- PROLOG
Kerpiç Ev / Can Aşır

Kimi insanlar vardır; kuş tüyü hafifliğinde yaşadığı hayatta an gelir gözünü bile kırpmadan bir tufan koparır.
Güneş dağların ardından güne veda etmeye hazırlanırken, köydeki son kerpiç evlerden birinde oturan Adem, karısının hazırladığı sofrada bağdaş kurmuş, ona baldan tatlı gelen bulgur pilavını iştahla yiyordu. Karısı Gülizar da evi ikiye bölen perdenin arkasında; yatak odasındaydı. Bir yandan yüklükten döşekleri indirip yer yatağını hazırlıyor bir yandan da perdenin diğer tarafında; salondaki kocasının laflarına cevap veriyordu.
Adem “Gülizar, bir hafta boyunca koynuma girme “gıh” demem ama şu yemeği haftada bir kez olsun yapmayıver kıyameti koparırım” diyerek karısına takılıyordu.
Gülizar “ Vallahi Adem, bugün oraya koştur buraya koştur iş tutmaktan canım çıktı. Hiç gözüm kesmedi başka bir şey yapmaya. Dedim zaten Adem de yemek ayırt etmez, taştan yumuşak ne varsa yer. Evde de bulgur vardı çabucak onu yapıverdim. Yoksa ben de isterdim herifimin kursağından iki tike et geçsin.” Adem karısının sözünü böldü. ‘‘Yok yok… Boş ver eti meti. Her gün bu pilavı yapsan kebap niyetine yerim ben. Yeter ki senin elin değsin’’ dedikten sonra karısıyla birlikte gülüştüler. Sonra Adem, ağzını sofra bezine silip somyaya sırtını yaslamak için geri çekildi. ‘‘Eline sağlık’’ dedikten sonra gömleğinin yaka cebinden çıkardığı sigarasını ateşleyip içmeye başladı.
Bu kerpiç evde doğup büyümüştü Adem. Rahmetli annesi ve babasının da elli beş senelik evlilikleri boyunca oturdukları evdi burası. Köy dışına ilk defa Bornova’da askerlik yapacağı zaman çıkmıştı. Çarşı izinlerinde gördüğü şehir hayatı büyülü gelmiş olacak ki geri döndüğünde her önüne gelene ‘Göçüp gidecem bu anası avradını bellediğimin yerinden. Şehir gibisi yokmuş meğer. Burada onun bunun kapısında marabalık yapmaktan başka bir bok bildiğimiz yok. Hiç olmadı, şehirde çeşmesini açtın mı sıcak su akan evler var. Yarın bir gün evlensem karım da rahat eder ben de. Cennet gibi vallaha…’ diyordu. Birkaç sene sonra komşu köyden kaçırdığı karısının ailesiyle de kanlı bıçaklı olunca bunu da bahane ederek daha fazla hır gür çıkmasın diye şehre göçmüştü. Fakat şehir hayatı ne hayalindeki gibi ışıltılıydı ne de burada geçim etmek onun için kolaydı. Köydeki evlerinden hallice bir ev kiralamış, ne çeşmesinden sıcak su akıyordu ne de kirasına para yetiştirebiliyordu. Bir gıkını çıkarsa kapı dışarı edileceklerini de biliyordu. Elde yok avuçta yoktu. Aynı sene annesi hayatını kaybetti. Daha annesinin kırkı çıkmadan da babası felç geçirip yataklara düşmüştü. Hal böyle olunca da babasına bakmak için bir gecede karar verdiler. Tası tarağı toplayıp, karısıyla birlikte tekrardan doğup büyüdüğü eve göçtüler. Böylelikle şehir hayatı da bitmiş oldu.
Babasının altını temizleyen, banyo yaptıran Adem oluyordu. Karısı da ev işlerini yapıyor, Adem olmadığı zamanlarda da kayınbabasına ilaçlarını içirip, yemeğini yediriyordu. Gelininin bu vefalı davranışına her seferinde ağır aksak bir şekilde “Allah razı olsun kızım, işin gücün rast gelsin” diye dualar ederek teşekkür ediyordu Adem’in babası. Karısı da “Sen de benim bir atamsın, büyüğümsün baba” diyerek kayınbabasının mahcubiyetini gidermeye çalışıyordu. Bu bakım süreci bir sene sürdü sürmedi Adem’in babası rahmetli oldu. Aynı sene içinde önce annesini sonra babasını kaybetmişti. Zehir zemberek bir sene olmuştu onun için. Babasından miras olarak sadece, lakabının oluşmasına sebep olan kahverengi kasketi kalmıştı. Bu kasketi gece gündüz başından eksik etmediğinden köydeki herkes rahmetli babasına Şapkalı derdi. Civar köylerde de Şapkalı Hüseyin olarak bilinirdi.
İnce sesli bir çocuk ‘‘Adem abiii, Adem abiii’’ diyerek avlu kapısına vuruyordu. Gülizar kapının eşiğine çıkıp, avlunun lambasını yaktı. Işık, avlu kapısını tam aydınlatmadığından çocuğun yüzünü net bir şekilde göremedi. Çocuğun sesine bakarak tahminde bulunup ‘‘Kemal sen misin?’’ dedi.
‘‘He yenge benim. Adem abi evde mi?”
“Hayırdır ne yapacan Adem abini ?’’
“Alamancı Yılmaz emmi git dedi, Adem abini çağır dedi.’’
“Tamam gülüm ben söylerim.’’
Çocuk haberi verdikten sonra koşarak karanlığın içinde kayboldu.
Gülizar içeri girdi. ‘‘Duydun mu? Yılmaz emmi gelmiş, seni çağırıyormuş.’’
Adem ‘duydum’ anlamında kafasını salladı. Birkaç sigara daha içtikten sonra Alamancı Yılmaz’ın evine doğru yola koyuldu.
Alamancı Yılmaz’ın evinde uzun yoldan yeni gelmiş ailenin telaşı vardı; valizler yerleştiriliyor, temizlikler yapılıyordu. Bu curcunanın yanında Yılmaz da evinin terasında oturmuş, geç getirdiği için karısına demediğini bırakmadığı meyve tabağındaki üzümleri hapır hupur yiyordu. O sırada aşağıdan bir ses “Yılmaz Emmi, Yılmaz Emmi…” diye seslendi. Yılmaz “Kimsin?” diyerek cevap verdi.
“Benim ben, Adem.”
“Yukarı gel.”
Adem terasa çıktı, gözlerinin içi gülerek ‘‘Hoş geldin emmi’’ dedi. Yılmaz oturduğu yerden hiç istifini bozmadan yarım ağızla “Sağ ol, sağ ol geç şöyle otur” dedi. Adem’ in yüzü soldu. Yılmaz’ın işaret ettiği yere diken üstüne oturur gibi büyük bir tedirginlikle oturdu. Oturur oturmaz da Yılmaz söze başladı “Bak Adem, rahmetli babanla çok zaman geçirdik. Hem babamın da en sadık adamlarındandı. O yüzden ananla evlendiklerinde başlarını sokacakları bir yer olsun diye şu an oturduğunuz yerde yaşamalarına müsaade etti. Şimdi de senle karın oturuyormuşsunuz. Ben yakında Türkiye’ye temelli dönecem, burada hayvancılıkla uğraşacam. Ya oturduğunuz eve kira verin ya da tez zamanda boşaltın. Küçükbaş ahırı yapacam orayı.”
Adem başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibi hissetti. ‘Babasının yeni öldüğünü, daha doğru düzgün işlerini toparlayamadığını, sıkışık zamanlardan geçtiklerini’ bahsetse de Yılmaz hiç oralı olmadı. Üzerindeki beyaz atletini koca göbeğine kadar sıyırmış, kıllarını yolmakla meşguldü. Daha fazla kendisini ezdirmek istemeyen Adem “Tamam emmi, bugün yarın haber ederim sana” diyerek oradan ayrıldı.
Ay ışığının aydınlattığı karanlık yolda yürüyen Adem, can sıkıntısını dindirmek için art arda sigaralar yaktı. Böylesi nafile bir çabanın ardından bir nebze olsun dinmeyen sıkıntısını karısına da yansıtmamak adına eve vardığında hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Gülizar’ın “Ne olmuş, niye çağırmış” gibi sorularını da bu yüzden cevapsız bıraktı. Sonrasında tüm kıyafetlerini çıkarıp, dertleriyle birlikte bir köşeye attı. Anadan üryan bir şekilde karısının yanına sokuldu. Sigara kokan nefesiyle karısını öpmeye başladı. Bir yandan da nasırlı elleriyle karısının beyaz göğüslerini avuçluyordu. Gözleri baygınlaştı. Nefes alışverişleri değişti. Daha sonra inlemeleri evin içini kapladı. Sevişmenin ardından yorgun düşen çift, derin bir uykuya daldı. Gülizar sabahın erken saatinde kalksa da Adem öğleye doğru uyandı. Ağzına bir lokma bir şey koymadan direkt kahvenin yolunu tuttu.
Güneş tam tepedeydi. Öğle sıcağından nasibini alan herkes dili dışarıda geziyor, serinleyecekleri ufacık da olsa bir gölge arıyordu. Adem kahveye vardığında gömleği sırtına yapışmış, alnında boncuk boncuk ter birikmişti. Serinlemek için kahvenin ortasındaki tavan vantilatörünün altına oturdu. Keyifsiz halini gören çocukluk arkadaşı Mustafa yanına gelip “Hayırdır Adem? Yüzünden düşen bin parça…” deyince Alamancı Yılmaz’ın kendisine söylediklerini tüm dinginliğiyle anlattı Adem.
Mustafa “Ulan bu ne şerefsizlik! Sizi çıkarttığı yere küçükbaş hayvan sokmak da ne demek! Hiç mi hatır gönül bilmez bu adam. Sen tut Şapkalı emminin sayesinde Alamanyalara git, bir de dön çoluğunu çocuğunu yıllarca oturduğu evinden çıkar. Köyün bütün yaşlıları söylerdi; kendi öz babası bu Yılmaz’a siktiri çektiğinde sahip çıkan Şapkalı emmi olmuş. O zaman, kıyıda köşede ne kadar birikmişi varsa Alamanya’ ya gitmesi için buna vermiş. Şapkalı emmiye ‘yapma, etme’ demişler de kimseyi dinlememiş. Kendisini uyaranlara da “Siz karışmayın, babasının hatrına veriyom. Babası olmasaydı, avradımla tarlada, bahçede yatacaktık. Sayesinde kötü de olsa bir evimiz oldu” demiş. Yanlış anlama da Adem, o eve it bağlasan durmaz. Ananla babana öyle bir evde yaşamasına müsaade ettiyse de hayrına etmedi. Senin baban Şapkalı emmi, eli ayağıydı o adamın. Tarlaya, bahçeye, ırgata hep baban koştururdu. O adam da biliyordu baban olmasaydı işlerinin aksayacağını” dedi.
Mustafa’nın söylediği bu sözler Adem’in kasvetini daha da arttırmıştı.
“Ah ulan ah… Musibetin daha kaç türlüsü gelecek başımıza. Şu fukaralık geldi, çattı yine bela oldu. Elin beş kuruş etmez adamına ağız eğer hale geldik. Kıyıda köşede biraz birikmişim olsaydı, o hınzıra o lafları ettirir miydim? ‘Başlarım lan sana da boktan evine de’ deyip esip gürlerdim. Ama şu olmaz olasıca yokluk insanın elini kolunu bağlıyor işte” dedikten sonra hıncını masaya bir yumruk vurarak çıkardı.
“Ben ayak yoluna gidiyorum” deyip masadan kalktı Adem. Kahvenin kokudan girilmesi zor olan derme çatma kurulmuş tuvaletinde işemeye başladı. Dışarıda kim var kim yok cümle âlemin sesi tuvaletin içerisine doluyordu.
Dışarıdan gelen sesler: “Yahu bu Alamancı Yılmaz ne alçak herifmiş.”
“Yeni mi öğrendin?”
“Biliyordum da kirvem bu kadarını da beklemiyordum.”
Tuvaletteki işi biten Adem, kötü kokuya rağmen içeride kalıp, Alamancı Yılmaz ile ilgili konuşmalara kulak kabarttı.
Dışarıdan gelen sesler: “Hayırdır kirve, nerden geldi aklına bu Yılmaz.”
“Bu kanı bozuk, dün gece haber salmış bir sabiyle. Varsa taze süt istiyormuş.”
“Zaten köylünün içine çıkmaz, hep elin çocuklarıyla haber salar.”
“Neyse kirvem, ben de akşam sağdığım sütü götürdüm. Hem ‘hoş geldin’ derim hem de sütü veririm diye düşündüm. Kapısına vardım ki bunun kart sesi, teee dışarıya kadar geliyordu “Oğlunun kaçırdığı kıza ara sıra kendisi de yanaşaydı, Şapkalı şimdi dip diri olurdu” diyordu. Ben de kendi kendime ‘Bu namussuza değil süt, kesip attığım tırnağımı vermem’ deyip geri döndüm.
Konuşulanları duyan Adem öfkeden deliye döndü. Tuvaletin kapısını bir hışımla açtı. Önüne ne çıktıysa devirdi geçti. Naralar atarak evine doğru koştu. Kahvedeki herkes “Ne oldu bu adama“ diye arkasından şaşkın şaşkın bakakaldılar.
Adem evinin kapılarını kırarcasına açtı. Gülizar’ın yüreği ağzına geldi. Döşeklerin altında saklı tabancasını aldı. Mermilerini kontrol etti. Gülizar bir şeylerin ters gittiğini, Adem’in de başına bir bela alacağını anladı. Telaşlandı. Ağlamaklı oldu. “Ne oldu Adem, kim ne etti sana da böyle deliye döndün?”
Adem’in kulağı hiçbir şeyi duymuyor, gözü hiçbir şeyi görmüyordu. Eve geldiği gibi evden de bir hışımla çıktı. Gülizar da arkasından koşup, kocasını durdurmaya çalıştı. Ağlayarak “Kurban olayım yakma kendini, kim ne etti sana?” dedi. Adem “Çekil kız önümden” diyerek Gülizar’ı kolundan tuttuğu gibi yere çaldı.
Kızgın bir boğa gibi Alamancı Yılmaz’ın evine doğru gitti. Evde yoktu Yılmaz. Orada bağırdı çağırdı dışarıya çıkan olmadı. Küçük bir çocuk olayın nereye varacağını bilmeden, Yılmaz’ın biraz önce kahveye gittiğini ağzından kaçırdı.
Alamancı Yılmaz, dut ağacının gölgesinde tek başına oturmuş, fötrlü şapkasıyla kendisini yelliyor bir yandan da buzlu ayranını yudumluyordu. Gösteriş olsun diye taktığı altın yüzükler, kolyeler üzerinde ışıl ışıl parlıyordu. Adem’in naraları uzaklardan duyulmaya başladı. Hiç istifini bozmayan Yılmaz, naraların kendisine değdiğini anlayınca paniğe kapıldı. Oturduğu sandalye ile birlikte titremeye başladı.
Adem, kahvenin önüne geldi. Kan çanağına dönmüş gözleriyle Yılmaz’ı arıyordu. Öfkeden göğsü bir inip bir şişiyordu. Dut ağacının altıdaki Yılmaz’ı gördü. Önüne birisinin geçmesine engel oldu. Sonra beş el silah sesi duyuldu. Alamancı Yılmaz, oturduğu sandalyeyle birlikte kanlar içinde yere yığıldı. Yılmaz’ın kanı yerde yatağını bulup akmaya başladı. Kanlar Adem’in ayaklarına kadar geldi. Yılmaz’ın kanlarıyla kirlenen ayakkabısını çıkaran Adem, yalın ayak yürüyerek evine; karısına doğru yola koyuldu.