top of page
  • PROLOG

Leyla, Mektubum Eline Ulaştı mı? / Umut Kaygısız


Beş parmağın ayrı ayrı hareket edip birbirlerinden habersiz işleri daha fazla karıştırmayı özgürlük saydıkları yerde başlıyor hikâye. Onlara dur diyen gövdeye isim bulmak zor değil. Elin kurduğu otorite kelimelerin kâğıda sürülmesini sağlarken, kâğıdı zarfın içine tıkıştıran da aynı eldir veya onun ikizidir. Mesafeden bihaber yolculuğa çıkan mektubun başka bir ele dokunup dokunmadığını bilmek içinse, eller rol değiştirmelidir. Gevezelik bu ya, hiç susmasın eller diye umut ederiz ama mektubun kendisi değil, parmakları yöneten ve ellerden çok daha büyük olan, gösterişli bir otoriteni varlığı heyecanlandırır bizleri. İşte tam olarak bu heyecan alıp götürdü beni ve kitabı kapatır kapatmaz ruhumun karşısına koca bir sinema perdesi gerdi.

Usulca kapandı gözlerim, mektupla vedalaştı ama okuduğu kitaptan hiç uzaklaşmadı.

Hem gözleri hem de elleri bağlı birini ormanın derinliklerine bırakıyorsunuz. Yanında onun gibi bir sürü de yarışmacı. Sonra silah sesiyle birlikte önünü görmeden var gücüyle koşmasını istiyorsunuz ondan. Kuralımız belli: Ağaçların gövdesine toslamadan bitiş çizgisine varan kazanır. Diğerleri mi? Cesaretle koşup kafasını yaranlar yere serilirken, korkularına yenilip koşmak yerine minicik adımlar atanlar elbette geride kalıyor. Şanslı diyorlar kazanan için. Çok şanslı. Şansı ve cesareti sayesinde herkesi mağlup etti. Gözleri aydınlığa kavuşan mağlupların kafasında hep aynı soru: Gerçekten şanslı biri mi? Yoksa hile yapmasına müsaade mi edildi? Cevabı hiç öğrenemeyecek olmaları onları, sayısal azınlık olmadıkları yerde çoktan en koyu renkli azınlık yaptı bile.

Kitabı bitirdikten sonra aklıma ilk gelen, İspanya yapımı “Intacto” filmi oldu. Yukarıda bahsettiğim sahnenin farklı ve eşsiz bir yorumu var filmde. Düşündürücü ama bize hiç yabancı değil. Kişiliğini sağlam zemine oturtmak için evvela gerçekte kim olduğunu fark etmesi gereken bir çocuk, ailesiyle sınırlı kalmayıp etrafını kuşatmış tüm sosyo-kültürel kalabalığın gözünün içine soktuklarını, ezberleme butonuna basa basa öğrenmekle meşguldür. Ergenlik kapıyı çaldığında “kadınlık” veya “adamlık” etiketlerinin üzerine yapışmasını bu kez sessizlikle değil, içinde başlattığı isyanla karşılar. Anlamak zorundadır çünkü. Neden gözleri bağlıyken o ormanda koşmaya mecbur olduğunu ve asla kazanamayacağı yarıştaki “şanssız” lardan bir tanesi olmak için yaşamını geri kalanında neleri feda edeceğini.

Kadın eksenli bir öykü gibi gözükse de, esasında merkezinde toplumun kapana kıstırdığı insanı çok boyutlu olarak irdeliyor İlay Bilgili. Çocukluk, ergenlik, gençlik ve sonrasında yetişkin bir kadın olma yolunda, etrafını kuşatan tabuların demir parmaklıklardan farkı olmadığını, bir kadının iç sesi ve düşünceleriyle seriyor gözler önüne.

Eve vardığımda, eti poşetiyle dolaba koyup, üzerimi değiştirdim. Sigara içip yatağa gittim. Rüyamda, birkaç yıl önce açık kapıdan kaçıp giden muhabbet kuşumu gördüm. Kan ter içinde uyandığımda kuşun hâlâ yatak odamda uçtuğuna yemin edebilirdim ama bunu kimseye söylemedim. Odada uçuşup yastığıma konan kuşa bakıp kuşların kaburgaları ne kadar küçüktür, diye düşündüm. Bir kuzu, bir yavru olduğuna göre ben bir annenin yavrusunun kaburgasından sıyrılan eti aldığıma neden bu kadar seviniyordum? Hiçbir şeyi yeteri kadar düşünmediğimi fark edince yastığımdaki kuş kayboldu. Uyandığımda belimde o yıllardır dost olduğum ince sızı vardı. Regl olmuştum. Hepsi kaburgaların suçuydu.

Göz altlarını şişiren düşmanlara karşı savaş açmış düşüncelerin, elinde avucunda ne varsa ortaya döktüğü bir mücadelenin mektup biçimi karşımızda duran. Alıcısına ulaşma ve ondan yanıt gelme derdine tutulmadan, yazarın belleğinde mesken tutmuş, dostluk alfabesinde yazılmış sayısız cümle taşıyor heybesinde. Her mektupta varışsızlığı göze alarak koşturacak cesaretleri de var üstelik. Biraz ruhunu kuşatma altından isyanla çıkarma gayreti, biraz da bekleyiş… Evet. Bekleyiş. Kimi, neyi, ne zamana kadar? Cevap yok.

İçerde bırakıyor duyguları kadın. Ve kapının kilidini gösterip anahtarın yerini söylememeye yeminli İlay Bilgili ile sürükleyici bir öykünün içerisinde tekinsizliğe selam çakarak ilerliyorsunuz. Yazarı konuşturabilene aşk olsun. Nuh diyor peygamber demiyor. Ve bulmacanın siyah karelerinden kurtulup beyazlarının içini doldurmaya heveslendiğiniz anda, tam göğsünüzün orta yerinde delik açıveriyor insana dair kalın ciltli bir dışavurumla.

Adam/lar her defasında sana âşık oluyor/lar. Aşk artık senin için deforme olmuş bir plastik bebek. Bir erkeğin seni sevmesi demek-ki annen de seni çok sevmişti, şölen sofrasından kalkıp, sen olmayanların alkışlarıyla, tezahüratlarıyla dövdü seni ve gururla sofradaki yerine geri döndü, sen taşları akşam güneşinde ılıklaşmış odada tek başına yatarken ve tek başına olmaktan korktuğunu söylemeye korkarken- sana sahip olmak istemesi demek artık biliyorsun. Etinden bıktın, nefret ettin etinden, derinden.

Kıymetli yazarın dili akıcı. Yerine göre sade, yerine göre göz alıcı tasvirlerle bezeli. Ama en mühimi, konuya uygun olarak ziyadesiyle bizden, bizim gibi. Hiçbir sayfada bocalamıyor ve günlük konuşma dilini tatsızlaştırmadan, okuyucusuna “ben” olma durumunu yaşatabiliyor. Bu noktada dozu iyi ayarlamak önemli bence. Çünkü öykünün içinde nefes almak için, yer yer iç ses, yer yer sokak cümleleri hatta argo kullanılması keyifli olabilir. Hepsinin el sıkıştığı yerde fazlasıyla biz oluyoruz. Tam da bu noktayı yakaladığı için İlay Bilgili’yi okumaktan çok keyif aldım ben.

“Leylâ, mektubum eline ulaştı mı?”, ilk ve en uzun hikâyesiyle sizleri esir alabilecek güçte. Sessizliğin kalın çizgilerini incelten bir bağırışla uykunuzdan uyanmanızı sağlıyor. Dört duvar arasında kaldığında yalnız olduğunu düşünen insanlara, koca bir şehrin hissedilenin aksine öldürücü bir tenhalıkla insanı nasıl boğazladığını adeta resmediyor. Arayıp ta bulamayan biri, bekleme esnasında en çok kendine dokunduğunu fark etmeli, diyor iç sesim. Ve sizleri keyifli bir yolculuğa davet ediyor.


Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page