayalanan yoğurdunu yemek üzere mutfağa yollanırdı.

Ancak, karakter olarak annesi gibi kavgacı ve hırçın olan Yusuf, inat eder yataktan çıkmazdı. Onun bu huyunu bilen annesi, oğlu kalkmayınca sesini biraz daha yükseltir, baktı ki yine kalkmıyor ocağın yanına yığdığı odunlardan birini eline alarak, yatağa doğru seyirtirdi. Bu sırada Yusuf çoktan uyanmış, yorganın altından annesini gözetliyor olurdu ve onun odunla geldiğini gördüğü anda ayağa fırlardı. Ardından annesi, hemen kalkmadığı için acılı bir yüz ifadesi takınıp, o gün yapması gereken işleri sıralardı. O saydıkça işler Yusuf'un gözünde daha da büyür, bir yandan giyinirken bir yandan da, "Her işi ben mi yapacağım? Kamo ne yapacak peki?" diye annesine laf yetiştirirdi.

Yusuf ile annesi en çok davar yüzünden didişirlerdi. Kemâl ile Yusuf davarı sırayla güderlerdi. Yusuf, ertesi gün sıra kendisindeyse erkenden yatağa girer, yorganı başına çeker ve "Hastayım, ben yarın davar otlatamam" derdi. Annesi işten kaytarmak için numara yaptığını anlar, öfkeyle üstüne yürür, "Ya kim otlatacak, komşuyu çağıralım da o otlatsın bari" derdi. Annesi otlatacaksın diye direttikçe, Yusuf işi inada bindirir, en son annesinin tepesi atar, "Otlatmazsan otlatma eşşek sıpası, o yorganın altında geber inşallah" diye tartışmaya son noktayı koyardı. Akşamdan, yapmak etmem diye tutturan Yusuf, sabah bütün bunları söyleyen kendi değilmiş gibi erkenden kalkar, dağ bayır davarın peşinden koşturmaya başlardı. Bazen şiddetli bir yağmur bastırır, işte o zaman annesinin kalbinin derinliklerinde merhamet şimşekleri çakardı. Yüzünü acıyla buruşturur, "Yusufum, kim bilir hangi ağacın altına soğuktan titriyordur şimdi" diye acı acı dövünürdü.

Buğday hasadı gelip çattığında, didişme yine başlar, Yusuf', "Ben bu sıcakta ekin biçemem, Gule biçsin, güneşin altında çok durunca başım ağrıyor" diye tutturur, annesi "Hele bir biçme de dünyanın kaç bucak olduğunu göstereyim sana" diye söylenirdi. İşin sonunda yine annesi galip gelirdi. Gule gelsin gelmesin Yusuf ertesi gün kendini elinde orakla tarlada bulurdu. Güneş iyiden iyiye yükselip, tepe noktaya ulaştığında ise İpek hanım yine içinde o sızıyı hisseder, "Yusufum, güneşin önünde kavruldu bitti" diye yakınmaya başlar, sanki bir gün evvel "Biçme tabii, el alem gelir biçer" diyen kendi değilmiş gibi dertli dertli başını sallardı.

Her işin mutlak surette zamanında ve eksiksiz yapılmasını isteyen ve istediği olmayınca öfkesine hâkim olamayan İpek hanımı konu komşu ile karşı karşıya getiren konulardan biri de Yusuf'un muziplikleriydi. Koca adam, komşu çocuklarının çuldan çaputtan yaptıkları oyuncakları kapıp kaçar, ağabeyini ve arkadaşlarına envai çeşit şaka ile çileden çıkarırdı. Bu şakalara kızıp darılanlar bazen, baktılar ki Yusuf'la baş edemiyoruz, İpek hanımın kapısını çalar, olay İpek hanımın Yusuf'u odunla kovalamasıyla son bulurdu.

Günlerden bir gün babası sağ elinde lacivert büyük bir bavul, sol elinde siyah orta büyüklükte deri bir çanta ile çıkageldi. Babalarının geldiğini duyan Gule ile İbrahim de çoluğunu çocuğunu alıp baba evine koşmuştu. Herkes tarifsiz bir mutluluk içindeydi. Bu mutlulukta babalarının getirdiği armağanların payı da inkar edilemezdi şüphesiz. Babaları siyah çantaya kendi giysilerini koymuştu. Ama büyük bavulun içi armağanlarla doluydu. Babaları, torun torba hiçkimseyi unutmadığı gibi, bol miktarda çikolata, şeker, çeşit çeşit sabun ve şampuan getirmeyi de ihmal etmemişti. Yusuf, kendisine getirilen asker botlarına eğilip eğilip bakmaktan kendini alamıyordu. Ayakkabılar ayağında gıcır gıcır parlıyordu. Ancak en çok ilgisini çeken valizin kokusu olmuştu. Çok güzel, çok değişik bir kokuydu bu ve aynı koku babasının üstüne başına da sinmişti. Almanya'dan gelenlerin hepsi böyle hoş mu kokuyorlardı acaba? Lacivert valizdeki armağanlar dağıtıldıktan sonra, kalan şeker, çikolata, sabun ve şampuan da bölüşüldü. Büyük kısmını İpek hanım aldı ancak Gule'yi ve İbrahim'e de bir şeyler verdi.

Hediye dağıtma faslı kapandıktan sonra babaları aldı sözü, gurbetten onlara çok ama çok önemli bir haberle dönmüştü. Şu ana kadar maaşı düşük olduğu için karısını ve çocuklarını yanına almasına müsade edilmemişti. Ancak Alman hükümeti insafa gelmiş, karısını ve bir çocuğunu Almanya'ya götürmesi için izin çıkmıştı. Yalnız, götürülecek çocuğun on sekiz yaşını geçmemiş olması gerekiyordu. Kemâl, hepi topu bir iki ay sonra on sekiz yaşından gün alacaktı. Şu durumda Almanya'ya Kemâl gitmeli, Yusuf ise memlekette ağabeyi İbrahim ile kalmalıydı. Bu haber Yusuf'u sarstı. Ancak babasının izninin bitmesine daha çok vardı, bulunurdu bir hal çaresi. Başlangıçta böyle düşünse de günler geçtikçe Yusuf'u bir telaş aldı. Yemeden, içmeden kesildi, uyku uyuyamaz oldu. Sahi, annesinden nasıl ayrılacaktı? Sanki annesiyle her allahın günü didişen o değilmiş gibi, ondan ayrılmak zorunda kalacağını düşündükçe dünya başına yıkılıyor, etrafında konuşulanları duymuyor, uzaklara dalıp dalıp gidiyordu. Annesinin onu zorla davara yollaması, ona zorla ekin biçtirmesi, onu odunla kovalaması bir oyundu sanki. Çekişmeleri hatırına geldikçe hüzünlü hüzünlü gülümsemekten kendini alamıyordu. Annesi kendisine her ne yapmış olursa olsun bu yaşına kadar onun o katı görünümünün altındaki merhamete tutunarak yaşamış olduğunu ve hiçbir sevginin annesinin yüreğinin derinliklerinde kendisine beslediği sevgiyle boy ölçüşemeyeceğini acı bir biçimde idrak etti. Babasının onlara verdiği haberden sonra muzipliğinden ve inatçılığından eser kalmamış, sessiz sakin bir oğlan olup çıkmıştı. Bu kadar kısa bir sürede onda meydana gelen bu değişiklik ev halkının da dikkatinden kaçmıyordu ya zamanla durumu hazmeder diye düşünüyorlardı. Yalnız babası ara ara sinirlerine hâkim olamayıp köpürüyordu. Böyle zamanlarda onu, "Koca adam oldun, utanmasan ağlayacaksın" diye azarlıyordu. Aslında babası da onu götüremiyor oluşuna içerliyordu ve belki de bu kadar öfkelenmesinin nedeni Yusuf'un bu suskun ve üzgün halinin ona kendi çaresizliğini hatırlatmasıydı. Sonunda konu komşu araya girdi. Yusuf çok üzülüyor, Kemâl daha dingin bir çocuk, duruma çabuk alışır, sen en iyisi Almanya'ya Yusuf'u götür. İlerde Kemâl'in yaşını küçültür onu da yanına alırsın, dediler. Ancak bu teklif babasının aklına yatmadı. Yaş küçültmek için mahkemeye gitmek lazımdı. Ancak, adaleti aldatmak doğru değildi. O nedenle de Almanya'ya Kemâl gidecekti, kararı kesindi. Babası kararından dönmeyince Yusuf daha da kederlendi. O üzüntüyle köşesine çekildikçe, babası daha da hiddetleniyor, "Ben istemez miyim hep beraber gidelim" diye çıkışıyordu.

Sonunda Yusuf'un korktuğu oldu ve babasının izni bitti. Annesi, babası ve Kemâl, sabah Almanya'ya gitmek üzere yola çıkacaklardı. Yusuf, ertesi gün herkesten önce uyanmış, evlerinin karşısındaki harman yerinde çömelmiş, düşünceli düşünceli karşı tepeleri seyrediyordu. Harman'a bir minibüs çekilmişti, belli ki vedalaşma töreni burada yapılacaktı. Bir süre sonra annesi kapıda belirdi. Herkes İpek hanımı uzun basma pijama üzerine basma entari ile görmeye alışıktı. Bu sabah ise kocasının kendisine gurbetten getirdiği ama o ana kadar sandıkta muhafaza etmiş olduğu, kollarında inciye benzer düğmeler olan beyaz gömleğini ve pilili uzun eteğini giymişti. Ayağında da siyah, rugan ayakkabılar vardı. Bu ayakkabılar da ya bugüne kadar sandıkta giyilecekleri günü beklemişlerdi ya da kocası İpek hanımın ayağında naylon ayakkabılarla Almanya'ya gitmesinin uygun olmayacağı düşüncesiyle onları son gelişinde getirmişti. Başına ipeksi bir baş örtüsü bağlamıştı. Bu örtünün etrafı tülbent gibi boncukla oyalı değildi. Üstelik bunu bütün yüzüne sarmamış iki ucunu birleştirip, kafasının üzerinde bağlamıştı. Konu komşu, eş, dost ve akraba da vedalaşmak üzere, minibüsün çekildiği harman yerine akıyordu. İpek hanım, yüzünde acılı bir ifadeyle gelenleri tek tek öpüyor, belki de hayatında ilk kez onlara sarılıyor, ayrılacakları için üzüntülerini belirtiyordu. Arada bir de göz ucuyla Yusuf'a bakmayı ihmal etmiyor, onun bu anı metanetle atlatması için içinden dua ediyordu. Konu komşu da Yusuf'a acıyan gözlerle bakıyordu.

Bir ara anne ve oğlunun gözleri buluştu. İşte o zaman Yusuf, yüzünde bitkin ve küskün bir ifadeyle ayağa kalktı. Harmandaki bütün yüzler ona çevrildi. Uykudan yeni uyanmış da hâlâ kendine gelememiş gibi bir hali vardı. Halbuki, herkesten önce kalkmıştı. Sanki her an bir delilik edecekmiş gibi görünüyordu. Annesinin yanına yaklaştı. Annesi de onun bu üzgün ve biçare haline bigane kalmadı. Ellerini ona doğru uzattı. Derken Yusuf annesinin önünde durdu ve, "Anne sen gidersen ben ölürüm" dedi. Sözünü bitirdikten sonra bir süre annesinin yüzüne baktı. "Bak gerçekten ölürüm" diye ağlamaya başladı. Etraftakilerin bakışlarına aldırmadan, sarsıla sarsıla, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Göz yaşları bütün yüzünü ve bu yüzü göğsüne bastıran annesinin gömleğini ıslatmıştı. Annesini saran elleri çözülmüyordu bir türlü. Sonra babasının Almanya'dan getirdiği valizden gelen kokunun annesinin üzerine de sinmiş olduğunu fark etti. Bu kez o güzel kokuyu yadırgamaktan kendini alamadı.

Bu dramatik vedalaşma şoför mahallinden gitme vaktinin geldiğini haber veren bir korna sesiyle bölündü. Annesi, istemeye istemeye ellerini Yusuf'un yüzünden çekip, arabaya bindi. Araba hareket etti ama Yusuf içindeki acıyı tam olarak akıtamamış olacak ki bu kez de arabanın peşinden koşmaya başladı. Etraftakiler ondan bu kadarını beklemedikleri için mi, yoksa kendilerini bu dramatik sahneye çok kaptırıp donakaldıkları için mi bilinmez, müdahale etmekte geç kaldılar. Etseler de tutabilirler miydi acaba? Yusuf, minibüsün peşinden koşuyor da koşuyordu. Bir ara düştü, kalkıp yeniden koşmaya başladı. Harman yerinde toplananlar, onu çaresizce izliyorlar, bu kadarına gerek var mıydı deli oğlan, dercesine başlarını sallıyorlardı. Yusuf ise takati tükenene ve minibüs arkasında bir toz bulutu bırakarak gözden yitene kadar koşmaya devam etti. En son dizlerinin üzerine çöküp, olduğu yerde kalakaldı. Ayağa kalktığında ağlamıyordu artık. Göz yaşları pınarlarında katılaşıp kalmıştı sanki. Epey bir süre sonra köye geri döndüğünde alnından hala kan sızıyordu. Meğer düştüğünde alnı yarılmış ama o koşmaya devam etmişti."

Annesini yolcu eden herkesi yine harmanda buldu. Kimi ikili üçlü gruplar oluşturmuş sohbet ediyor, kimi elinde sigara volta atıyor, kimi yere çömelmiş bir başına düşünüyordu ama hepsi de ara ara göz ucuyla onun minibüsün peşinden koşup gittiği yola bakmaktan geri durmuyorlardı. Belli ki Yusuf'un dönmesini bekliyorlardı. Gel gör ki hiçbiri ona yaklaşmaya da onu avutmaya da cesarat edemedi. Alnındaki kanı gören amcasının oğlu Hüseyin, ona doğru bir hamle yaptıysa da Yusuf eliyle yaklaşma işareti yaptı ve kalabalığın arasından geçip eve yöneldi. Holü geçip, salona girdi. Annesini ondan koparıp götüren arabadan geriye nasıl sadece bir toz bulutu kalmışsa, annesinin çekip gittiği bu evden de geriye sadece bir sessizlik bulutu kalmıştı. İçerde hayattan, canlılıktan eser yoktu. Yusuf'un gözünde ev ev olmaktan çıkmış, birbiriyle ilgisiz bir eşyalar yığınına dönmüştü. Sedire oturmak içinden gelmedi. Hem bir adım daha atacak takati de kalmamıştı. Ardına kadar açık kapının yanına çömelip, cebinden annesinden geriye kalan tek fotoğrafı çıkardı. Nedendir bilinmez, fotoğraf evlerinin toprak damında çekilmişti. Babası kolunu annesinin boynuna dolamıştı. Tepelerinden elektrik telleri geçiyordu. Annesinin üzerindeki giysiler birbirinden ne kadar da ilgisizdi böyle. Uzun basma bir fistanın üzerine, şehir yerindeki kadınlarınkine benzer, iri düğmeli beyaz bir hırka giymiş, başına da yeni gelin gibi beyaz tülbentini sarmıştı. Ortadan ikiye ayırıp, iki örük yaptığı uzun saçlarının örgülerinin uçları, tülbentin altından sarkıyordu. Mavi gözlerini objektife dikmiş acı acı bakıyordu. Yüzünde ağlamaklı bir ifade vardı. Babasının ise daha modern bir görünümü vardı. Kumaş pantolon ve ekose bir ceket giymişti. Karısının tersine mutlu ve gururluydu. Yusuf, fotoğrafa bir süre bakakaldı. Sonra her iki eliyle tutup hırsla gerdi, tam ortadan ikiye ayıracaktı ki birden durdu. Çünkü fotoğrafı yırtarsa, az önce peşinden koştuğu minibüsün ardında bıraktığı toz bulutu nasıl dağıldıysa, annesinden geriye kalan her şey de bu toz bulutu gibi dağılıp gidecekmiş hissine kapıldı. Ona ait her şeyin yitip gittiği duygusu o kadar ağır ve katlanılmazdı ki. Fotoğrafı cebine geri koydu. Yıllar sonra, biri ona annesinin peşinden koştuğu o günü hatırlattığında, "Öleceğimi sandım, bir an için gerçekten öleceğimi sandım" diyecekti.

***

Annesi Almanya'ya gideli epey olmuş, Yusuf şehir merkezinde, temelli olarak ağabeyi İbrahim ve yengesi Besime ile kalmaya başlamıştı. Eş, dost, akraba kendisine sürekli "Sen erkek adamsın, insan annesinden ayrılınca üzülür ama ölecek de değil ya" diye telkinde bulunuyordu. Annesi gitti diye okulu bırakacak hali yoktu hem. Diyelim ki bir gün geldi o da Almanya'ya gitti. Orada da okul vardı. Burada okul yüzü görmeyip, koca adam orada birinci sınıftan mı başlayacaktı? Gerek ağabeyinin gerekse yengesinin oldukça yumuşak başlı ve naif olmaları da Yusuf'un özgür ruhuna uygun düşüyordu. Okuldan eve gelir gelmez çantayı, ceketi bir tarafa fırlatıyor, kendini sokağa atıyordu. Kimse akşama kadar nerelerde olduğunu, ne yaptığını bilmiyordu. Akşam üzeri çıkıp geliyordu. Gizli gizli sigara içiyor, kitabın defterin yüzüne bakmıyordu. Doktor olayım, avukat olayım gibi düşünceler aklının ucundan geçmiyor, okul bir bitsin, yapılacak bir iş bulunur, bakarız bir hal çaresine diye düşünüyordu. Hatta bir ara ağabeyine de yengesine de haber vermeden bir tüpçü dükkanında işe girmiş, tam bir hafta okula gitmemişti. Neyse ki onu çok seven Fen bilgisi öğretmeni Cemal hoca hem amcasının oğlu hem de sınıf arkadaşı Hüseyin'i yanına çağırtıp, "Nerelerde bu deli oğlan, niye okula gelmiyor?" diye sorguya çekmişti. Hüseyin gerçeği söylerse Yusuf'un kendisini haşlayacağından çok korkmasına rağmen, Cemal hocaya her şeyi anlatmıştı. Hoca da çıkışta çalıştığı dükkana gitmiş ve okula dönmesi için Yusuf'a bir iki saat dil dökmüştü. Üstelik, okula dönerse, ağabeyi ile yengesine hiçbir şey söylemeyeceğine dair de söz vermişti. Bunun üzerine Yusuf, Cemal hocayı çok sevdiği ve onu kırmak istemediği için okula dönmeye karar vermişti.

Okula muntazam gitmeye başlamıştı ya hala dersle mersle işi yoktu. Sınıfı geçsindi yeterdi ona. Yaptığı şakalarla dersi kaynatıyor, çoğu zaman okula yine kitapsız, deftersiz, elini kolunu sallaya sallaya gidiyor, kâh yakalığını, kâh çantasını evde unutuyordu. Onun yaptıklarını başka bir öğrenci yapsa öğretmenleri kıyameti koparırlardı. Ancak, nedense ona kızamıyorlar, bazen kızacak raddeye gelseler de Yusuf hemen bir espri patlatıyor, öğretmenler kendilerini tutamayıp gülüyorlar, bu da otoritelerini daha çok sarsıyordu. Öğretmenler bu tür durumlara meydan vermemek için ona ilişmemeyi tercih ediyorlar, muzipliklerini çoğu zaman görmezden geliyorlardı. Onu sevmesine seviyorlardı ancak, şımarmasından korktukları için bu sevgiyi pek belli etmemeye uğraşıyorlardı.

Yusuf'un yan sınıftan Özlem Zengin diye bir de yavuklusu vardı. Erkek öğrenciler de kız öğrenciler de Özlem'i okulun en güzel kızı addediyorlardı. Gerçekten okulun en güzel kızı mıydı bilinmez ama diğer kızlarda olmayan bir ışıltısı olduğu kesindi. Her şeyden önce soyadına uygun zengin bir görünümü vardı. Öğrenciler genelde parasızlık nedeniyle önlüğü, yakalığı üst devrelerinden ya da bir tanıdıktan temin ederlerken, onun önlüğü, çantası her sene yeni alınır, her gün başka bir yakalık takar, üstü başı gıcır gıcır parlardı. Saçlarını muntazam toplar, bir tek telin bu düzeni bozmasına izin vermezdi. Okul yolu çamur içinde olmasına rağmen ayakkabıları da her daim tertemiz olurdu. Kızlar arasında onun dudaklarına ruj sürüp sürmediğine dair ardı arkası kesilmeyen bir tartışmadır gidiyordu. Kızların kimi dudaklarındaki kırmızılığın tabii olduğunu savunur, kimi ise bunun kesinlikle mümkün olmadığını, onun az da olsa ruj sürdüğünü ama bunu inkar ettiğini söylerdi. Özlem, beğenildiğini bilmenin verdiği memnuniyetle daima gülümserdi. Onun çok ciddi meselelerden konuştuğunu, biriyle kavga ettiğini gören; sesini yükselttiğini işiten olmamıştı. Kendisinin gösterişli kılığı ile Yusuf'un pejmürde görüntüsü arasındaki tezatlığa aldırmadan her teneffüs soluğu onun yanında alırdı. Sağda solda başka talipleri de vardı. Bir arkadaşı şakacıktan, bunlardan söz etse, "Yusuf duymasın sakın çok kızar" diye gevrek gevrek gülerdi. Yusuf'un onunla ilgili bir meseleye çok kızdığı ise görülmüş şey değildi. Münasebetleri sınıf arkadaşları vasıtasıyla başlamıştı. Kızın ışıltısı Yusuf'un gözünden kaçmamış, bir iki kere onu dikkatli dikkatli incelemekten kendini alamamıştı. Özlem de derin derin bakan bu masmavi gözleri çok beğenmişti. Yusuf'un arkadaşları Cemil ve Hatice, durumu hemen fark etmiş ve harekete geçmişlerdi. İki genç kafa kafaya verip aralarında plan yapmışlar; Cemil, Yusuf'a "Özlem yarın çıkışta seni okulun arkasında bekleyecekmiş" demiş, Hatice de Özlem'e Yusuf'un aynı yerde onu bekleyeceğini söylemişti. Buluşma o buluşmaydı. O günden sonra Yusuf ile Özlem teneffüslerde bir araya gelirler, bazen okulun çevresini turlarlardı. Yusuf, sevgili olmak böyle bir şeydi demek diye düşünür, bu buluşmalarda kızın ona anlattıklarını ertesi gün unuturdu.

Yusuf'un, Cemal hocanın ısrarıyla okula döndüğü gün teneffüs zili çalınca Özlem yine salına salına Yusuf'un yanına gelmişti. Biraz lafladılar, ders zili çalınca kız kendi sınıfına dönerken, bahçede voltadan dönen Hüseyin de sınıfa girdi. Ardından Yusuf'a yaklaşıp kulağına doğru eğilerek, fısıltıyla, "Sen yokken 3 B sınıfına yeni bir kız geldi, haberin var mı?" diye sordu. Verdiği bu sıradışı haberin kıvancıyla hafifçe sırıttı. Yusuf pek ilgilenmiş görünmedi. Sadece, adı ne diye sordu. Adı Kadriye'ydi. "Kadriye mi, isme bak", diye dudak büktü. "Ben teneffüste dışarı çıkmayacağım. Hava soğuk" diye de ekledi. Okula yeni bir kız geldiğinde erkekler arasında heyecanlı bir telaş başlardı. Kızın geldiğini her kim önce haber aldıysa, koşar erkekler grubuna yetiştirirdi. Erkek öğrencilerin hepsi teneffüste dikkat çekmemeye çalışarak, sırayla kızı görmeye giderlerdi. Sonra bir süre kızın güzel olup olmadığı kritik edilirdi. İleriki günlerde ya o da diğer kızlar gibi unutulup giderdi ya da aralarından biri ona göz koyar ve bu saatten sonra diğerlerinin o kıza yan gözle bakması ayıp sayılırdı. Teneffüs zili çalıp da Hüseyin, "Hadi bahçeye çıkalım, kızı sen de gör" diye ısrar etti. Yusuf'un isteksiz olduğunu görünce de Doğu şivesi ile, "Merak etmeyesin, Özo'ya bir şeycik demem, valla demem" diye sırıttı. Yusuf, "Hadi lan ordan, ben bilirim senin bir şeycik dememelerini. Cemal hocaya da demedin" diye çıkıştı. Sonra bahçeye berar çıktılar. Ne de olsa Yusuf da merak etmeye başlamıştı yeni kızı.

Yusuf ile Hüseyin bahçeye çıktıklarında 3 B sınıfının öğrencileri bahçede voleybol oynamaya hazırlanıyorlardı. Kadriye de aralarındaydı. Yusuf, Kadriye'nin yeni arkadaşlarıyla bu kadar çabuk kaynaşmış olmasına şaşırdı. Halbuki yeni gelenlerin kendilerini kabul ettirmeleri biraz zaman alırdı. Şöyle bir süzdü onu. Boyu ortalamanın biraz üzerindeydi. Omuzlarına kadar uzanan saçlarını arkada gelişigüzel toplamıştı. Kahverengi büyük gözleri vardı. Etrafını dikkatli gözlerle süzüyordu. Okula henüz bugün gelmiş birine göre kendinden fazlasıyla emin bir havası vardı. Bu kıza güzel denir miydi, denmez miydi karar vermek zordu ancak gözlerinin güzel olduğu kesindi. Yusuf, nedense ondan çekindiğini hissetti bir an. Gruplar oluşturuldu, oyun başladı. Kız, Yusuf'la aynı takıma düştü. Topa çok iyi vuruyor, top Yusuf'a doğru havalandığında, "Vur hadi, vursana" diye bağırıyor, beriki topu iyi karşılayamadıysa, "Bu nasıl oynamak" dercesine başını sallıyordu. Yusuf ise nedense her zamanki performansını sergileyemiyor, Kadriye'den gelen baskı ile motive olmak bir yana karşılayabileceği topların kaçmasına bile isteye göz yumuyordu sanki.

Çok iyi vurabilecek durumdayken tam üç topu karşılayamadı. Hepsinde de Kadriye'nin "Vursana hadi, hadi ama" komutu duyuldu. Kadriye pes edip susmuştu ki, Yusuf, bu kez kendisine doğru gelen bir topu çok iyi karşılamaya karar verdi. Fakat bu hırsla Kadriye'ye doğru çok kaykılmış olacak ki çarpıştılar. Çünkü Kadriye de, onun yine topa vuramayacağı endişesiyle, kendi vurmak için Yusuf'a doğru kaykılmıştı. Çarpışma anında Kadriye'nin dirseği Yusuf'un alnındaki derin yara izine denk geldi. Annesinin peşinden koşarken düşüp yarmıştı ya hani. Aldığı darbeyle Yusuf'un alnından kan sızmaya başladı. Az önce yüksek sesle, ona komutlar veren Kadriye'nin sesi kanı görünce yumuşadı, "Hay allah dedi, gel şöyle de ne olduğuna bakalım". Beriki "Bir şeyim yok" dediyse de, Kadriye, "Olur mu canım öyle şey, gel hadi, bırak oyunu şimdi" diyerek üsteledi. Buyurgan ve mazeret kabul etmez bir ses tonu vardı. Yusuf, itiraz etmek istiyor ancak elinden bu sese boyun eğmekten başka bir şey gelmiyordu. Kızla beraber merdivenlere doğru ilerlediler, diğerleri de arkalarından geliyorlardı. Kardiye, Yusuf'u merdivenlere oturtup, cebinden çıkardığı mendili alnındaki kanayan noktaya bastırdı. Sonra da yaranın ne durumda olduğunu daha iyi anlamak için ona doğru eğildi. Tam geri çekiliyordu ki göz göze geldiler. Yusuf o anda tuhaf bir biçimde ilk kez bugün gördüğü hem dediğim dedik hem merhametli olan bu kızı sanki yıllardır tanıyormuş hissine kapıldı. Evet, garip bir biçimde onu bir yerlerden tanıyor gibiydi.

Amcasının oğlu Hüseyin, merdivenlerdeki bakışmadan şüphelenmiş olacak ki, ders zili çalıp herkes sınıfına yöneldiğinde, Yusuf'un yanına yaklaşıp, "Gezme ceylan bu dağlarda seni avlarlar" türküsünü mırıldanmaya başladı. Sonra da "Ceylan dağlara kendi ayaklarıyla geldi, haberi yok" diye sırıttı. Yusuf, "Ne diyorsun lan" diye çıkışarak, elindeki tesbihi ona doğru savurdu. Az önce Kadriye'yi görmesi konusunda onu yüreklendirip, "Özo'ya demem merak etmeyesin" diyen Hüseyin bu kez "Özo'ya derim bak" diye ona takılmaya başladı. Ama her cümlesinde sırıtarak geri kaykılıyor, her an Yusuf'tan gelebilecek bir darbeye karşı tetikte olması gerektiğini biliyordu.

Paydos zili çalar çalmaz, Yusuf hızla sınıftan dışarı fırladı. Hüseyin arkasından bağırdı, "Hey nereye, birlikte çıkacaktık hani", Yusuf, "İşim var" dedi, arkasına bakmadan. Bahçeye çıktığında gözleri bir süre Kadriye'yi aradı. İşte bahçede, yanında bir kızla konuşa konuşa çamurlu yoldan çıkışa doğru yürüyordu. Arkasından dikkatlice baktı. Kızlar bir süre yürüdükten sonra sola döndüler, sonra yokuş yukarı tırmanmaya başladılar. Yusuf, ertesi gün, her sabah okula beraber yürüdükleri Hüseyin'e haber vermeden evden kaçar gibi çıktı. Dün Kadriye'nin tırmandığı yokuşun başına kadar yürüdü. Yolun başındaki ceviz ağacının arkasına çömelip beklemeye başladı. Az sonra Kadriye sağdaki kör noktadan çıkıp, yokuşun başındaki kavşakta belirdi, sonra yokuş aşağı yürümeye başladı. Ceviz ağacını bir iki adım geçmişti ki, Yusuf ağacın arkasından çıktı. Günaydın dedi, tesadüfen karşılaşmışlar gibi. Kadriye, tanımaya çalışıyormuş gibi bir iki saniye onu süzdü. Selamına karşılık vermeden, "Sen buralarda mı oturuyordun?" diye sordu. "Yok" dedi beriki, "Ben aslında karşı tepenin orada oturuyorum ama..." cümlesini tamamlayamadan Kadriye aldı, "Eee, Burada ne işin var öyleyse?" "Bu yolda yürümek hoşuma gidiyor". Kadriye, hafifçe gülümsedi. "Ta karşı tepenin orada otuyoruyorsun ama her sabah bu yokuşu tırmanıp, sonra tekrar mı iniyorsun? Ben günde bir kere çıkmaya üşeniyorum". "Yok tabii, öyle değil" diye kekeledi bu kez Yusuf, "Dün eve gittikten sonra canım sıkıldı, dayıma geldim buraya". Kadriye, üsteledi, "Kimlerden ki senin dayın, ben amcamda kalıyorum, amcam buradaki herkesi tanıyor". "Şeylerden..." Yusuf lafı nasıl bağlayacağını düşünürken allahtan Kadriye yine araya girmişti, "Ben birinden bahsedince amcam soyadını soruyor. Soyadını söyleyip, kılığını kıyafetini de biraz tarif ettim mi de pat diye söylüyor adını". "Demek öyle?" dedi Yusuf, kafasını sallayarak, "Sen kimlerdensin peki?" diye sordu sonra da. "Şeylerdenim" dedi Kadriye bıyık altından gülerek. Yusuf, şaşırdı bir an, bu kız kendisiyle dalga mı geçiyordu, yoksa ona mı öyle geliyordu? Ama yine de belli belirsiz gülmekten kendini alamadı.

Yusuf, devam eden günlerde de hep yokuşun başında Kadriye'yi bekler olmuş, Kadriye de ona, "Sen karşı tepenin orada oturmuyor musun, ne işin var burada, kimlerdensin?" diye sormaz olmuştu. Yalnız artık ceviz ağacının altına saklanmıyor, gölgesinde oturuyor, Kadriye kavşakta belirip, yokuş aşağı döndüğünde yerinden kalkalarak çok tabii bir şekilde onunla birlikte yola koyulurdu. Ne var ki okula kadar süren bu kısa yolculukta aralarında sudan sebeplerle mutlaka kavga çıkıyordu. Örneğin Kadriye'nin çantası Yusuf'un gözüne yüklü gelmişse, "Çantan ağır görünüyor, bana ver istersen" der, Kadriye "Ağır değil, ben taşırım" diyerek bu teklifi reddeder, berikinin inadı tutar, "Taşıyamıyorsun işte ver şu çantayı" diye tutturur, kavganın fitili ateşlenirdi. Bazen bir türkünün sözlerinin aslında öyle mi yoksa böyle mi olduğu tartışması bile kavga çıkmasına yeterdi. Yusuf, "Oooo mastika manstika... Alayım kızıma bir şişe boya" diye başlar, Kadriye araya girerek, "Bir şişe değil o, bir kutu" der, Yusuf, "Ne alakası var, kutu değil şişe" der, Kadriye üsteler, Yusuf diretir işin sonu yine kavgaya varırdı. Tam okulun kapısına geldiklerinde Yusuf bir şey olmamış gibi, "Akşam amcana geçen bahsettiğin parlak taşlı tesbihi nereden aldığını sor, tamam mı?" der, berikinden ses çıkmayınca, "Duymuyor musun söylediklerimi" diye sesini yükseltirdi. Kadriye, ettikleri kavganın üzerine bir de Yusuf kendisini tersleyince daha çok içerlerdi. Sonrasında Yusuf Kadriye'den, Kadriye Yusuf'tan gönlünü almasını bekler, ikisi de inadından dönmez, ayrılık dayanılmaz bir noktaya gelince, Yusuf sabah yine ceviz ağacının oraya gider, Kadriye kör noktadan çıkınca hiçbir şey olmamış gibi onunla yola koyulurdu. Bir de Yusuf, "Seni seviyorum", "İlk gördüğüm gün aşık oldum" gibi laflar etmezdi. Ancak, Kadriye de dahil bütün okul bunun böyle olduğunu bilirdi. Kadriye yine de onun tarafından ne çok sevildiğini duymak ister, onun sevgisinden hiç söz etmemesine gücenir ama bundan söz etmeyi de gururuna yediremezdi. Ancak, Yusuf ile Kadriye her allahın günü sudan sebeplerle kavga edip dursalar da, Yusuf'un bir derdi olsa Kadriye, Kadriye'nin bir derdi olsa Yusuf hisseder, birbirleri için, içten içe üzülürlerdi.

****

Yusuf hiç konusunu açmamıştı ama ağabeyi onun Kadriye'ye olan tutkusunu karısı Besime'den ve konu komşudan duymuştu. Okulun son günlerine doğru ağabeyinin önayak olmasıyla Yusuf ve Kadriye nişanlandılar. Nişan öncesi kız tarafı için bohça hazırlanması adettendi. Yusuf bu işlerden pek anlamadığı için alışverişe yengesiyle beraber çıktılar. Yengesi, tam Kadriye'ye göre biri mavi öbürü kırmızı birer elbise, çiçekli yazmalar, bir çift de ayakkabı aldı. Aldığı her eşyadan sonra Yusuf'a, güzel değil mi, diye soruyor Yusuf da, güzel anlamında başını sallıyordu. Alışverişi tamamlamış dönüyorlardı ki, Yusuf bir dükkanın önünde durdu. "Ne oldu?" diye sordu yengesi. Yusuf bekle anlamında bir işaret yaparak dükkana girdi, içerden annesinin Almanya'ya giderken giydiği, düğmeleri inciyi andıran beyaz gömleğe benzer bir gömlekle döndü. Bu gömlek kimbilir Kadriye'ye ne kadar yakışacaktı. Gerçi, mavi elbise de çok güzeldi. Sonunda, nişan günü geldi çattı, yüzükler takıldı. Kadriye törende mavi elbisesini giymiş, başına da kırmızı bir gül iliştirmişti. Annesi ve babası da nişan töreni için köyden gelmişlerdi. Yüzükler takıldıktan sonra sohbet başladı. Kadriye'nin, evlenene kadar kasabada amcasıyla kalması kararlaştırıldı. Yusuf da yakında İstanbul'a gidip iş arayacaktı, belki de Almanya'ya gitmenin bir hâl çaresine bakardı. Çiçeği burnunda nişanlılar bir ara fısıltıyla, yarın ceviz ağacının altında buluşmak üzere sözleştiler. Ne de olsa bunlar son günleriydi, bir daha birbirlerini kim bilir ne zaman göreceklerdi.

Ertesi gün, Kadriye bir gürültüyle uyandı. Almanya'dan babasının çocukluk arkadaşı Ahmet amca gelmiş, köye beraber gidelim diyordu. Bunun üzerine zaten dediğim dedik ve telaşlı olan babası daha bir telaşlanmıştı. Hemen yataktan kalkıp hazırlansınlardı, koca adamı bekletmek ayıp olurdu, hem bu fırsat kaçarsa onca yolu yayan gideceklerdi. Kadriye ile yengesi de onlarla gitmeliydi. Bu mevsimde köyde bir sürü iş güç oluyordu. Sonbahara doğru dönerlerdi. Kadriye'nin aklına Yusuf'la ceviz ağacının altında buluşmak üzere sözleştiği geldiyse de bunu babasına söyleyemezdi. Zira köye gitmemek konusunda babasına açıktan kafa tutsa bile bu kavgada yenileceği kesindi. Neticede önde babası, arkada annesi, kucağında çocuğuyla yengesi Naciye ve Kardiye itiraz etmeden Almanya'dan gelen mersedese binerek, köye doğru yola koyuldular. Yusuf ise sözleştikleri saatte ağacın altıdaydı. Bekledi, bekledi ancak baktıki ne gelen var ne giden sabrı tükenmeye başladı. Bir şey mi olmuştu acaba? En iyisi Kadriyelerin evinin önüne gitmekti. Evin önüne vardığında bir süre etrafı dinledi, ev büyük bir sessizlik bulutuna gömülmüş gibiydi.

O sırada hemen yan binada oturan Fatma teyze elinde bastonuyla kapıda belirdi. Yaşı epey geçkin olduğundan gözleri artık zar zor seçiyordu. Bir süre tanımaya çalışarak dikkatli dikkatli Yusuf'a baktıktan sonra, "Sen Kadriye'nin nişanlısı değil misin?" diye sordu. "Evet, dedi Yusuf, Kadriye evde mi?" "Yok oğlum" dedi Fatma teyze, "Onlar bu sabah erkenden köye gittiler. Almanya'dan bir akrabaları mı ne geldi. Onun mersedesiyle gittiler. Sen bir şey mi diyecektin...". Fatma teyze konuşmaya devam ediyordu ancak Yusuf, "Gittiler" ve "Almanya" sözlerinden gerisini duymadı. Kafasının içinde bu iki kelime dönmeye başladı. Gittiler... Almanya... Her şeyi adeta yutup yok eden bu sessiz atmosfer ve bu iki kelimeyle kendini şu koskoca dünyada yapayalnız kalmış gibi hissetti bir an. Bunca sevdiği Kadriye bir haber bile etmeden çekip gitmişti demek. Hırsla geri döndü. Yolda, Cemil'le karşılaştı. Yüzene bile bakmadan önünden geçip gidiyordu ki Cemil, onu durdurdu. "Hayırdır ne oluyor?" diye sordu. "Yok bir şey" dedi Yusuf. İyi, tamam yoksa yoktu. Karşılaştıkları iyi olmuştu. Cemil de vedalaşmak için ona gelecekti çünkü, bugün İstanbul'a gidiyordu. Yusuf'un kafasında şimşekler çaktı. "Bekle, ben de seninle geleceğim" dedi. Eve vardı, birkaç parçadan oluşan eşyasının bulunduğu odaya daldı. Yengesi Besime, halinde tavrında bir tuhaflık olduğunu anlamıştı. Odanın kapısından başını uzatarak, "Hayırdır, ne yapıyorsun?" diye sordu. "İstanbul'a gidiyorum yenge" dedi Yusuf. Yengesi, üstelemedi, vardır bir bildiği diye düşündü.

Kadriye ve yengesi sonbaharda şehre döndüler. Köyde iş güç bitmişti. Ekinler biçilmiş, saman demetleri samanlığa yığılmış, tereyağı tuzlanıp bidonlara basılmıştı. Kadriye Yusuf'un kendisine kızmış olduğunu tahmin ediyordu. Ama Fatma teyzeden niye öyle apar topar gittiğini öğrendiğine göre, şimdiye kadar yumuşamıştır diye düşünüyordu. İstanbul'dan gelecek tanıdıkların yollarını gözlemeye başladı. Beklenen tanıdık geldiğinde herkes koşuyordu. Kadriye de varlığını hissettirmemeye çalışarak, bir köşeye ilişiyordu. Hemen Yusuf'u sorması ayıp karşılanabilirdi. Biraz oturduktan sonra, usulca soruyordu, "Yusuf'u görmüşler miydi?" Kimi görmüş, kimi görmemiş oluyordu. Peki, Kadriye'ye selam ya da mektup bir şey göndermiş miydi? Sılaya dönenler bu soru karşısında biraz duraksıyor, hayır anlamında kafalarını sallıyorlardı, göndermemişti. Ancak hemen sonra Kadriye'nin mahzun bakışları karşısında suçlu kendilerindeymiş gibi mahçup kalakalıyorlardı.

Kadriye'nin kederle pencereden uzaklara daldığı bir gün yengesi girdi kapıdan. "Cemil İstanbul'dan dönmüş, duydun mu?" dedi. Kadriye'nin dalgın gözleri yengesinin yüzüne sabitlendi. Peki Yusuf da onunla mıydı? Yok, değildi ama Cemil'in Yusuf'tan kesin haberi olurdu. İstanbul'a beraber gitmemişler miydi? Yengesine kalırsa, kalkıp Cemillere gitsindi. Şu anda Cemillerin evi ana baba günü gibiydi zaten. O da biraz oturur, Yusuf'u sorar, sonra da eve dönerdi.

Kadriye, az sonra kendini Cemillerin kapısında buldu. Cemil onun melül melül baktığını görünce neden geldiğini anlamış olacak ki lafı döndürüp dolaştırıp Yusuf'a getirdi. Yusuf ile aynı muhitte oturmuyorlardı. Kendisi masraf olmasın diye Güneşli'de ablasında kalıyordu. Ama Yusuf'tan haberi vardı, olmaz olur muydu? Ara ara ona misafir oluyor, halini hatrını soruyordu. Yusuf, Ünalan'da iki göz bir evde teyzesiyle karşılıklı oturuyordu. Teyzesinin eviyle onun kaldığı evin arasından bir dere mi ne geçiyordu, o kadardı. Ev böyle yokuş bir yerdeydi. Hüseyin'in dayısı yok muydu, Musa dayı, onlara yakınlardı işte. Bir tüpçü dükkanında çalışıyordu. Bu arada teyzesinin oğlu Haydar da sık sık uğruyordu ona. Yusuf evde hiçbir işe elini sürmüyor, evin bütün işini Haydar görüyordu. Yusuf ona kalk bir çay koy dese, beriki hiç itiraz etmeden kalkıp koyuyordu. Ne olurdu bir kere de, "Ya hu ben misafirim, bir gün de sen koy" deseydi. Yusuf'un muzipliklerine de bırak kızmayı gülüp geçiyordu. Çok iyi bir çocuktu. Ha ev işi demişken, Haydar'ın kız kardeşi Filiz de arada geliyordu. Kız konfeksiyonda çalışıyordu, akşama kadar makine gürültüsü, gece yarılarına kadar mesai... Ama yine de helal olsundu. Zaman buldukça temizlikti, alışverişti, yemekti, her işe de el atıyordu. Bu kadarıyla da kalmıyordu, Yusuf, "Yarın kendime üst baş alacağım ama ben seçemiyorum, sen de benimle gel" dese, "Peki" diyordu hemen. Olur da "Yarın işim var" dese, "Yusuf, başlatma işinden gücünden", diyor beriki gülüyor, ertesi gün istenen saatte çıkıp geliyordu. İnsanın böyle akrabaları olmalıydı. Daha ne desin ne anlatsındı, böyleydi işte.

Cemil anlattıkça, Kadriye daha da mahsunlaşmış, gözleri nemlenmişti. Sevinmek bir yana üzülmüş gibi bir hali vardı. Cemil, onun bu hallerini Yusuf'u çok özlemiş olmasına yordu. Kendine kızdı sonra da. Kız sana sordu mu ki anlattıkça anlatıyorsun. Filiz miliz deyince işkillendi belki de. Emine, Lütfiye Kadriye ablanıza çay getirsenize, diye seslendi kız kardeşlerine. Ama Kadriye yok dedi. Geç olmuştu. Yengesi de amcası da merak ederlerdi. Sadece şey diyecekti... Yusuf kendisene bir selam ya da mektup göndermiş miydi? Mektup mu, yok göndermemişti. Ama sabah acele çıkmışlardı evden. Burada okulu ektiğine falan aldanmasınlardı sakın, Yusuf işe bir dakika bile gecikmiyordu. Kendi de diyordu, okul başka iş başka diye. Yani, göndereceği varsa da o hengamede aklına gelmemişti demek.

***

Yusuf'tan beklediği selam ve mektup bir türlü gelmeyince Kadriye'nin sinirleri bozulmaya başlamıştı. Çareyi gizli gizli ağlamakta buluyordu. Ağladığını ev halkından gizlese de şişmiş ve kızarmış gözlerini gizleyemiyordu. Epey de zayıflamıştı. Onun bu hali amcasının dikkatinden kaçmıyordu ya, bir süre düzelir diye bekledi. Sonunda baktı düzeleceği yok, Kadriye'yi karşısına alıp anlatmaya başladı. Bu oğlandan ona hayır yoktu. Aslına bakılırsa konu komşu ta en başından kendisine oğlanın biraz başına buyruk olduğunu söylemişti. Hem amcası aşk diye bir şeyin varlığına da inanmıyordu. Örneğin kendi hiç aşık olmamıştı. Aşk dedikleri şey gerçekse kendi neden olmasındı? O Kadriye'nin yengesiyle görücü usülü evlenmişti. Kadriye kaç zamandır yanlarındaydı, onların birbirlerine en ufak bir kötü söz söylediklerine tanık olmuş muydu? Olmuşsa söylesindi. Kadriye'nin annesi ile babası da görücü usulü evlenmişlerdi. Tam otuz yıldır aynı yastığa baş koymuyorlar mıydı? Yalan mıydı söyledikleri, yalansa söylesindi. Vallahi de billahi de kızmayacaktı.

"Hem sonra insan büyüklerinin lafını sözünü hiç mi dinlemez?" diye devam etti. Örneğin yengesi o kadar iyi bir kadındı ama babası ya da ağabeyi zamanında kendisine bu kızla evlenme demiş olsalardı, o büyüklerinin sözünü dinlerdi. "Elbet bir bildikleri vardır" diye düşünürdü. Ama Kadriye kendilerini hiç dinlememiş, o kadar iyi kısmetleri olduğu halde tutup Yusuf'la nişanlanmıştı. Öyle yüzüğü takıp kaçar gibi gitmek ayıp değil miydi? Üstelik bu yapılan sadece Kadriye'ye değil ailesine de saygısızlıktı.

Amcası verip veriştirince, Kadriye Yusuf'u müdafa etme gereği duydu. "Ona haber vermeden köye gitmeme kızdı herhalde" dedi. Ancak bu savunma amcasını ikna etmediği gibi daha da hiddetlenmesine neden oldu. Bunda bu kadar kızacak ne vardı? Ahmet amca ta Almanya'dan gelmişti. Amcası, "Almanya" kelimesini üstüne basa basa söylüyor, dünyada Almanya'dan gelmiş bir adamın 'beraber köye gidelim' teklifinden daha mühim bir mevzu olamazmış gibi konuşuyordu. Adam Almanya'dan gelmiş Almanya'dan... Hâl böyleyken Kadriye tutup da babasına ben bir koşu Yusuf'a haber vereyim de öyle geleyim, mi diyecekti? Amcası bunları söyledikten sonra bir süre susup, sinirinin geçmesini bekledi. Yeteri kadar beklediğine kanaat getirdikten sonra, "Bakın hele paşamıza bakın" diye dudak büktü. Kadriye'nin yerinde kendi olsa kendi de babasına, nişanlıma haber vereyim de geleyim, diyemezdi. O sırada Kadriye'nin üç dört yaşlarındaki kuzeni Deniz içeriye girdi. Uzaktan dikkatli dikkatli ve korkmuş gibi babasını ve Kadriye'yi süzmeye başladı. Önemli meseleler konuşulduğunu hissetmişe benziyordu. Amca, oğlunu göstererek, "Yahu ben nişanlıma haber vereyim demeyi bırak, babamın yanında şu çocuğu sevmeye utanıyorum" dedi. Şimdi Kadriye, "Peki neden utanıyorsun" diye soracaktı değil mi? Neden olacak, büyüklerinden öyle görmüştü de ondan.

Kadriye ağlamaya başlayınca, amcası kalkıp pencereye doğru yürüdü. Sırtı Kadriye'ye dönük, gözlerini karşı tepelere dikti. Kadriye'nin hıçkırıkları dinip, oda sessizliğe bürününce duruşunu hiç bozmadan devam etti. Kendisi onun iyiliği için konuşuyordu, Kadriye ise tutmuş ağlıyordu. Aşk denilen şey gerçekse bile hiç iyi bir şey değildi. İşte aşık olanların hali ortadaydı. Olmaz olaydı böyle aşk. Sonra birden hatırlamış gibi gözlerini tepelerden ayırıp, Kadriye'ye doğru döndü. "Ya bu oğlan bir de yarın bir gün tutup Almanya'ya gideceğim diye tutturursa?" dedi. Kadriye soran gözlerle amcasına baktı. Ne olurdu o zaman? Amcası başıyla yan binayı işaret etti, Fatma teyzenin kızı yok muydu Zülfiye, onun kocası Almanya'ya gitmemiş miydi? Doğru, gitmişti. İşte şimdi de oturum alabilmek için orada bir Alman kadınla nikahlanmayı düşünüyordu. Amcası bunları söyledikten sonra da, görüyor musun olanları, aklına gelmeyen başına gelir, gibilerinden başını bir aşağı bir yukarı sallamaya başladı. Naciye'nin dediğine göre Zülfiye ağlayıp duruyordu. Ya kocası o kadınla nikahlandıktan sonra bir daha dönmezse ne olacaktı? Fatma teyze de kızını avutmak için, "Kızım, kocan oturum almak için nikahlanıyor, oturum alamadıktan sonra ne işi var oralarda?" diyordu. Kadının ağzı böyle diyordu ama acaba içi ne diyordu? Bir de... Kadriye, bir de ne, der gibi baktı amcasının yüzüne. Bir de nişanda Kadriye'ye takılan takılar neydi öyle? Adamlar Almancıydı, taka taka ince bir halka, iki de bilezik takmışlardı. Millet neler neler takıyordu. Metrelerce zincir, beşi birlik, burmalı bilezik... Kendileri işi zora koşmayınca gözden düşmüşlerdi. Belki de oğlan da o yüzden böyle yapıyordu.

Amcası derin bir nefes aldı. Bir sandalye çekip oturdu. Sonra ayağa kalktı. Kapıya yöneldi, tam çıkacaktı ki geri döndü. Daha söyleyecekleri vardı da söze nasıl başlayacağını bilemiyormuş gibiydi. Gelip Kadriye'nin yanına oturdu. Sesi şimdi az önceki gibi hiddetli değil, daha ziyade şevkatli çıkıyordu. Mesela Metin'in Yusuf'tan ne eksiği vardı? Kadriye de tanıyordu Metin'i. Halasının oğluydu ne de olsa. Bugüne kadar en ufak bir yanlışını görmüşler miydi? Hem olur da Metin'le evlenir ve Metin ona en ufak bir yanlış yaparsa, karşısında kendisini bulurdu. Akrabalarıydı ne de olsa, gider yakasına yapışır, gerekirse bir de tokat aşk ederdi yüzüne. Ama bu Yusuf denilen deli oğlana kimse bir şey diyebiliyor muydu?

Ha yoksa Kadriye el alem, bu kız nişanlısından ayrıldı diye arkasından dedi kodu eder diye mi üzülüyordu. Eğer bu yüzden üzülüyorduysa boşuna üzülmesindi. Hele biri onun arkasından konuşsundu. Yoksa, Metin nişanlanmış olmasını dert eder diye mi korkuyordu? Yok, o da etmezdi. Çocuk kaç zamandır Kadriye'nin gözünün içine bakıyordu. Kendisi fark etmişti etmesine. Ama işte Kadriye'nin okulu bitsin diye beklemişti. Okul bitince de Kadriye tutup o deliyi çıkarmıştı karşılarına. Hal böyle olunca da elleri kolları bağlanmıştı.

*******

Yusuf yorgun argın, kaldığı iki göz odanın kapısını açar açmaz karşısında Haydar'ı gördü. Haydar o gün erken gelmiş, kapıyı yedek anahtarıyla açmıştı. Dediğine göre Hüseyin gelmişti memleketten, yolda karşılaşmışlardı. Musa dayısında kalıyordu. "Yusuf'a söyle Kadriye'den bir emanet getirdim, gelsin alsın" diye haber yollamıştı. Yusuf belli etmedi ya, kalbi küt küt atmaya başladı. Demek Kadriye sonunda hatasını anlamıştı. İnsan nişanlısına haber etmeden çekip gider miydi? Peki acaba kendisine ne göndermişti? Ne bilsindi, belki ufak bir armağan, belki bir mektup. İçeri girmeden kapıyı çekip tekrar merdivenlere yöneldi. Önce haberin rehavetiyle gülümseyerek, dalgın dalgın yürüse de bir süre sonra adımları hızlandı, birkaç dakika içinde kendini Musa dayının kapısında buldu. Kapıyı, Musa dayının karası Gazel yenge açtı. "Hoşgeldin ciğerim, gir gir hava soğuk, üşüme" dedi. Gazel yengenin sesi bugün ne kadar şevkatliydi böyle. Hüseyin de kapı sesine koşmuş, yengesinin arkasında durmuş gülümsüyordu. Gazel yengenin kapı ağzında çekilmesiyle yüz yüze gelen amca çocukları sarmaş dolaş oldular. Bir süre öylece kaldılar. İkisinin de kolları çözüldükten sonra Hüseyin Yusuf'un sırtını pataladı, sonra da yüzüne acılı acılı baktı bir süre. Halinde bir tuhaflık vardı sanki. Belki de yoktu, Yusuf'a öyle gelmişti. Beraber salona girdiler. Gazel yenge nereye kaybolmuştu kaşla göz arasında? İçeri girer girmez hemen, "Kadriye'den gelen emaneti getir" demenin uygun olmayacağı düşüncesiyle Yusuf önce ağabeyini, yengesini sordu. İyilerdi, yuvarlanıp gidiyorlardı işte. Peki Hüseyin'in annesi, babası nasıllardı. Babası iyiden iyiye yaşlanmıştı ya, elden ayaktan düşmemişti, hâlâ kendi işini kendi görebiliyordu şükür. Anası da ne yapsındı garip, işe güce koşturup duruyordu işte. Yusuf, girizgahın yeterli olduğuna kanaat getirmiş olacak ki "Eee, Kadriye ne gönderdi bana?" diye sordu. Hüseyin sustu, sanki yine kapıda karşılaştıkları andakine benzer o hüzün çöktü üzerine. "Ne oldu oğlum" dedi Yusuf, "Getirsene şu emaneti". Hüseyin içeriye gidip elinde beyaz bir torbayla geri döndü. Yusuf torbayı görünce şaşırdı, Kadriye kendisine bir torba dolusu ne göndermişti ki? Elini torbaya daldırdı ve Kadriye'ye nişanlanırken aldığı, annesinin gömleğine benzeyen, düğmeleri inci gibi olan beyaz gömlek geldi eline. Şaşkınlıkla Hüseyin'e baktı. Sonra, torbayı ters çevirip içindekileri yere döktü. Kadriye'ye aldığı mavi elbise, çiçekli baş örtüleri, ayakkabılar döküldü torbadan. Bir tıngırtı duyuldu sonra da. Yere düşen bir şey yuvarlanıp, Yusuf'un ayak ucuna devrildi. Gözlerini tıngırtıyı çıkaran, ayak ucundaki o şeye doğru çevirdi. Bu da Kadriye'ye aldığı yüzüktü. Kadriye nişanı atmıştı.

****

Seni, anlatabilmek seni. İyi çocuklara, kahramanlara.Seni anlatabilmek seni, Namussuza, halden bilmeze,Kahpe yalana... Elif, Kadriye'nin konusu her açıldığında dayısının kendisine mutlaka sipariş ettiği Ahmet Arif şiirini okuyordu. Dayısı da ona eşlik etmeye başladı. Kelimeleri tuhaf şekilde telafuz ediyor, Elif bir sonraki satıra geçmeden o geçiveriyor, sıra kendisindeymiş de sırasını kaptırmak istemiyormuşçasına acele ediyordu. Hasretinden prangalar eskittim.Saçlarına kan gülleri takayım... Bu arada içerdeki yılbaşı eğlencesi de zirveye ulaşmıştı. Çıkayım gideyim urum eline aman aman. Arzıhal vereyim Mehmet Beylerbeyine... Salondaki eğlenceden yükselen müzik, mutfakta Yusuf'un yıllar öncesinden kalan kalp sızısından yayılan acılı havayı daha da acılaştırıyordu. Kurbanlar keseyim sardığım gece... Gizli gizli sevdalarımız aşikar oldu...

Elif, şiiri bitirince sordu: Nişanı attıktan sonra hiç Kadriye ile karşılaşmışlar mıydı? Bir gün minibüste karşılaşmışlardı. Yusuf henüz bekarken. Kadriye, "Ne o, elimi sallasam ellisi derdin, bekarsın hâlâ" demiş, Yusuf içerlemişti. "Evlenmek istesem hemen yarın evlenirim" cevabını vermişti. "Eee ne bekliyorsun o halde, evlensene" demişti beriki de. Yusuf eve geldiğinin ertesi günü Filiz'i istetmişti. Yaptığından hem tarifsiz bir acı duyuyor hem de içten içe zevk alıyor gibiydi. Hiçkimse, başa dönse aynı şeyi yapmayacağının garantisini veremezdi. İkinci karşılaşmaları da Kadriye'nin düğününde olmuştu. Takı sırası kendisine geldiğinde cebinden bileziği çıkarmış ama elleri tir tir titredeği için uzun süre takamamıştı.

Kadriye'nin kocasını tanıyor muydu peki? Kahvede görmüştü bir keresinde. Adı Metin mi neydi. Halasının oğluydu galiba. "Gıcık oldum vallahi, dövecektim az daha" dedi gülerek. Yeğenleri de gülmeye başladılar. Bir kahkaha tufanı koptu mutfakta. "Biliyor musunuz bir ara acaba şunun yüzüne kezzap mı atsam diye düşünmedim değil" diye devam etti dayıları. Dayının yeğenlerini daha fazla güldürmek için mübalağa ettiği ortadaydı ya, yine de kendilerini tutamayıp bir kahkaha daha attılar. Mustafa muzipçe, "Eee niye atmadın?" diye atıldı. "Kadriye üzülür diye düşündüm" cevabını verdi dayısı. Bir süre düşündükten sonra da gençlere doğru eğilerek, adeta bir sır veriyormuşçasına, "Biliyor musunuz, Kadriye'yi hala çok seviyorum" dedi. Ardından, "Şu benim türkümü söylesene yeğenim" dedi. Elif başladı söylemeye: Elek elek içinde Kadriyem, elek elek içinde. Bizim köyün kızları sırma yelek içinde. Kadriye'me ben yandım... Yusuf, türkü bittikten sonra yıllardır içinde birike birike katılaşmış olan özlemden, üzüntüden, kederden ve belki bir parça da pişmanlıktan kurtulmak; adeta sırtında taşımakta olduğu ağır bir yükü fırlatıp atmak istercesine, yüzünü buruşturarak sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. İçerde eğlence sürüyordu: Arap ata binmek ile yorulmaz, beşli mavzer ile bir genç vurulmaz... Üç beş altın ile bir yar sevilmez...


Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page