- PROLOG
Magda Szabo Edebiyatı: Kapı’dan İçeri Süzülen Bir Yavru Ceylan /Aynur Kulak

Magda Szabo’nun yazmaya şiirle başladığını okuduğumda ilk olarak şiirlerinin peşine düştüm. Kendisinin Karaağaçta Balık isimli bir şiirine rastladım.
“… ve küçük arabalarda nasıl katar katar gidiyordu gördüm kentler köylere ve köyler kente doğru, cılız kör atlarını nasıl sürdü savaş. ama görmedim denizi, halkların o güzel konuşmalarını bilmem, bana yalnız toplar seslendi. gençler, kardeşlerim, benim yerime sizler yatıyorsunuz, barış dolu ağızlarınız yok olup gitmenin acı memelerine açıldı: nerde o midye ve kayalar arasında halkların oturduğu ve balığın geçmiş hayaldeki gibi karaağaçtan sarkarak değil, onların o güzel konuşmalarını dinlemek için kuyruğunun bir anlık parlamasıyla suyun altından çıkıverdiği kıyı?”
Ne güzel, ne kadar coşkulu ve neyi neden söylediğini ne kadar iyi bildiği anlaşılan bir şiir öyle değil mi? Bir şiir olabilir, bir öykü veya roman; bir metnin bizde yarattığı his -sanki bizim hissimizmiş gibi- o kadar gerçektir ki bazen, yazarın yazdığı hikâyeyi çok içerden bir yerden, meselenin tam göbeğinden, tüm duygu durumlarıyla yazdığını anlarsınız. Magda Szabo’nun bulup okuduğum şiiri sonrası dört romanı Kapı-İza’nın Şarkısı-Yavru Ceylan-Abıgaıl- okuduktan sonra bireye, topluma, politikalara, kültüre dair Macaristan tarihinde cereyan eden tüm duygu durumlarını çok içerden anlatan bir yazar ile karşı karşıya olduğumu anladım. Latin ve Macar edebiyatı eğitiminin ardından öğretmenlik yapan, Kültür Bakanlığı’nda çalışırken politik nedenlerle işinden ayrılan ve kendisine o zamana kadar verilen ödülleri geri alınan, 1958 yılında yayımlanan ilk romanı Fresco ile edebiyat dünyasına geri dönen Magda Szabo için hem özel hayatı ile ilgili hem de kitapları ile ilgili ne söylense az gerçekten. Başına ne gelirse gelsin yazan, yazmayı her şartta –İkinci Dünya Savaşı etkileri ve Macaristan iç savaşı ve politik gerginlikleri- sürdüren yazarla ilgili kitapları odağında yazdığım bu incelemeyi ilk yayınlanan romanı Fresco (Dilimize hiç çevrilemediği için) ve Katalin Sokağı (Basımı bittiği için) okuyamadan yazmak durumunda kaldım. Bu anlamda biraz eksiklik hissediyorum fakat bu vesile ile yazarın tüm eserlerini basan Yapı Kredi Yayınları’na Fresco ve Katalin Sokağı için “kitapların basımı adına” bir çağrıda bulunmak isterim.

Kapı
Kapı’yı okumadan önce bir karakter ile tanışacağımı -Emerenc- ve bu karakteri bir daha hiç unutmayacağımı düşünmemiştim. Magda Szabo uzun süredir okuma listemde olan kitaplarıyla bana zaten “şimdiye kadar neden okumadım ki” pişmanlığı yaşatan çok önemli bir dünya edebiyatı yazarı. Onunla Kapı ile tanışmamı ve bundan sonra yaşayacağımız yolculukları ayrı bir yere koyuyorum fakat Emerenc’i tanımak ve onu okumak artık benim için ayrı bir yere konumlanmış durumda.
Kapı iki kadının (anlatıcı yazar ve Emerenc) birbirlerini sevme ve bir o kadar da sevmeme, -hatta bazı anlarda birbirlerinden nefret etmelerinin- hikâyesi. Kapı asıl olarak baştan sona Emerenc’in hikâyesi ve hikâyenin öznesi olan Emerenc’in evinin sürekli kapalı olan, -tabiri caizse 40 yerinden kilitlenmiş- kapsının hikâyesi. Kapının ardında Macaristan’ın zorlu tarihi, İkinci Dünya Savaşı’nın faşizmi, Emerenc’in çocukluk ve gençlik travmaları var. Bir şeyler daha var bu kapının ardında Emerenc’in ölen annesi ve kardeşlerinin yerine koyduğu. Onlara kimse bir şey yapmasın diye onları saklıyor ve besliyor Emerenc. Fakat kapının ardında olan şeylerle ilgili muhtelif dedikodular mahallenin ağzından hiç düşmüyor. Anlatıcı yazar bile (Bu yazarın Magda Szabo olması kuvvetle muhtemel) hikâyenin bir yerinde kocasına Emerenc’in bu açılmayan kapı ardında bir önceki çalıştığı aileye dair önemli evraklar, eşyalar saklıyor olabileceğini söylüyor. Kapı hem bir nesne hem de metaforik olarak hikâye adına o kadar yapıcı bir yerde duruyor ki, kapının açılması ve ardındakilerin gün yüzüne çıkması hikâye adına elzem bir hal alıyor. Kapı açıldığında sanki tüm sorunlar çözülecekmiş gibi veya sevmek mümkün olacakmış gibi. İki kadın adına mümkün olabilir mi böyle bir şey gerçekten?
Emerenc kendine özgü yaşam ilkeleri bulunan, iş yapma yöntemleri herkesten farklı, ücret aldığı patronlarına asla biat etmeyen, hatta işverenden içki içmediğine, ayyaş olmadığına dair imzalı referans mektubu alan biri. Rollerin farklılaştığı hikâyede şahsına münhasır bir mesafede durarak kendine sorular sorulmasına ve kapısının ardına kadar açılmasına asla izin vermeyen Emerenc bir gün evinin işlerini yaptığı anlatıcı yazarımıza bir hikâye anlatıyor. Emerenc’in anlattığı bu hikâye romanın Emerenc’le ilgili olan gölgedeki taraflarının kilidini açmış gibi ama hikâyeden tam olarak emin değiliz. Bu fabl tarzındaki korkunç trajedi Emerenc’in başına gelmiş olabilir mi gerçekten? Anlatıcı yazarımız emin olamıyor bundan, bizler de elbet. Fakat başka bir şey oluyor. Emerenc’i sevmek, onu bu haliyle kabul etmek için bir kapı aralanıyor sanki. Ardında gölgelerin olduğu değil, ışığın süzüldüğü bir kapı aralanması bu. Bir tür anne-kız ilişkisi içerisinde olan bu iki kadının birbirini sevmeleri için oluşan bir sebebe dönüşüyor Emerenc’in anlattığı bu trajik hikâye.
Emerenc’in anlattığı bu hikâye tabii ki sevgi kapılarını ardına kadar açmaya yeterli değil. Çünkü geçmiş yaşantılar bir gölge misali Emerenc’in peşinde hep. Magda Szabo bir karakterle bir ülke tarihini anlatıyor ve karakter yaratmanın anlatılan hikâye adına ne kadar önemli olduğunu gösteriyor bize. Tarihten düşen yaprakları Emerenc’in hayatı üzerinden izleyerek, sevmenin hiç de kolay olmayacağını, o kapının kilidinin -ancak balta darbeleriyle kırıldıktan sonra- içeriye girmenin mümkün olabileceği gerçeği ile anlatıyor yazar bizlere. Kendisine de elbet. Hem ülke, hem toplum hem de birey adına yaşanması gereken tüm güzel anlar yok oluyor, böyle olmamalıydı diyoruz ama oluyor. Bu çaresizliği kendisiyle birlikte bizim de hissetmemizi istiyor yazar. Yazarın durumunu ve Emerenc’in kişisel tarihinin hikâyesini bu şekilde anlayabiliriz çünkü.
Magda Szabo kendisiyle birlikte bizi, bir insanı -nasıl bir insan olursa olsun- sevme konusuna ikna etmeye çalışıyor. Başarıyor da. Romanın otobiyografik tarafları elbette olabilir ama böyle bir otobiyografiyi bir edebiyat metni kurgusuyla bu derece iyi anlatabilmek -hikâyenin içimize işlemesini sağlamak- Szabo’nun büyük bir yazar olduğunu gösteriyor bizlere.
Mutlaka okunması gereken bir roman olarak Kapı’yı ardına kadar açık bir şekilde bırakıyorum buraya. Bir de filmi var romanın. 2012 yapımı. Emerenc’i Helen Mirren harika oynuyor.

İza’nın Şarkısı
Anne ve babanızla ilişkileriniz nasıl? Biraz daha detaya girerek sorayım: Anne babanız çok yaşlılar mı ve onlarla aranızdaki ilişki yaş farkına rağmen nasıl? Damdan düşer gibi bir soru mu oldu ya da sert? Duygu yoğunluğu çok fazla olan, romanın bazı yerlerinde bu yoğunluktan dolayı ne hissedeceğimibilemediğim ya da tam tersi bildiğim ama ne yapacağımı bilemediğim sahnelerle karşılaşmak ve bu sahneleri tüm duygu durumlarıyla okumak beni sarstı. Magda Szabo’dan yine ilişkilere ve sevme çabasına -ama bu sefer anne-kız ilişkine, kuşak çatışmasına, modern yaşama- dair bir roman.
Babasının ölümü sonrası annesine Budapeşte’de kendisi ile beraber yaşama teklifinde bulunan İza ve annesi İçin her şey ilk etapta çok iyi başlar. İza doktordur ve kazancı çok iyidir. Köydeki zorlu yaşamını bırakıp şehre gelen anneyi rahat bir yaşam beklemektedir. Fakat yemek pişirmekten, temizliğe, dışarıya çıkmaktan, alışveriş yapmaya kadar son derece günlük uğraşlar anne-kız arasında büyük problemler yaratmaya ve iletişimlerini koparmaya başlar. Her ikisinin de -fakat daha çok Bayan Szöch’ün- anılarının, alışkanlıklarının, basit günlük ritüellerinin üstüne bomba düşmüştür. Köydeki evini ısıtmak İçin yaktığı ateşin karşına çömelmeyi, korun sanki canlı bir varlıktan gelen solumasını dinlemeyi özleyen Bayan Szöch’ün Budapeşte’ki her bir yalnızlık anı içime işledi diyebilirim.
Sorun gerçekten de modern yaşamla mı ilgilidir? Evet, bir tür adapte olmama durumu tabii ki var. Değişim özellikle -yaşından dolayı- anne adına çok keskin. Eşinin ölümüyle gelen bir yalnızlık da var tabii. Tüm bunlar bir araya geldiğinde, tüm imkanlar önüne serilse de Bayan Szöch’ün hayatının bundan sonraki aşamasında mutlu olması veya çok sevdiği kızıyla mutlu bir hayat yaşama imkanı canlılığını yitiriyor. Magda Szabo bu canlılığı yitirme aşamalarını sebepleriyle beraber yazarken hepimiz adına ebeveynlerimizle ilişkilerimizde veya onların bizimle olan ilişkilerine dair tanıdık sebepler bırakıyor önümüze. Hikâyeye karşı duygu yoğunluğumuz işte tam olarak buralarda kendini gösteriyor. Yazar bu noktalarda enfes tespitler, betimlemelerle anlatıyor karakterlerin içinde bulundukları psikolojik ruh hallerini.
Iza’nın Şarkısı İza’ya dair bir roman olsa da aslında Iza’nın annesi Bayan Szöcs’ün hayatını anlatan bir roman. Kapı’daki Emerenc karakteri sonrası Bayan Szöch’ü okumak Magda Szabo’nun 60 veya 70 yaş grubundaki kadınları, özellikle onların duygularını ve buna istinaden oluşan davranışlarını belki annesi, belki teyzesi belki de ananesini çok iyi gözlemlemesinden mütevelli çok iyi yazdığına kanaat getirdim. Yine çok iyi bir karakter yazımı ile karşı karşıyayız çünkü. İza’yı da genç ve modern kadın olarak çok iyi yazdığını belirtmek isterim. Aynı zamanda duygusal anlamda son derece köşeli olan karakterini, o söz konusu olduğunda asla virajları alamayışımızı ve sürekli olarak bir yerlere çarpıyor oluşumuzu modern hayatın akışkan olmayan sert yapısı ile eşleştirebiliriz. İza’nın modern bir kadın olarak bizdeki ve annesi üzerinde yarattığı hissiyat tam olarak böyle. Magda Szabo bu hissiyatımızı her fırsatta İza’nın yüzüne çarpıyor fakat hikâyenin sonunda ona uçsuz bucaksız bir özgürlük hakkı da tanıyor. Ailesinden ve eski hayatının ayak bağlarından ziyade modern hayatta karşı bir özgürlük hali armağan ediliyor İza’ya. Özellikle duygusal iz düşümleri bağlamında.
Magda Szabo kalemi çok kuvvetli ve bütün büyük yazarlar gibi hikâyeleri zamanın üstünde olan bir yazar. İza’nın Şarkısı eşliğinde Macaristan'ın köylerini, küçük şehirlerini, modernleşme ile birlikte Budapeşte'nin değişen sokaklarını onun yazdığı karakterler gezmek çok güzeldi.

Yavru Ceylan
Doğu Avrupa’nın eksik olmayan savaşları ve sosyal çalkantıları sebebiyle sömürülmüş, incitilmiş, kullanılmış, hayal kırıklığına bolca uğratılmış, bu yüzden aileleri ve yakın çevreleri tarafından asla sevilmediklerine inanmış, hep çemberin dışında kalmış çocukları. Bu çocuklardan yalnızca biri Eszter Encsy’i. Arka arkaya okuduğum Magda Szabo romanlarının her birinde de ilk etapta ne yazacağım diye düşündüm hep fakat Yavru Ceylan’da hakikaten ne yazacağımı bilemiyorum.
Romanın ana ve anti kahramanı çocukluğunu bize açık yüreklilikle anlatan, artık büyümüş, tiyatro sahnelerinde boy göstermeye başlamış başarılı bir oyuncu ama çocukluğunun tamamında (bir kısmında veya bir olayında değil) kalmış olan Eszter. Bir romana çocuk karakter/ler ve onların duyguları girdiyse zaten çok özel bir yere benim için konumlanan hikâyelerde Yavru Ceylan’ın ben de yarattığı ağır duygu -çocukluğunu yaşayamamamışların çok iyi bildiği o ortak duygu da diyebilirim- çaresiz öfke. Öfke bir duygu değil fakat çaresiz bırakıldığınız öfke yetişkinliğinizde de peşinizi bırakmayan, tastamam bir duygu tortusudur kesinlikle ve her köşe başında yaşamınız boyunca karşınıza çıkar. Eszter bu duyguyu bize hissettiriyor ve Magda Szabo karakterini tüm güçlü duygularıyla yine mükemmel bir şekilde, bu sefer kelimenin tam anlamıyla sahne üzerine çıkarıyor.
Eszter’in çocukluğuna dair hınç dolu olmasının çok haklı sebepleri var. Varlıktan yokluğa düşmeleri, babasının ağır hastalığı, annesinin onu görmezden gelişi, çevrenin aileye karşı oluşan ön yargıları, yaşıtı olan Angela’nın daha iyi olan hayatı içerisinde bir de sahip olduğu bir Yavru Ceylan’ı olması ve çocukluğunda çocukça bir hisle kendinden yaşça büyük aşık oluverdiği adamın Eszter’e attığı dayak var. Romanın bu sahnesi onu haklı görmemiz adına başlı başına tek sebep zaten. Fakat kahretsin ki, çok haklı bunca sebebe rağmen Eszter’i sevmek, ona empati duymak neredeyse imkansız. Hikâyeyi üst seviyeye taşıyan en önemli unsur buydu diyebilirim. Eszter’i bir türlü sevemiyor olmak, ona karşı sürekli olarak yaklaşma ile uzaklaşma arası bir mesafede arafta kalmak romanı unutulmaz kılıyor.
Daha da önemlisi -hikâye içerisinde önemli bir virajı dönmemizi sağlayan- Eszter’in kendi kötü yaşadığı çocukluğuna karşılık Angela’nın yavru ceylanı dahil elinde iyi olan ne varsa -kocasını bile- alma hırsıyla yola çıkıp Angela’nın kocasının aslında baştan beri Eszter’i sevdiğini söylediği an ve Eszter’in bu olumlu duygu durumu ile, yani “kendisine duyulan sevgi ile” ne yapacağını bilememesi. Bir türlü empati duyamadığımız Eszter’e küt diye çarpan duygu onun kadar bize de çarpıyor. Magda Szabo okurunu asla dışarıda bırakmaksızın ikili ilişkilerdeki bu çapraz duygu akışlarını mükemmel yöneterek hissettiriyor bizlere. Eszter’in kapısı kapalı olmasına rağmen (Aynı Emerenc’in kapısında olduğu gibi) karşı karşıya kaldığı sevgi karşısında kapalı kapıdan içeri bir yavru ceylan süzülüyor.
Kitabın adına ismini de veren bir Yavru Ceylan söz konusu olduğu İçin Magda Szabo’nun hayvanlarına değinmeden geçemeyeceğim. Kediler, köpekler, kuşlar ve bir ceylan. Birlikte yaşarken duygularımızı ortaya çıkaran canlılar olarak varlıkları o kadar önemli ki, sürekli insan “ilişkisizlikleri” üzerine kalemini oynatan yazar için her bir hayvan birer can simidi görevi görüyor. Hayvanlardan farklı olarak düşünen, konuşan, duygularını ifade etmekte yetkin olan insanın çoğu zaman ulaşılamayan duygularının magma tabakasına hayvanlarla iniyor yazar.Yavru Ceylan özellikle bir türlü empati kuramadığımız karakterin kırılma anlarıyla çok özeldi. Yine de tam olarak sevebildik mi Eszter’i, bu soruya evet, sevebildik demem çok zor. Fakat hikâyenin içinde canlı kanlı, gerçekten yer alan yavru ceylanı sevdik. Magda Szabo’nın duygularımızı şekillendirmede ne kadar başarılı olduğunu bir kez daha görmüş olduk böylelikle.

Abıgaıl
“Kocaman, soğuk, beyaz. Küçük pencereleri var, kapısında Demir sürgü, pencerelerinde ise demir parmaklık. Çok eski bir yer olmalı, bir okul gibi de değil. Başka bir şeye benziyor. Daha çok bir kaleye…”
Bu derece gerilimli -yine ana karakteri çok iyi ele alınmış- fakat bu denli “gölgeli taraflarıyla stratejik” bir zeka ile karşı karşıya kalacağımı tahmin etmezdim. Evet, Magda Szabo’nun bütün romanlarında olduğu üzere yine bir anti-kahraman var fakat bu sefer zekası hayranlık uyandıran bu yüzden bize hissettirdiği gerilimli duyguları “Acaba daha nerelere götürebilir, ne yapabilir?” diye diye istim üstünde okuduğumuz 14 yaşında bir Gina var karşımızda.
Gina’nın tamamı kız öğrencilerden oluşan, ağırlıklı olarak dini eğitimin verildiği Piskopos Matula Akademisi’ni görünce hissettiği gerilim roman başlar başlamaz bizi de sarmalayarak peşimizi bırakmıyor ve Gina’nın istemediği halde gönderildiği bu okulu “kale” gibi görmesi gerilimin tırmanacağının ilk habercisi. Aslında hüzünlü bir ayrılık ile başlayan bir romanın tüm gerilim unsurlarının çok iyi kullanıldığı bir hikâyeye dönüşeceği kimin aklına gelirdi? Szabo bu sefer olaylar-mekan-karakter üçlüsünü önümüze içinden çıkılması zor bir kale duvarı olarak yerleştiriyor.
Macaristan ordusunda general olarak görev yapan bir baba ile onun kızı Gina arasındaki ilişkiyi anlatıyor bizlere Szabo ama asıl ilişkiler ağı Gina’nın gittiği okulda arkadaşları ve öğretmenleri ile arasındaki ön görülemez gerilimli ilişkilerle kendini var etmeye başlıyor. Szabo yine ilişkiler meselesinde kalemini çok güzel oynatıyor fakat bu sefer ne olacağını tam olarak kestiremediğimiz bir kalenin içine de hapis ediyor bizleri. Aynı Gina gibi. Okulda tüm kızlar aynı giyinmek, saçlarına aynı şekli vermek zorundalar ve değerli hiçbir eşyalarını yanlarına alamazlar. Neden ki? Bu duruma ve kurallara, duyguların geçerli olmadığı ilişkiler ağına asla adapte olamıyor Gina.
Her şeyin motomot kurallarla işlediği bu yerde babasının her şey yolundayken neden onu taşra kasabasında din eğitimi veren kale gibi bir okula gönderdiğini anlayamayan, son derece özgür büyütülmüş olan Gina kısa süre içerisinde isyanlarına başlıyor ve dışlanıyor elbet. Fakat diğer kızlardan farklı olarak daha kontrollü, zeki ve metodik yöntemler geliştirdiği için (bir generalin kızıdır ne de olsa) kalenin içerisinde sinirleri alt üst eden biri haline geliyor. Bu durum hikâye boyunca her saniye tırmanan gerilim unsurlarının başlıca sebebi. Roman işte bu anlarda tadından yenmez hale geliyor gerçekten.
“Beni tamamen yuttular. Artık kendim değilim.”diye düşündü.
Kim kimi yutacak acaba diye düşünmeden edemiyoruz. Çünkü Gina’nın mücadele yöntemleri herkesi ters köşe eder cinsten. Romana ismini veren Abıgail var bir de tabii. Kalenin içerisinde bir heykel olan Abıgail hikayede önemli bir gizem unsuru. Gina ile Abıgeıl arasındaki ilişki de tedirginliğimizi üst seviyeye taşıyor. Onun yanına gidip –Abıgeıl’in- bir dilek dinlendiğinde bu dileğin ertesi gün veya kısa süre içerisinde gerçekleştiğine inanan kızlar bunun sayısız örneğine şahitlik ettiklerini Gina’ya anlatıyorlar ama Gina hurafelere inanmayan genç bir kız olarak Abıgıal’e bir heykel olmasının dışında hiçbir anlam yüklemiyor. Ta ki kendi dileğinin bir gün gerçekleşmesi ve kendisi için heykelin dibine bırakılan notlara kadar. Kimdir bu kişi ve tüm dilekleri neden yerine getirmektedir? Abıgaıl ile ilgili çok bilinmeyenli bu denklem, Gina’nın babasının bir general olarak Nazi’lerle imtihanı ve bundan dolayı babasının söyleyemediği sırlar ve en baştan itibaren okulun kurtulunması gereken bir “kale” olması ile çok bilinmeyenli bir denklemi önümüze koyuyor Szabo.
Kitabın arka kapağını okuduğunuzda, “Bu sefer bir baba-kız ilişkisine odaklanmış yazar” diye düşünebilirsiniz fakat Magda Szabo bu sefer sizi nerelere götürebileceğini hiç tahmin edemeyeceğiniz bir gerilim hikâyesi koyuyor önünüze. Üstelik bu gerilim hikâyesinin de altından ustalıkla kalkıyor.
Magda Szabo’nun paylaştığım bu dört romanı hem klasik roman formatının eşsiz örnekleri olarak hem de çağdaş edebiyatın -özellikle karakter duygu-durum yaratımı adına- önemli birer örnek niteliğinde okunmalılar. Yazarın bir şiirinden yola çıkıp geldiğimiz bu noktada şiirine yansıyan her unsuru romanlarına yaydığını, romanları vasıtasıyla da ele aldığını görüyoruz. Bu bütünsel yapı, yazdığı metnin türü her ne olursa olsun, onun edebiyatına bir derinlik kazandırıyor ve güvenimizi kazanıyor.
Kitapların çevirmenleri Hilmi Ortaç – Kapı, Hasan Tansel – Iza’nın Şarkısı, Yasemin Pichler – Yavru Ceylan ve romanı Macarca aslından çeviren Figen Uç – Abıgaıl tek tek teşekkür etmek isterim. Dilimize çevrilmeyen ve hiç basılmayan ilk romanı Fresco’nun basımını Yapı Kredi Yayınları’ndan bekleyeceğim ve elbette Katalin Sokağı’nın yeni basımını da.