top of page
  • EMEL ÇARKCI

“O Gün İçin Bir Şemsiye” Nesneler, İlişkiler ve Umutsuzluk


“Onun hayatı da kendisini haklı çıkaramıyor, hissediyorum bunu. İcazetsiz hayat hakkında konuşmaya ihtiyacım var onunla. Margot’un aceleci hareketlerinde sık sık hayata zorlanmış olmanın ayıbını görüyorum.” (s. 55)

Çocuklar hangi oyunu oynamak isterse onu oynar. Özgür hissederler oynarken. Fakat büyüdükçe oyunlar herkes için aynı olmaya başlar. Bir iş bulmak, âşık olmak, aile kurmak, ev almak… Bunlardan herhangi birini yapmayanlar oyunun dışında kalmış sayılır ve ceza olarak oyunun içinde olanlara nazaran daha fazla gözlem yapar, düşünür, daha fazla sorgular. Bu oyunların anlamı nedir? Gerçekten oynamak istemiş midir? Oyunun dışında kaldığı için mi her şeye gücenen biri olup çıkmıştır ya da içinde bir şeyler yaşamasına izin vermeyen, ona icazeti olmadığını[1] düşündüren bir his yüzünden mi bu haldedir? Tanpınar’ın “İnsanlar bazen doğuştan mahkûm olurlar, saz parçası doğuştan kırılırdı.”[2] cümlesi geliyor aklıma. Bir melodi tutturmalarına imkân yoktur. Peki, oyunun dışında kalmak mümkün müdür?

Kırk altı yaşında bir anlatıcının ağzından yazılmış “O Gün İçin Bir Şemsiye”. Uzun süredir işsiz kaldığı için kendini dışarıdahisseden yalnız bir adam. Saygıya değer bir hayat yaşamadığını düşünmektedir. Sırf geçimini sağlamak için saçma sapan bir işte çalışır. Felsefe mezunu bir ayakkabı denetçisi. Bütün gün yeni ayakkabılarla şehrin sokaklarında dolaşıp üretici firmaya rahatlığıyla ilgili rapor yazar. Günlük hayatta karşısına tesadüfen çıkan insanları ya da nesneleri gözlemler. Yere düşmüş ciklete, bir çocuğun balkondan sarkıttığı ipin ucuna bağladığı fırçanın rüzgârda salınışına, bir kadının çamaşırları hep aynı sırayla asmasına takılır gözü. Düşünmekten bunaldığında böyle sahnelere daha çok odaklanır. Anlatıcı, gittikçe hayatın anlamının bu sahnelerde gizli olduğuna inanmaya başlar.

Bellek Sanatı Enstitüsü açmak gibi bir hayali vardır. Bu enstitüye “…hayatlarının yağmurlu ve uzun bir günden, bedenlerinin de o gün için gereken bir şemsiyeden başka bir şey olmadığını hissetme noktasına gelmiş insanlar başvuruyor.”(s.97) diyerek kitabın adının nereden geldiğini açıklar. Hayatını zar zor, gönülsüz yaşayan biri. Beklenmedik anlarda yaşamaya icazeti olmadığını hissederek dağılır. Bazen günlerdir beklediği, çok istediği bir şeyi yaşarken, bazen eğlenceli bir ortamda ya da ciddi bir toplantıda, bazense sadece bir çift çorap almak için onlarca çeşit arasından seçmek zorunda kaldığında…

“İçsel icazetle yaşamadığıma yine içerlediğim için herhalde. Tam da burada, bu mağazada birinin bana dünyada olmayı isteyip istemediğimi sormasını istiyorum. Alt tarafı bir çift çoraba ihtiyacım var…”(s.20)

Varoluş arzusunun başta para olmak üzere birçok nesnenin gölgesinde umutsuzca tükenmeye bırakıldığı bir çağda yaşamaktan mutsuz.

“Şu anda da insanlar aniden fakirleşse ne güzel olur diye düşünüyorum. Ve de hepsi birden ve hepsi aynı anda… Onları güneş gözlükleri olmadan görebilseydim ne güzel olurdu; çantaları, kaskları, yarış bisikletleri, cins köpekleri, patenleri, fosforlu saatleri olmadan. Yıllar önce olduğu gibi gövdelerinde birkaç paçavradan başka hiçbir şey olmasın, en azından yarım saat boyunca.” (s.11)

Anlatıcının hayatı algılayışı, yabancılaşmanın neredeyse bütün boyutlarını gözler önüne seriyor.[3] Kadın erkek ilişkileri, eğlence kültürü, çalıştığı işi… Anlamlı bulduğu tek şey eski sevgilisi Lisa ile yaşadığı birliktelik. Bunu yürütememiş olmanın yenilgisiyle, utancıyla nasıl yaşayacağını bilememektedir. Lisa’ya halen bağlıdır ama onun dönmeyeceğini de kabullenmeye başlamıştır. Ara sıra Kuaför Margot ile onun iş yerinde birlikte olur. Yaşadığı bu ilişki Lisa’yı unutturmaya yetmez. Belediye çalışanlarının her gün topladığı ağaç yapraklarıyla donatmak ister kaldıkları odayı. “Bir yaprak odasında dolanmak, Lisa’dan ayrılmak ve aynı zamanda, ondan ayrılmanın hiçbir şekilde mümkün olmadığını anlamak için mükemmel bir teknik değil mi?”(s. 53) İşçilerin yaprakları çöp gibi süpürüp toplamalarına anlam veremez. Yürürken çıkan hışırtının güzelliğini çocukken hiç mi tatmamışlar, diye söylenir. “Sonra en kabız statikçiler bile hışırdayan yapraklar arasından geçmenin, insanın ağır ağır büyüyüp serpilen ve gittikçe zenginleşen benliğinde tek ve aynı kişi olduğuna dair o yeri doldurulamaz, eşsiz duygunun peyda olmasının ne hoş bir şey olduğunu anlayacak.”( s.46-47) Bellek Sanatı Enstitüsü fikri böyle ortaya çıkar. Yaprakların değerini hatırlatma arzusuyla belediye çalışanlarına kurs vermeyi hayal eder.

Hangi varlıklarla anlam ilişkisi kurduğuna bakalım: Ağaç yaprakları, şeker kâğıdı, çalılık, çakıl taşı, nehir. Hayatın anlamını havada süzülen şeker kâğıdının hışırtısıyla tarif eder. Çok bunaldığında ise ceketini çalılığın, çakıl taşlarının ya da bir nehrin üstüne atmayı düşünür. O an kendini bir çakıl taşı, çalılık ya da akan bir nehir gibi hissederek bulunduğu durumdan kurtulmak ister. Sınırda yaşayan herkes gibi içinde taşıdığı delilik endişesi onu her seferinde böyle bir şey yapmaktan alıkoyar. Yazar bu nesneleri tesadüfen seçmiş gibidir. Kimsenin dikkatini çekmeyen doğallığa, kendiliğinden olma haline derin bir özlem duymaktadır.

Margot’u bir gün sokakta hiç hoşlanmadığı bir adamla gördüğünde kendini kötü hisseder, onu takip edip birbirlerine nasıl davrandıklarını gözlemler, basit davranışlarını fark eder ve sıradanlığından tiksinir. Artık Margot’un onun için bir önemi kalmamıştır. Eski arkadaşı Susanne ile yakınlaşır. Susanne hayatla kavgalı, kadınlığına güveni zedelenmiş, en az anlatıcı kadar mutsuz biri. Lisa’nın anısı üstüne ancak onunla bir şeyler yaşayabileceğine inanır ve bütün evi Lisa’dan sonra ilk kez detaylı bir şekilde temizler. Odadaki yaprakları artık saklamasına gerek olmadığını düşünür. Susanne’a âşık olmamıştır. Bu birliktelik hayatı sürdürmenin bir yolu gibidir. Bir çeşit uzlaşma. Oyunun dışında kalamayacağını kabullenme de denebilir.

Kadınlarla ilişkileri cinsellik üzerinden gelişirken Lisa’nın bedeninden ve cinselliğinden pek bahsetmez. Ona dışarıdan bakan bir göz olamadığı için sevmiştir belki de. Lisa onun için başkası değildir, kendi gibidir. Hâlbuki roman boyunca insanlara sürekli mesafeli, temkinli ve yargılayıcıdır. Çocuklar ve zihinsel engelliler dışında içini yaşama sevinciyle dolduran hiç kimseye rastlamayız. Kendisi ve başkalarıyla ilgili pek bir umudu yoktur.[4] Yaşamaya hakkı yokmuş gibi hissettiren her neyse bunun çocukların azarlanmasıyla ilgili olduğunu düşünür.

“Sonunda ben de bir şey istemez hale geldim işte ve artık sürekli azarlanan dünyaya bakıyorum.” (s.106)

Hayatın yaşanmaya değer olduğuna kendini ikna etmek için her gün küçük oyunlar oynayan annesinin daha çocukken içine düşürdüğü şüpheyle yaşamaktadır. Dışarıda anlamından soyutlanmak üzere kurgulanmış bir hayat vardır. Acının, ölümün, çürümenin gözlerden uzak tutulduğu[5], herkesin kendini masum hissettiği, hiçbir kötülükten kimsenin sorumlu olmadığı yapay gerçekliği eleştirir. Hayatı algılayışımız bütünlüğünü kaybetmiştir.

“Sistemlerin ağır ağır içimize işleyen sıradan suçunu kastediyorum, bu düzenlerde masum bir hayat sürdüğümüzü sanarak gerçekleşiyor bu durum. Bütün politik düzenler aynı şeyi istiyor, yani acının bertaraf edilmesini. Tam da bu yüzden politik değil fantastik hareketler bunlar, anlıyor musunuz?”(s.96)

Alman edebiyatının önemli eserleri arasında gösterilen “O Gün İçin Bir Şemsiye” akıcı bir üslup ve yalın bir dille yazılmış. Günlük hayatta rastladığımız ve ancak çocukken dikkat ettiğimiz ayrıntılarla örülmüş bir hikâyesi olması, okuyucuda tıpkı ağaç yapraklarının çıkardığı hışırtının yarattığı etkiye “tek ve aynı kişi olduğumuza dair o yeri doldurulamaz eşsiz duyguya” benzer bir his yaratıyor.




Genazino, Wilhelm,

“O Gün İçin Bir Şemsiye”,

Çev. Çağlar Tanyeri,

Jaguar Kitap Yayınları,

1. Baskı, İstanbul 2014.




[1] Bu sözcük grubu roman boyunca sık sık tekrarlanır. İzin, onay, hak edişin kabul edilmesi anlamına gelir. [2] Ahmet Hamdi Tanpınar, “Huzur”, Dergah Yay., 38.baskı, 2021, s. 16. [3] Bkz. Zafer Demir,” Karl Marx’ın Bakış Açısından Kapitalist Toplumda Yabancılaşma ve Sonuçları” Abant Kültürel Araştırmalar Dergisi, 3(5), 2018, s. 63-74. [4] Bkz. Sibel Yılmaz, “Genazino’nun Huzursuz Melankolikleri”,T24 İnternet Gazetesi, https://t24.com.tr/k24/yazi/genazino-nun-huzursuz-melankolikleri,2200 [5] Bkz. İsmail Akgöl, “Genazino: Bir Özgürlük Arayışı”, T24 İnternet Gazetesi, https://t24.com.tr/k24/yazi/wilhelm-genazino-bir-ozgurluk-arayisi,3080


KAYNAKÇA


Yılmaz, Sibel, “Genazino’nun Huzursuz Melankolikleri”,T24 İnternet Gazetesi https://t24.com.tr/k24/yazi/genazino-nun-huzursuz-melankolikleri,2200

Akgöl, İsmail, “Genazino: Bir Özgürlük Arayışı”, T24 İnternet Gazetesi

https://t24.com.tr/k24/yazi/wilhelm-genazino-bir-ozgurluk-arayisi,3080


Demir, Zafer, “Karl Marx’ın Bakış Açısından Kapitalist Toplumda Yabancılaşma ve Sonuçları” Abant Kültürel Araştırmalar Dergisi, 3(5), 2018, s. 63-74.


Tanpınar, Ahmet Hamdi, “Huzur”, Dergah Yay., 38.baskı, 2021

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page