- PROLOG
Kor / Filiz Aydın

İşten gelir gelmez ellerimdeki poşetleri ve tüm günümün yorgunluğunu bizim dairenin eşiğinde bırakıp tüm neşemle merdivenleri çıkıyorum. Bir üst kata, babaannemin yanına. İki yaşımda sayı saymayı bana öğrettiği basamakları ben de her akşam kavuşmaya geri sayım yapar gibi saya saya çıkıyorum. Her akşam “Ya bir cevap alamazsam?” korkusuyla yüreğim ağzımda, kapıdaki anahtarı çevirip “Tontiiiş!” diye sesleniyorum. Ve çok şükür ki bu eski biblomu hep aynı noktada buluyorum.
İnce ince çiçek desenli eteği, her kış başı bir yenisini ördüğü kar beyaz örme yeleği, ayağında karda yürüse bana mısın demeyecek cinsten yine kendi ördüğü patikleri ve gözlerini bizim dünyaya dört açmasını sağlayan şişe dibi kocaman gözlükleriyle penceresinin önünde. Bizim evin çatı katı babaanneme tahsis edildi yıllar önce. Annemle arayı bozunca bu zaman tünelini ziyaret her sabah ve her akşam bana vazife kılındı o günden beri. Çatı katı dedimse yabana da atmayalım. Allı güllü perdeleri, yün halıları, konforuna konfor katan bütünleştiği o koltuğu, benden arta kalan zamanda küfürleşip dertleştiği otuz iki ekran televizyonu ve koltuğundan kalktığı anda üç adımda ulaştığı mutfak tezgâhıyla değme gelinlere taş çıkarırdı benim müzelik hatunun evi. Yine nöbetimi ifâ ettiğim bir akşamüzeri otururken diz dize, televizyonun sesi o biçim evi kaplamıştı. Gözü yine dışarıdaydı ihtiyar mobesenin. “Acaba kargo ulaştı mı eline? Sahi gönderdiğim kaçıncı kitap bu? Ne nemrut herifmişsin be sabır taşı mısın mübarek. Hiç mi aklına düşmüyorum.” Yağan karın heyecanı mahalledeki çocuklardan evvel babaannemin yüreğine düşmüştü. Başladı türkülerinden seçkiler sunmaya. Ne oluyoruz demeye kalmadan içerik değişti babaannemin yayınında.
-Yağar tabi kuzum. Ne demeye yağmasın. Yüce yaradan nasip ettiyse Nisan’da kar da yağar, kışın karpuza da doyulur. Senin de nasibin neyse gelir seni bulur.
Babaannem tespihinin boncuklarını fısır fısır çekerken arada es verir, duasının sessizliğine tezatla böyle ulu ulu konuşurdu hep. Sabahtan akşama aynı kanepenin hep aynı köşesine oturur; omzunu hep aynı noktaya yaslar; perdenin kuyruğundan tutar gelen geçenin öyküsünü yazar. “Acaba annem şimdi ne yemek pişirdi, şu babaannemin günlük içtiması yüzünden sofrayı hep kaçırıyorum. Yemekler soğuk, sofra kırıntı dolu her defasında. Hem vazife bana zimmetli hem de kıymetimizi bilen yok. Taşınacağım şu tontonun yanına olan o olacak.”
-Bakkal Hayri’nin karısına bak. Dört başı mamur,giyinmiş yine vali karısı gibi. Kesin Necibe’lere gidiyor. İyiden iyiye dadandı oraya.
“Karısı deyince aklıma geldi. Acaba severek mi evlendi onunla, yoksa çiviye çivi mi söktürmekti derdi ?” Arada avcunun içine yuva yapmış tespihi hatırlar; bir La ilahe illallah patlatır yine devam ederdi.
-Aylin, koş bak. Cazibe eli kolu dönüyor pazardan. Nereden de bulur bunlar parayı. Kamil de işsiz kaç zamandır. Burnu düşse yerden almaz bir de. Afra tafralara bak hele. Allahu ekber, Allahu ekber Allahu ekber… Şu çiçekleri de budayalım yarın, iyiden iyiye şımardılar.
“ Ah kadın bazen adımı sorsam unutursun. Nasıl tutuyorsun bütün mahallenin secersini aklında? Muhtarlığa aday yazdırmalı seni.” Bürümcük kumaşı gibi ellerini avcumun içine alıyorum. Minik pat patlarla hoşuma gittiğini belli ediyorum. Ah içimi bir dökebilsem sana aklını başından yitirirsin, ne güzel böyle akşama kadar geleni geçeni dert edecek kadar tasasızsın diyorum içimden.Sonra da hak veriyorum içten içe bu tonton tespih hokkabazına. Yaşadığı emanet hayat, yazgısına razı olduğu koca bir evlilik… Kendi hislerini hiç bilmeden yaşadığı ya da daha doğrusu oynadığı bir oyun. Bu yüzden hep nasiplidir cümleleri. Yazgıya inanır, görünene değil. Vardır bir hikmeti minvalinde duygular onun için bir duruş biçimi. Küçükken komik gelirdi fakat şimdi… Kendi yazgımın içinde boğulduğum, değiştirmek için içimde artçı sarsıntılar hissettiğim otuzlu yaşlarımda hak veriyorum.
-Neydi be tontişim bu gayretini diri tutan?” “Kadının perdelerini kaç bayramdır yıkamadık. Kurban bayramı yakın, bu kez yıkamalı. Halamın cırlamalarından da kurtulurum hem. Gönlü ferahlar evine sığdıramadığı anacığını temiz perdelerin ardından yolunu gözlerken bulunca.”
Yerinden doğrularak ama gözü hep dünyayı selamladığı penceresinde cevapladı beni.
-Başladın yine kuzum feylesof laflarına. Anlamıyorum ki ne diyorsun? Gayret, duruş biçimi… Ben yazgıya inanırım, nasibe, bir de yürek yangınımın bana miras sözlerine.
Neymiş o sözler, kimmiş yürek yangını dememe kalmadan açıldı pandoranın kutusu. Nenem yüzyıllık bir ders için araladı dualı dudaklarını.
-Bir sevdiğim vardı, yalnızca göz uçlarımız sarıldı birbirine. Vaktinde bana bir türkü bıraktı bir de ulu bir laf. Koydu taşı yüreğime uçtu gitti. Amma kordur yüreğime koyduğu, taş değil. Sevdası kordur. Neden kor dedim bildin mi?
“Bizde acılar, ayrılıklar genetik miras zannımca. Tevekkeli bu vazifeye beni yakıştırmaları da bundan. Siz birbirinizi anlarsınız, dertleşip durun ya da dert yarıştırın. Arayın, bulun.”
Ben hayretle açılmış gözlerimle bu yetmişlik aşk kitabesine bakarken başım benden bağımsız şekilde sağa sola “yok” anlamında sallanarak yanıtladı sorusunu.
-Kor, ateşten daha kuvvetli derdi benim Kara Yağız’ım. Ateşi beslemeye odun gerek fakat kora bir üfürdün mü cayır cayır yanar sanki dün tutuşturulmuşçasına. O yüzden kor derim ben de. Bir görünür, üfürür kora, yüreğimin yangını korkarım ki taa mahşere vara. O yüzden derim kuzum anladın mı şimdi neneni? Bir de derdi ki hep ‘Dağda uçan kuşun, ovada biten otta nasibi vardır derler.’ Bunlara inanırım ben kuzum.
Gözlerim bu kez onun dünyayı selamladığı pencerede bir yolu gözler gibi puslu bakarken sordum ben de acımı sağaltmak istercesine.
-Vardır, değil mi be nene? Gelir, değil mi? Nasip olur mu gönlümün yangını bana?”
Bütün tontonluğu yine eline alarak:
-Gelmez mi kuzum, bak hele bu mevsimde gelen kar değil mi mucize?
İşte tam o an susuz gönlüme düşürdü çiseleri benim tespih hokkabazı.
“Yaşa kız tontiş, senin içtimaların süresini de sayısını da uzatacağım. Sevdiğin ördek pastayla limonatayı da daha sık alacağım. Sende beni doyuracak ne hikâyeler var kim bilir. Varsın annemlerin kırıntı dolu sofrasında buz gibi çorba beni beklesin.”
-Söyle kız, Sıvacı Arif’in torunu kimle kaçmıştı? Nizam usta yine bu sabah neye söyleniyordu? Behiye öğretmen saçını topuz mu yapmış yoksa örmüş mü? Söyle, anlat hepsini dinleyeceğim hiç şikayet etmeden. Sen hepsine bir yürek yarasının öyküsünü yazıyorsun. Sen söyle ki ben okuyayım yüreğini.
Bürümcüklerini git başımdan der gibi savurdu. Sırtıma iki pat pat yapıp nöbeti sonlandırdı emekli albayım.
-Git kız, annenle beni papaz etme. Meraktan ölür şimdi ne konuştu bunlar bunca saat diye. Git de sofranın kırıntılarını topla, buz gibi çorbayı iç.
Mahallenin canına okuduğu yetmez gibi bir de tuttu aklımı okudu kadın. Sulu koca öpücüğümü verip yaralarımızı da saklama kabıyla dolaba kaldırdım. Bir sonraki içtimaya kadar ekşimesinler diye. Uçar adım indiğim merdivenlerle öteki hayatıma geri döndüm.