- PROLOG
Kurbağa / Fulya Taşçeviren

Bugün kafası olmayan bir kara kurbağası buldum, yaşıyordu. Yaşıyordu, ama birkaç saat içinde ölmesi kuvvetle muhtemeldi. Onu öylece bırakıp içeri girdim.
Biraz zaman sonra dışarı çıktığımda hala oradaydı ve sanki bana bakıyordu. Çok garipti. Kafasının olması gereken yerde koca bir boşluk vardı ve o, oradan olmayan gözleriyle bana bakıyordu.
Onu içeri almayı planladım, ama bunu yapamazdım. Annemin evcil hayvanlara dahi tahammülü yoktur. Elbette kurbağayı alıp başka bir odada rahatlıkla bakabilirdim, ama buna cesaret edemedim. Altmış yaşındayım ve hala doksan yaşındaki annemden korkuyorum, dedim kendi kendime. Görse bile ne yapabilirdi ki? Anneme yemeğini bile ben yediriyordum. Yine de cesaret edemedim. Onu öylece, bana bakan gözleriyle sundurmada bıraktım. Onu yaşlı George da görmüş olacak ki, birden havlamaya başladı. Sus, dedim George, sus! Annem hiçbir şekilde işkillensin istemiyordum. Ama George yaşlıydı ve laf anlamıyordu. Çaresizce kurbağayı elime aldım. Midem bulandı. Elimde siğil çıksın istemiyordum. Zaten her yanı kahverengi lekelerle kaplıydı, bir de siğil… Yine de elime aldım kurbağayı. Kendimi ‘Kurbağa Prens’ masalındaki prenses gibi hissettim. Kurbağaya onu içeri alacağıma söz vermiştim ve işte bu sözümde duruyordum. Onu usulca annem görmeden mutfağa getirdim, artık duymuyor ama gözleri çok keskindir. Ve işte onu masanın üzerine koydum. Ses çıkaramazdı, çünkü kafası yoktu. O yüzden prense dönüşmesinin de bir manası yoktu. Gözlüğümü taktım, yine de tam net göremediğim için telefonu yüzüme yaklaştırarak tuşlara bastım. Kafasız bir kurbağa nasıl beslenir? İşte tam da böyle yazdım. Beslemeyle ilgili hiçbir bilgi yoktu. Yirmi dakika içinde öleceğini söylüyordu tüm haberler. Yirmi dakika için değmez dedim, zaten en az on dakika geçmişti ve beklemeye başladım. Altmış yaşındayım, ama hiç ölüm görmedim. Elbette duydum ölen kişileri, ama böyle canlı canlı diri diri bir ölüm. Birinin ya da bir şeyin aynı anda birkaç saniyeliğine bile olsa hem ölü hem diri olması hali.
Saatimi ayarladım ve masanın diğer ucundaki sandalyeye oturdum. Böylece kurbağayla karşılıklı birbirimize bakabiliyorduk. Birden üzerime zıplayabileceği fikri geldi aklıma. Kurbağaların aniden zıplayışları da en az kuşların birdenbire ve hızlı kanat çırpmaya başlamaları kadar ürperticiydi. Hele bu kurbağanın başı olmadığını da düşünürsek nereye sıçrayacağı ile ilgili bilinmezlik daha da korkutucu bir hal alıyordu. Yine de ölmesini beklemeye karar verdim. Sonuçta ölüm bir nevi hareketsiz kalma durumuydu ve kurbağa da ölünce zıplamayı bırakırdı elbette. Fakat zaten kurbağa şimdiden öylece duruyordu. Bacakları dereye çamaşır yıkamaya henüz oturmuş kadınlara benziyordu, yere paralel bir şekilde bükülmüştü. Ona uzun uzun baktım, o da bana bakıyordu ve dakikalar geçmiş olmasına rağmen hala yaşıyordu.
Biraz canım sıkıldı, hiç değilse bir çay almak istedim, ama o ölüm anını kaçırmak istemiyordum. Annem de ölebilirdi ve bu benim için küçük de olsa pratikti. Çayı boş verdim. Olmayan gözlerine bakmaya devam ettim kurbağanın. O da bana bakıyordu. Fakat bir süre sonra dikkatim dağılmaya başladı. Örneğin şu pötikareli örtüdeki ufak siyah lekeler… Daha önceden var mıydı?Hiç dikkatimi çekmemişti. Deterjan şişelerinin üzerindeki yazılar ne kadar da renkliydi ve buzdolabından tıkır tıkır sesler geliyordu, hiç fark etmemiştim. Bir süre sonra gözkapaklarım ağırlaştı ve uykum gelmeye başladı. Uyumak… Uyuyordum, rüyamda üzerimde yeşilden siyaha dönmüş derileriyle ve kırmızı gözleriyle kurbağalar her yanımı emiyordu. Kaçmaya çalışıyor, ama kan kaybıyla vücudum ağırlaşıyor olduğum yerde kalıyordum.Birden ani bir sesle her şey yeniden canlandı. Zır zırzır zıplayarak uyandım, alarmdı. Kurbağa hala yerinde, gözlerini ayırmadan bana bakıyordu.Ölmüş olabileceği geldi aklıma. Belki de öldüğü için bu kadar kımıltısızdı. Bunu nasıl anlayabilirdim? Ona bir daha dokunamazdım, buna cesaretim yoktu. Belki sopa gibi bir şey olsa… Aklıma oklava geldi. Annem görse beni kesinlikle evlatlıktan reddederdi. Yine de aldım oklavayı ve uzaktan kurbağanın sarılı yeşilli derisine dokundum. Masada zıpladı ve yere düştü. Yaşıyordu.
Bütün o sefilliğine rağmen, kafası olmadığı halde yaklaşık bir saattir yaşıyordu. Sıkılmaya başladım. Galiba artık ölsün istiyordum, ölmesi için acele ediyordum, ama o ısrarla ölmüyordu. Öylece kımıltısız yaşıyordu. Ölüden ne farkı vardı? İşte bu cevap için bekliyordum bir saattir. Ama onun ölmeye niyeti yok gibiydi. Birden aklıma korkunç bir fikir geldi. Onu öldürebilirdim. Bu sadece süreci biraz kısaltmaktan başka bir şey olamazdı. Canilik ya da katillikle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Benim gibi merak duygusu olmayanlar bile sebepsiz yere bir hayvan öldürebiliyorlardı ve bu gayet olağan karşılanıyordu. Ki zaten kurbağa ölecekti. Ben sadece çay alırken, yemek yerken yahut uyurken ki birkaç dakikalık zaafımda bunu kaçırmak istemiyordum o kadar. Çünkü annem de ölebilirdi ve annem ölünce ne yapacağımı bilmiyordum. Bu kurbağa bana yukarılardan bir yerden gönderilmişti, buna emindim. Kalktım ve usulca çekmeceden en keskin bıçağı aldım. Lise biyoloji dersinde hoca bize bir kurbağayı nasıl parçalayacağımızı göstermişti. Usulca tek bacağından tuttum, tekrar masaya koydum. Bir yandan da olmayan ağzıyla beni ısırmasından yahut içi kan dolu boşluğun bana değmesinden delice korkuyordum. Ama hiçbiri olmadı. Kurbağayı sorunsuzca masaya koydum. Kendimi ameliyat yapan bir doktor gibi hissediyordum. Yine de bir yandan ellerim titriyor ve ben buna engel olamıyordum. Buna rağmen tuttum kurbağayı. Usulca kestim. Bir an kımıldayacak gibi oldu, ama sonra sanki o da ölmeyi istermiş gibi bıraktı kendini. Tam o an içimde geri dönülemez bir şey yapmanın pişmanlığıyla ağlamaya başladım. Durmak istiyor, ama kendimi alıkoyamıyordum. Gözyaşlarım durmaksızın akıyordu. İçimde hissettiğim neydi, korku mu acı mı pişmanlık mı, hüzün mü seçemiyordum. Sadece ağlıyordum. Şaşkındım. Tek bildiğim şaşkın olduğumdu. Kurbağa ölmüştü ve az önce yaşadığı haliyle arada ne fark olduğunu anlamaya çalışıyordum. Az evvel dokununca zıplıyordu, ama şimdi tek bir kımıltı bile yoktu. Oklavayı aldım ve oklavanın ucuyla onu yukarı zıplattım. Yine de bunun az önceki zıplamayla denk olmadığını biliyordum. Belki çılgın bir bilim adamı olsaydım, notlarıma yaşayan şeyler kendi kendilerine zıplarlar diye yazardım. Derken içime delice bir şüphe düştü. Acaba dedim… Bu kelimenin aklımdan geçen onlarca şeyi karşılaması kusursuz bir şeydi: “Acaba.” İşte bu şüpheyle kurulmuş bir bebek gibi mutfaktan çıktım, adımlarım beni oraya götürüyordu; annemin odasına. Mümkün olduğunca hızlı ama bir yandan da geri giderek… Yine de oradaydım işte. O battaniyesinin altında usulca yatıyordu. Bir melek gibi… Her zaman baktığım yere baktım, bir zamanlar incecik olan, ama şimdi battaniyede hatırı sayılır bir yükselti oluşturan karnına. Olmuştu işte. Her gördüğümde rahatladığım, kimi zaman çocukça bir neşe kazanmak maksadıyla sineklerin üzerinde tramplen yarışı yaptığını kimi kendi içinde bir deve cüce oyunu oynadığına inandığım o karın şimdi dümdüz, kımıltısız yatıyordu. Kendimi sakinleştirmek için kurbağayı düşündüm. Az öncekiyle arada ne fark vardı ki? Sadece zıplamıyordu. İşte şimdi bu karın da yalnızca inip kalkmaktan vazgeçmişti o kadar. Yukarı ve aşağıya, aşağı ve yukarıya, deve cüce, cüce deve… Olmadı… Kendimi koşarak o karna atmak ve delice ağlamak istiyordum. Ama olduğum yerde çakılıp kalmıştım. Nereye zıplayacağı belli olmayan bir kurbağa gibi… İçimde kocaman bir boşluk vardı, en az kurbağanın ki kadar büyük. Ve yine de nefes alabiliyordum. Ne fark var ki arada dedim ne fark var? Biyoloji dersinde hoca kurbağaları nasıl keseceğimizi göstermişti. Bıçağı aldım. Annemin yanına usulca uzandım. Bir süre sonra battaniye yine kımıltısız olacaktı, artık biliyordum.