- BILLY O'CALLAGHAN
Kaybettiklerimiz, Geride Bıraktıklarımız

Kasabanın bir mil dışındaki tarlada turuncu, plastik bir futbol topuyla oynayan dört çocuğu izlemek için duruyorum. Kahkahalar ve bağırışlarla genç bacakları ayaklarına dolanan uzun çimlerle boğuşurken, top aralıksız birinden diğerine geçiyor; onlara çok anlamlı gelen bir tür düzene ya da kurallar dizisine bağlı olan oyunları bana hiçbir anlam ifade etmiyor. Mutlu görünüyorlar, ben de o yaştayken, koşma arzusuyla yandığım ve nereye koştuğumu umursamadığım zamanlarda nasıl hissediyordum hatırlamaya çalışıyorum. Fakat eski hayatım ile şu anki, aynı varlığın tamamen farklı türleri gibi geliyor.
Geçmişimiz bileklerimizde birikir ve ileri doğru attığımız her adımda bizi geri çeker. Ara sıra bu geçmiş olayları yaptığımız şeyleri açıklamak ya da mazur göstermek için kullansak da, olmuş bitmiş şeyler üzerine çok fazla kafa yormak bir işe yaramaz. Burada başıma çok şey geldi, kaçmama neden olacak kadar çok, geri dönmeme neden olacak kadar çok.
Çocuklar varlığımı fark edinceye kadar onları izliyorum, ardından elimi kaldırıp selam veriyorum. “Merhaba çocuklar.”
Oyunu durduran çocuk bir kaç adım yaklaşıyor, ellerini kalçasına koyuyor, topu bir ayağının altında sabitliyor ve duruyor. Alt dudağının içini kemirirken bir yandan da beni inceliyor; başı çok hafif sola eğilmiş ve gözleri Nisan güneşinin solgun pırıltısına direnmek için neredeyse kapanacak kadar kısık. Üstü başı ve dizleri yıpranmış, sarı saçlarında tarlaların otlar biçildikten sonraki kırpık ve dikenli görüntüsü. Boyu kısa ve belki biraz fazla ince, fakat yine de o yaşta bir çocuğun tam da olması gerektiği gibi – yediden sekize geçmek üzere, şayet göstergeler gerçeklerle örtüşüyorsa. Kısa çünkü henüz dik durma zamanı değil, zayıf çünkü koşturup duruyor.
“Kayıp mı oldunuz efendim?” diye soruyor bir ya da bir kaç dakika geçince. Daha günün ortası ve aceleye hiç gerek yok.
Diğerleri onun sorusunu komik bulduklarını mırıldanıyorlar, ben de kendimi gülümsemek zorunda hissediyorum; fakat aniden boğazımda yutkunmamı zorlaştıran bir düğüm oluşuyor. Başımı iki yana sallıyorum.
“Hayır, çocuğum. Kaybolmadım. Bu büyüklükteki bir adada kimse kaybolamaz. Buradan her yeri görebilirsin. Gerçekten kaybolmak için şehirde olman gerekir. Dublin fena değil ama Londra daha iyidir. En iyisi ise New York.”
“New York’a gittiniz mi?” diye soruyor öteki çocuklardan biri, sürüden kopup yükselen ve o ufak yaşta bile okyanus hakkında bilinmesi gereken her şeyi bilen çatal sesiyle. Çocuklar adalarda zorluklar içinde büyürler.
“Gittim,” diyorum, “ve inan bana anlatıldığı kadar iyi değil.”
Liderleri olan çocuk ayağını toptan kaydırıp topu havaya atıyor. Uzun çimlerde bile ağır ama muazzam bir büyü gibi duran hünerlerini bana gösteriyor. Nedense beni etkileme ihtiyacı ile. Kontrolü muhteşem değil ama sahte kendine güven çalımı bunu fazlasıyla telafi ediyor ve top görünmez ipinden kurtulunca, yüzüne sanki yanlışlıkla olmamış da kasıtlı yapmış gibi bir ifade takınıyor. Top yuvarlanıyor fakat o gözleriyle bile takip etmiyor.
“Adres tarifi mi soracaktınız?”
Yaş nasıl da kavramsal bir şey. Sekiz yaşındaki ağızlar antika ifadeleri sakız çiğnermiş gibi kolayca kullanabiliyorlar. Oğlanlar adam olmanın özlemini duyarlar, adamların söyledikleri şeyleri söylemenin ve yaptıkları şeyleri yapmanın özlemini. Bu arada adamlar da çocukça şeylerin hayaliyle yıllarını harcarlar.
Tekrar başımı sallıyor ve kim olduğumu bilip bilmediğini, bir zamanlar bizi çabucak birbirimize kenetlemiş olan bağı biraz olsun hissedip hissetmediğini merak ediyorum. Sorun değil. O beni tanımasa da ben onu tanıyorum. Aniden ismini söylemek, kendi ağzımdan çıktığını hissetmek için özlem duyuyorum. Jack. Sert bir iç çekiş gibi söylenmiş, tüm ada duysun ve düşünsün diye ortaya atılmış. Rüzgâra ithaf edilmiş bir sözcük ve alışılmadık bir kabullenme. Yahut bir itiraf. Jack. Fakat yapamam. İnsan oğlunu daha bebekken bırakıp gittiğinde bütün haklarından da feragât etmiş olur.
“Gerek yok çocuğum,” diyorum ses tonumu sabit tutmaya çalışarak. “Yolu gayet iyi biliyorum. Haydi siz oyununuza devam edin.”
Meltem bir mırıltı gibi, yazın ilk habercisi gibi, nefesinde okyanusun kokusunu taşıyarak esiyor. Ellerim ceplerimde yoluma devam ediyorum. Geri dönmeye katlanmak, en az, çok yakında tekrar gideceğimi bilmek kadar zor. Buraların gerektirdiği kadar yavaş adımlarla yürüyor ve arkama bakacak olursam çocukların tarlada toplanmış beni izliyor olduklarını göreceğimi biliyorum. Adalı olanlarla turistleri nasıl ayırt edeceklerini biliyorlar. Bu kategorilerin hiç birine girmediğimden kafalarını karıştırıyorum.
Altı yıl içinde değişmiş olan tek şey yeni beyaz badana katmanları. Altı yıl. Tanrım. Şimdi burada dururken o kadar zamanın geçmiş olduğuna inanmak imkânsız geliyor. Zamanın bir şeyleri değiştirmesi gerekir, gerçekten değiştirmesi, yalnızca ufak tefek yenilemeler değil. Ayrıldığım günden bu yana zihnimde buranın bir resmini taşıdım, ülkenin her kıyı kasabasında ya da şehrinde turistlere sattıkları yüzlerce manzaralı kartpostaldan çok da farklı olmayan donuk bir imge. Toprak yolun kıvrıldığı yerin gerisindeki küçük çiftlik evi, mevsimden mevsime yeni kesilmiş sazlarla onarılan çatısıyla suya batmış boşluğun hep doğru tarafında kalıyor. Evin arkasında beş dönüm kadar arazi kıvrıla kıvrıla nihayetinde denize meyleden çentikli kil yığınlarına dönüşüyor. Gökyüzü devasa bir pelerin gibi resmi tamamlıyor, sürekli iş başında olan bir gökyüzü, her dakika yeni ışık oyunları üretmeye uğraşan, bir an çarpık bir ayna, bir an duman yanılgısı. Okyanus bugün sakin, bu mükemmeliyeti yaratacak beceriyi çoktan kazanmış yeni bir Nisan ayı yerinde bekliyor.
Tommy mutfakta, ahşap bir sandalyede sırtı kambur, dirsekleri dizlerinde, ellerini dua eder gibi kenetlemiş oturuyor. Arka kapıya geldiğimde başını kaldırıyor fakat gözlerinde bir rüyanın sulu yansıması varken benim varlığımın gerçek olduğunu algılaması biraz vakit alıyor. Ardından yavaşça hareket ediyor fakat dengesini bozan bel ağrısı nedeniyle tam olarak kalkamıyor. Tokalaşmak için elini uzatıyor ama hiç de öyle içtenlikle değil. İçeri girip masaya geçiyorum ve Tommy dolabın içindeki yığından bir şişe çıkarıyor.
Tommy’yi bütün hayatım boyunca tanıdım ve on dokuz yaşımdan itibaren de onu kayınpederim olarak bildim. Konuşacak çok şeyimiz var, fakat bir süre sadece oturup içmek daha kolay geliyor. Viski markalı bir şey, bir özelliği yok, büyük fabrikalarda üretip İrlanda’nın ruhsatlı tüm bölgelerinde sattıkları cinsten, fakat burada, bu mutfakta, yeni özellikler kazanıyor. Sıcağın içinden sızan ada lezzetlerinin ve boğazımda parçalanan taşların tadını alabiliyorum. Erimiş lav değil ama alev alev yanan toz olduğu kesin. Köşede duran eski transistörlü radyo başı sonu yokmuş gibi görünen kemanlı bir dans müziği çalıyor, fakat istasyon bir gelip bir kaybolduğundan parçaya muhteşem ve eşsiz bir çarpıklık katıyor. Güzel bir tesadüf; tıpkı dünyadaki pek çok en iyi şey gibi.
“Ee,” diyor sonunda. “Nereye gittin bakalım?”
Cevabı neden düşünmem gerektiğinden emin değilim ama düşünüyorum. “Amerika,” diyorum konuşabildiğim zaman. “Önce New York, sonra başka yerler. Fakat biri diğerinden farklı değil, ta ki şehirlerden vazgeçinceye kadar.” Kendi sesime yabancılaşıyorum ve daha da kötü hissediyorum. Ses tonum bir miktar düşüyor ve hafifleşiyor. İrlanda dilinde konuştuğumuzu fark etmem biraz zaman alıyor. Eski sözcükler, eski tavırlar, çok uzun zaman önce bir kenara bıraktığım tavırlar.
Söylediklerimi başıyla onaylıyor, viskisini bitirip aceleyle yenisini dolduruyor. Şimdilik gerek olmadığını, ağırdan almayı istediğimi belirtmek için elimi bardağımın üstüne koyuyorum, fakat ben fikrimi değiştirene dek elinde şişeyle bekliyor ve ardından yine de dolduruyor. Dik dik bakmamaya çalışıyorum ama kendime hâkim olamıyorum ve fark ediyorum ki önceden zaman ve zamanın etkileriyle ilgili yaptığım varsayımlar hatalıymış. Altı yıl bu adadaki taşa toprağa değmemiş olabilir, fakat insanlar taş ya da toprak değiller. Zaman Tommy’yi paramparça etmiş. Yüzü güçlük içinde yaşanmış yılların bir kalıntısı. O izlerin oluşmasındaki kendi payımdan utandığımdan, sadece dönüp önüme bakmak, mutfağın kalın gölgeleri arasında saklanmak, belki de tekrar kaçıp bu defa asla arkama bakmamak istiyorum. Fakat ona bundan çok daha fazlasını borçluyum.
“Mektubumu aldın mı?”
“Aldım. Bir hafta önce. Gelişini beklemekten vazgeçmek üzereydim.”
“Evet, epey oldu. Niyetim bu kadar uzun kalmak değildi.”
Yalanımı anlıyor ve bakışlarını çeviriyor.
Mutfak burada ilk kez oturduğum zamanki gibi görünüyor şimdi. Aynı mobilya, duvarlarda aynı yıpranmış kağıtlar, pencerelerde aynı perdeler. Fakat bütün bu aynılık yalnızca kaybedilmiş olanları vurgulamaya yarıyor. Konuya girmeden viskiye yüklenmeye karar veriyoruz. Midem kötü ve artık çok nadir içiyorum. Fakat sert bir şeylerin yardımı olmadan bu evde oturmaya tahammül edebileceğimden emin değilim. Sanırım Tommy de aynı şekilde düşünüyor, en azından bugün.
“Bess’e olanları duyunca çok üzüldüm.”
Buna gülümsüyor; tatlı, kalbi kırık bir gülümseme gözlerini açıyor. “Biliyorum, oğlum.”
“İyi bir kadındı.”
“En iyisi,” diyor, ardından tekrar viskisini içiyor. “Seni de çok severdi. Ama neticede kurtulmuş oldu. Öteki şey onu öylesine yiyip bitirmişti ki görsen tanıyamazdın bile. Korkunç bir şey, her zaman o kadar güçlü olmuş birinin bu hâle geldiğini görmek.”
“Ne kadar oldu?”
“Haziranda iki yıl olacak.” Viskisini bitirip bana bakıyor ve bir kez daha yüzeyin altındaki gerçeği görmenin şokunu yaşıyorum: çatlamış ve dökülmekte olan bir yüz.
“Bak ne diyeceğim Bill. Eğer oğlan olmasaydı nasıl dayanırdım bilmiyorum.”
Önemli konular cam kırıkları gibi aramızda duruyor. İkimiz de tartışmak istemiyoruz, o yüzden nazik davranıyoruz, fakat sözcükler gelmek bilmiyor ve geldiklerinde söylenmesi gereken her şey söylenmiş olmuyor. İsa’nın resmi pencerenin yanındaki duvarda yamuk duruyor. O resim neredeyse on yıl önce Elizabeth’e benimle sahilde yürüyüşe gelmek isteyip istemediğini sormak için bu eve ilk girdiğimde de yamuktu. Ayrıldığım, gözlerimde İngiltere, aklımda en çok Amerika, tüm hüzünlere ve neşelere arkamı dönüp çıkıp gittiğim gün de yamuktu. O zaman Elizabeth çoktan gitmişti, olabilecek en kötü şekilde gitmişti, yarısı benim olan ismi taşlık tepedeki mezar taşına yontulmuş ve derinlere gömülmüş. Yine de baktığım her yerde onu görebiliyordum, duyduğum her ses onun sesinin tınısıyla değişiyordu. Amerika koca bir okyanusun ötesinde uzanıyordu ve bunun kaçış için yeterince uzak olduğuna inanmak istiyordum. Fakat değildi. Ev bir hastalık gibidir. Kanınıza girer ve her şeyi zehirler; kalbinizin her atışında sizinledir, teslim olmaktan başka çareniz kalmayıncaya dek durmadan çalışır. Eve gelmek zorundasınızdır. Bu ada da zamanı felç eder, çünkü burada tek gördüğünüz kaya, okyanus ve gökyüzüdür; yılların değil asırların hesabını tutan elementler. O zamanlar gerçek olan şeyler şimdi de o kadar gerçek görünür ve bu yanılsama paramparça olmadan önce antik cilanın altını epeyce kazmanız gerekir.
Boğazımı temizliyorum ama sesim çıktığında sanki başkasına aitmiş gibi geliyor; nefes alma telaşıyla kağıt gibi ince çıkan bir vıraklama.
“O nasıl?”
“Jack mi? Harika. Aslan gibi.”
Tommy dudaklarını yalıyor, yüzünü sıkıştırırcasına çenesini büzüyor, solgun derisi dalgalanıyor ve kat kat kalıyor. Asla anlatmayacağı bir şeyi düşünürken yumuşayarak dudaklarını düzeltiyor ve gözleri parıldıyor. Dışarıda gökyüzü ışığa yeni şekiller veriyor. Güneş batıdaki bulutun ardına saklanmış. Renkler doğal olamayacak kadar çiğ görünüyor ama tuz lekeleriyle kaplı pencere bir ressamın gözünde kesinlikle kusursuz görünecek bir manzarayı çerçeveliyor.
Çocuk koşarak eve giriyor, soluk soluğa kalmış bir halde yaklaştığında beni görüyor. Mutfak artık alacakaranlığa gömülmüş durumda ve bana kendi çocukluğumun bahar günlerinden buna benzer anları hatırlatıyor; gecenin yaklaştığı fakat tam olarak başlamadığı ve lambayı yakmak için henüz çok erken olan o bir kaç dakika. Elbette bu günlerde elektrik var, fakat verdiği his aynı. Mahmur bir akşam karanlığı fakat günün en rahat ânı, bir nefes alacak kadar, belki hâlâ duvarların ve dalgaların ötesinde dolaşanlar için, kaybettiklerimiz için bir dua fısıldamaya yetecek kadar zaman.
“Tekrar merhaba.” Bu kez yüzümdeki gülümseme içten, fakat kenarları hâlâ endişe taşıyor. Jack etrafına bakınıyor ve ardından dikkatle beni inceliyor. Uzun süren bir tereddütten sonra “Merhaba,” diyor. “Tekrar.”
Ne söyleyeceğimi bilmiyorum çünkü onun olan bitenin ne kadarını bildiğinden emin değilim. Tommy’nin tampon görevi görmesini umuyorum fakat o da dışarıda kuyudan su çekiyor. “Futbol oynamak için iyi bir gün,” diyorum. “Kazandın mı?”
Jack omuz silkiyor. “Kazanmak ya da kaybetmek yok, o türden bir oyun değildi. Düzgün bir maç yapacak sayıda oyuncumuz yoktu.” Otursam mı diye düşünüp vazgeçiyor. Sanki endişeli ve karmaşık düşüncelerini okuyabiliyormuşum gibi hissediyorum. “Dedemi tanıyor musunuz?”
“Tanıyor olmalıyım, burada oturmuş onun viskisini içtiğime göre.” Daha geniş gülümsüyor, gerilimi azaltmaya çalışıyorum. Fakat yine de kararsız görünüyor.
“Daha önce neden bir şey söylemediniz? Yani, nereye gittiğinizi. Sizinle birlikte yürüyebilirdim.”
“Oyun oynuyordun, hava da güzeldi. Bizimle birlikte içeri kapanıp, biz çok eskilerden bahsederken dinlemene gerek yoktu. Sıkıntıdan aptala dönerdin.”
Hiç de hatırladığım gibi olmaması gerekirdi. Onun yaşında altı yıl neredeyse bir ömür. Ayrıntılar sertleşir ve azalır, güneşten saç rengi değişir, yemeye devam etse dahi koşmaktan her gram yağ erir. Tarlada diğerlerinin arasında onu tanıyabilmiş olmam bir şekilde tuhaf geliyor. Yolda karşılaştığım herhangi bir yabancıdan farkı olmaması gerekirdi, fakat öyle olmadı. Şimdi ise bu kadar yakınken ve dikkat dağıtacak hiçbir şey yokken ister istemez çenesini yukarı kaldırışının Elizabeth’in can sıkıcı bir durum karşısında güçlü durmaya çalışırken çenesini yukarı kaldırışına benzediğini fark ediyorum. Ya da gözlerini, gözlerinin griye çalan yeşil rengini ondan aldığını; denizin rengini yansıtan, ama yalnızca günün bitmekte olduğu, ışığın neredeyse tamamen gökyüzünden çekildiği ve suyun yansıtıcı bir hal alıp derinliklerini gizlediği o andaki rengini yansıtan sıra dışı, sahil rengi gözlerini. Onda Elizabeth’in ayrıntılarını görüyorum ve şayet burnuna ya da ağzının o hafifçe çarpık köşesine bakacak olsam kendimden de ayrıntılar göreceğim. Fakat gözlerimi ne zaman başka tarafa çevirmem gerektiğini biliyorum. Bu iskambil kağıdından yapılma evi ayakta tutan şey –mış gibi yapmak, inkâr etmek de tecrübeyle kolaylaşıyor. Hayatında iki adımdan fazla uzağa kaçmış herkes bunu anlar.
Pek çok nedenden burada karşımda durduğuna inanamıyorum. Elbette onu çok sık düşündüm, suçluluk duygusunun verdiği acının da ötesinde bir debelenme içinde onun eski hâlini, uykulu gülümsemelerle dolu küçücük bedenini, zeki ve tanıdık gözlerini hayal ettim, sonra da her geçen yıl nasıl değiştiğini. Fakat zamanın oynadığı hınzır oyun onu benim gözümde gerçeklikten uzaklaştırıyor, et ve kemikten bir canlı yerine, bir şekilde hayali bir varlık hâline getiriyordu.
“Açlıktan ölüyorum,” diyor sonunda ve gölgelerin arasında kıvrılarak çekmeceden büyük bir bıçak çıkarıp kendine küçük bir dilim ekmek kesmeye koyuluyor. Sallayarak uyuttuğum ya da kahkahasını duymak için gıdıkladığım bebek değil artık; çoktan yolu yarılamış bir erkek. Aynı bıçakla tereyağın köşesinden bir parça kesiyor.
“Çok fazla misafirimiz olmaz,” diyor omzunun üstünden. Bir ısırık alıyor. “Aslında, hiç misafirimiz olmaz. Sizin ilk olduğunuzu söyleyebilirim. Tek.”
Ocaktaki tencerede yahni pişiyor. Gençlik günlerimden kalma bir anı da bu evin kokusu; soğan, kekik ve kalın koyun eti parçalarının odanın içine yayılan kokusu. Gelişimden yaklaşık bir saat sonra Tommy tencereye bir kaç patates eklemişti.
“İştahını kapatacaksın,” diyorum, sırf Jack’in yaptığı yorumun etkisini hafifletmek için. “Birazdan yemek yiyeceğiz.”
Tekrar bana bakıyor ve alacakaranlık aramıza duvarlar ördüğü halde huzursuzluk verecek kadar uzun süre gözlerini ayırmıyor. Anlıyorum ki o da beni inceliyor, tıpkı benim yaptığım gibi ayrıntıları eşleştiriyor. Sonra ekmekten bir ısırık daha alıyor, yıllar içinde başına bela açacak, fakat belli ki kişiliğinin bir parçasını oluşturan bir meydan okumayla çiğniyor. Öfkesinin sorumlusu benim.
Gece kesik kesik geçiyor, uyku ile uyanıklık hissi birbirleri ile öylesine çarpışıyorlar ki sonunda sürekli dönmekte olan aynı paslı maden paranın iki yüzü hâline geliyorlar. Şehirlerdeki o yarı-gecelerin rahatsız edici alacakaranlığından sonra bu karanlık sonsuz bir karanlık gibi geliyor. Hafızamdaki ters akıntılar zihnime pençelerini geçirirlerken, eskimiş yatağımda dönüp duruyor, gecenin geç saatlerindeki sarılmaları ve son nefesleri hatırlatan hayaletleri görmezden gelmeye çalışıyorum. Hayaller, geldiklerinde, derinleşen ve yavaş yavaş kaybolan zaman yolculuklarına dönüşüyorlar ve sonra tekrar uyanıyor, bu yoğun havada nefes almakta zorlanıyorum. Kendi kendime viskiden kaynaklandığını söylüyorum, fakat öyle değil.
Beşi biraz geçe sesler duyuyorum; yatak odamın dışında parkelerden biri çatırdıyor. Beş dakika sonra giyinmiş olarak mutfak masasında oturuyorum. Elektrik ışığı artık ilahi bir armağan gibi geliyor, şafaktan önceki ağırlığı tamamen dağıtabilen herhangi bir şeyin hissettireceği gibi. Tommy çay için su kaynatıyor ve tavaya bir kaç parça domuz pastırması koyuyor. O işine bakarken ben de oturup onun ayaklarını sürüyerek hareket edişini izliyor ve bu saatin kimsenin hayrına olmayacağına karar veriyorum. Dünkü giysilerini giyiyor, tıpkı benim gibi, fakat onun üzerinde her şey iğreti duruyor. Pantolonunu askılar tutuyor, koyu gri gömleğinin ise yalnızca yarısı iliklenmiş. Daha da kötüsü başının arkasında çılgınca dalgalanan kırçıllı saçları ona gerçekten zayıf düşmüş birinin pörsümüş havasını veriyor.
“Yapabileceğim bir şey var mı?” diye soruyorum, fakat cevap vermiyor. Belki de duymuyor ve ben de boş veriyorum. Tavadaki domuz yağı cızırdıyor, etrafa sıçrıyor ve ocağın ısısı sabah serinliğini ortadan kaldırıyor.
Neredeyse hiç konuşmadan yiyoruz. Gurme yemeği değil fakat domuz pastırması tam olması gerektiği kıvamda ve yumurtanın sarısı da kesilince akıveriyor. Aç değilim ama bunun bir önemi yok. Bu adada yemek bir ritüele dönüşür; yerine getirilmesi gereken pek çok görevden biridir. Tommy bir parça tereyağlı ekmekle tabağını silip süpürüyor, düşünceli bir şekilde çiğniyor ve ardından arkasına yaslanıyor.
“Ee,” diyor, neredeyse duyamayacağım kadar alçak bir sesle. “Bir durum mu var?”
Bir an için kafam karışıyor.
“Ziyaretini diyorum.”
Hayır anlamında başımı sallıyorum. “Mektupta dediğim gibi. Sadece içimden eve dönmek geldi. Elizabeth’in yıldönümü de iyi bir bahane gibiydi. Bir de sanırım çocuğu görmek istedim.” Çayın ağzımdaki sıcaklığı bundan daha iyi bir his vermeliydi. İtirafta bulunmak hiçbir zaman bana göre olmamıştır.
“Hepsi bu mu yani?”
Tommy’nin gözlerindeki parıltıyı görüyor ve teslimiyet içinde bakışlarımı başka yöne çeviriyorum. “Hepsi bu.”
“Çünkü gitmek istemezdi biliyorsun. Aklından geçen bu idiyse eğer. Seni tanımıyor bile. Ben de zaten onu yere çivilerdim de seninle gitmesine izin vermezdim. Yemin ederim yapardım bunu. Onun yeri burası.”
Pencerenin dışında karanlık dağılıyor. Şafak uzakta değil fakat daha çok bir his gibi ve henüz gözle görülür bir işaret yok.
“Onu almaya gelmedim, Tommy. Konu o değil. Amerika’yı sadece çok kısa bir süreliğine sevecektir. Hiç burası gibi değil, inan bana. Hem onun bana ait olmadığını biliyorum, artık olmadığını. Yalnızca, bunca zaman geçtikten sonra siması aklımdan silindi. Onu görmek istedim, hepsi bu. Eve dönmeye de ihtiyacım vardı, sırf böyle bir yerin hâlâ var olduğundan emin olmak için.”
Tommy bana bakıyor ve hikâyemin geri kalanını sessizlik içinde anlıyor. Ardından bakışlarını başka yöne çevirme sırası ona geliyor. En son traş olmaya zahmet ettiğinden bu yana üç ya da dört gün geçmiş olmalı. Mavi-beyaz kirli sakalı ona vahşi atların ve fırtına görmüş yelkenlilerin görüntüsünü veriyor. Turistler böylesine karakterli bir yüzün resmi için epey para öderlerdi. Bir şeye gülümsüyor ve anlıyorum ki aklına usulca gelen bir hatıra var. Düşüncesini paylaşmasını bekliyorum ama yapmıyor ve onu zorlamak haddim değil.
Dakikalar geçiyor. Daha çok çay içiyor ve pencerenin kurşuni bir grilikle doluşunu izliyoruz.
“Biliyor musun, aklında sürekli sorular var. Kafasında nasıl biriktiklerini görebiliyorum. Alnını kırıştıyor ve onu elli yıl yaşlandırıyorlar. Fakat iş ciddiye binince asla sormuyor. Bir kaç gün sonra geçerken bir şeyden bahsediveriyor, fakat asla açıkça söylemiyor. Bu çocuk çok akıllı. Acele etmiyor, kendi kendine anlamaya çalışıyor. Bunu doğru şekilde yapıyor. Sanırım bir şeyi bilmesini istediğimde ona anlatacağımı anlıyor.”
“Elizabeth’i biliyor mu? Yani, nasıl öldüğünü?”
“Biraz. Detayları bilmiyor ama. Bessie yıllar içinde ona bir şeyler anlattı. Bir hikâyeye çevirdi, boşlukların bir kısmını doldurdu ve yumuşattı. Anne sevgisi ve nasıl her türden hastalık olduğuyla ilgili şeyler. Şimdilik bu kadarı yeterli. Eğer daha fazlasını isterse sanırım anlatırım, fakat işin oraya geleceğini hiç sanmıyorum.”
Sessizlik çekilmez oluncaya dek oturuyoruz ve aynı noktaya takılıp kalmışız. Sonra Tommy bir iniltiyle kalkıp tabakları topluyor, fincanlara dokunmuyor. Henüz erken ve feribotu yakalama zamanım gelene kadar daha çok çay içeceğiz. Azıcık yemek artığını, pastırma kabukları ve biraz ekmek kırıntısını küçük bir çöp kovasına boşaltıyor ve tabakları büyük, sarı, plastik bir leğenin içine, suya bırakıyor ki birkaç saat yumuşasınlar. Sırtı bana dönükken gömleğimin içinden bir zarf çıkarıyorum. Ne zaman param olsa, onların da parası oldu; durumum olmadığında ise idare ettiler. Son zamanlarda iyi durumdayım. Paranın sadece dünyevi şeylerde işe yaradığını zor yoldan öğrendim, fakat bazı kapıları da açıyor ve ben de yardımcı olmak için elimden geleni yapıyorum. Fark küçük de olsa farktır. Zarfı masanın ortasına bırakıp esniyor ve omuzlarımın arasındaki son zamanlarda çok tanıdık olan düğümü açmaya çalışıyorum. Sadece biraz hareket ediyor o kadar.
“Güneş doğuyor,” diyorum cevap gerektirmeyen düşünceli bir ses tonuyla, fakat bu benim gecenin son demlerine mıhlanmış batıdaki mürdüm rengi okyanusa bakıp, yeni bir şafağın omuzumu yarıp çıktığını hissetmek üzere dışarı çıkma mazeretim. Karanlık kıvamını bulmuş gibi ve o birkaç dakika içinde yavaş yavaş dağılıyor.
Tommy mutfakta yine oturuyor ve zarf ortada yok. Midem bulanana kadar çay içiyoruz ve ardından da zamanı doldurmak için içmeye devam ediyoruz. Gerçekten söylenecek başka hiçbir şey yok. Sormak istediğim bir soru var, Tommy’nin Elizabeth’in yaptığı şeyi neden yaptığına dair bir fikri olup olmadığı, bu soru hep aklımda, hep, fakat ben onu ortalığa çıkarmamam gerektiğini biliyorum. Bunun yerine Jack’in okulunun nasıl gittiğini, genel olarak ne alemde olduğunu soruyor ve dirseklerimi masanın üzerine koyup öne eğilerek cevabının her kelimesini içime çektiğimden emin olmak istiyorum. Tommy onun ayakta tuttuğu dünyaya artık bir tehdit oluşturmadığım için rahat konuşuyor.
“Sence kim olduğumu biliyor mu?” diye soruyorum başka her şeyi dinledikten sonra. Öğrendiğim her yeni şey büyük bir fark yaratıyor ve çocuk, oğlum, artık bana daha gerçek geliyor.
Tommy omuz silkiyor. “Söylemesi zor. Dediğim gibi, akıllı bir çocuk, fakat derin. Her şeyin üzerine kafa yoruyor. Ben de onu rahat bırakıyorum.”
“Hiç beni soruyor mu? Yani, demek istediğim, babasının kim olduğunu, öyle şeyleri.”
“Bazen bir şeyler yapıyor oluyoruz. Misal ağları onarıyoruz ya da tekneyi sezona hazırlıyoruz. Babasının balıkçı olduğunu ve ellerinin maharetli olduğunu biliyor. Hem de acayip maharetli. Dün gece seni izlediğini fark ettin mi? Ellerini nasıl incelediğini gördün mü? Asla söyleyeceğini sanmıyorum ama biliyor. Yeteri kadar biliyor, Bill.”
Bundan daha fazlasını ümit edemeyeceğimi anlıyor ve başımla onaylıyorum.
Saat sekiz itibariyle sıkılmış durumdayım. Feribot on bire kadar hareket etmeyecek fakat gitmeden önce yapmak istediğim şeyler olduğunu bahane ediyorum. Biraz yürümek, belki birkaç eski yüzü görmek istiyorum. Ve mezarlığa uğrayıp dua etmek istiyorum. Hepimiz için, hem yaşayanlar hem de ölüler için bir dua fısıldamak. Eski hayaletler bekliyorlar.
Jack’in elini sıkıyorum, çünkü, her ne kadar büyük ihtimalle her ikimizin de istediği bir şey olsa da, sarılmak çok tuhaf kaçacak. “Hoşçakal çocuk,” diyorum, içimden bunun bir veda olmadığını umarak. Dudaklarını sıkıp başını sallıyor ve gidip köşeye oturuyor. Tommy bir an için ona bakıyor, ardından benimle birlikte dışarı çıkıyor.
Yola kadar yürüyoruz. “Seni görmek güzeldi Bill,” diyor. “Kendine iyi bak, duydun mu?”
Akmamaya çalışan gözyaşlarım boğazımı ağrıtıyor. Limanda iki ya da üç günlük bir turdan dönmüş bir tekne var. Dermanı kalmamış adamlar avlarını anakaradaki pazarlar için ayıklayıp kasalara yerleştirecekler. Doğunun nefesini üfleyen bir meltem artıklara erişmek beklentisiyle dönüp duran ve tüneyen martıların sabırsız çığlıklarını taşıyor.
“Yazarım,” diyorum, elimden gelenin en iyisi bu, ellerimi ceplerime sokuyorum ve dönüp geriye bakmamak için adımlarımı sayarak ilerliyorum.
Çeviri: Seda Pekşen