top of page
  • PROLOG

Odaların İçinde Odalar / Nalan Kiraz


İnsanın bir odaya kapanması kendi içindeki odalara kapanmasıdır…

Perrot “oda” denen mekânı pek çok açıdan incelemişti. Bunların aralarında çocuk odaları da vardı, yazar odaları da, hapishane hücreleri de vardı manastırlar da, toplum tarafından deli denilerek bir köşeye ayrılanları kapatılanların bulunduğu koğuşlar da vardı, evlerdeki başka hasta odaları da. Velhasıl Perrot oda denen mekânı kâh üç metrekare olsun, kâh seksen metrekare, kâh bir masa, bir sandalye, bir yatak ile döşensin, kâh duvarlarında nişler, mobilyalarında varaklar olsun, insanın içinde kendi halini yaşadığı ya da yaşatılmaya zorlandığı mekânlar olarak ele almıştı.

Bunlardan yazı odası (ya da yazarın odası), belki bir kütüphane, bir çalışma masası ve envaı çeşit objeden oluşan şatafatlı bir mekân, belki de üzerinde kâğıtların, geçmişte daktilonun ve şimdi bilgisayarın durduğu bir masa ve bir sandalyenin, bir de eğer bir başka oda yok ise köşede yatağın olduğu yazar-oda-evidir. İşte böyledir. Hatırlanırsa Açlık’ta kahramanımız o masa üzerinde sadece kalem ve kâğıtla çalışmaktaydı.

İşte böyle midir? Bu bir çeşit inzivanın ne çok örneği ve ne çok sebebi vardır aslında. Orada anlatıcı aslında inzivada değildir. Çıkmak, dolaşmak ister. Ne var ki günlük yiyeceğine dahi ulaşmakta zorluk yaşar, açlıkla baş başadır. Dolayısıyla insanların içine çıkamaz. Zira dışarı çıkmak için de para lazımdır. Ve o, ancak günlük yiyeceğini bulmak için dışarı çıkar. Yazılarını yazarken, bunları yayınlatmaya çalışırken açlıkla mücadele eder. Açlık onu bir eve, bir odaya hapsetmiştir.

Aslında da böyledir; bir yazar için mekân, kâğıdın, kalemin, daktilonun bilgisayarın içine çekildikçe silinir. Onun mekânı yazdığı zamanın, öykünün, romanın, şiirin, kısacası yazının mekânı, onun tam içidir. Oda içinde oda, mekân içinde mekân böyle çoğalır durur.

Knut Hamsun’un bir başka romanı Son Veda’da ise bir sağlık kuruluşunda, sanatoryumda, kalan kahramanımızın, bu pansiyon benzeri yerin odalarında zaman geçiren, bu zaman içerisinde iyileşmeyi umut eden ama hastalıktan söz etmektense bir küçük topluluk içinde yaşadıklarını ve bu topluluğun bir çeşit ‘sosyete’ olduğuna inanmak isteyen bu küçük topluluktaki tek tek kişilere odaklandığını görürüz. Bu tek tek kişiler sanatoryumun ahalisi olarak kendi odalarında yaşamakta, başka insanlarla ancak ortak alanlarda veya civarda yaptıkları yürüyüş esnasında karşılaşmaktadırlar. Aslında hepsi bir odaya, bir mucizeyle iyileşmesi beklenen bir hastalığa kapanmışlardır.

Dino Buzzati’nin Tatar Çölü’ndeki kale, zaman geçtikçe Drogo’nun evine dönüşür. Genç Teğmen Drogo ilk andaki dönüp gitme dürtüsüne karşın kalede kalınca gün be gün birbiri üzerine eklenir. Askerler bilinmez bir zamanı beklemektedirler. Koğuşlar artık odalardır, hatta tek odalı evlerdir de, koca kale belki de koca bir köy olmuştur şimdi. Askerler burçlarda uzakta çölde koşan atları izlerken ve onlardan birinin koşa koşa bite bite kaleye yöneldiğini görünce sessizce kaleye kavuşmasını seyrederken Drogo, içinde bulunduğu kalenin bedeni olmuş, kale onu içine almış ve hayır hapsetmemiş, kendinden çıkararak belki de özgürleştirmiştir. Koşan atlar gibi geçen zaman koğuşlarda -odalarda-Drogo’yu genç bir teğmenden bir kumandana çevirir ve Drogo kalenin taş duvarlarına sarınır.

Mecburiyetlerin odaları haline gelen koğuşlar yalnız askerlere ait değildir.

Hücre duvarları bu kez suçluları, katilleri, hırsızları, dolandırıcıları, toplumun istemediği kim varsa, onlara ne diyorsa, onları içine alır. Öte yanda siyasi bakımdan sakıncalı görülenler, düşünce suçluları gibi aslında her iki taraftan da bunun suç olduğuna kanaat getirilenler kendi yalnızlıkları içinde bu çıkılmaz koğuşlara, odalara bırakılmışlardır. Toplum bunların ve benzerlerinin hiçbirini istemez. -Adlandırmaların garipliğini aklımızda bir kenarda tutarsak- gerek adi suçlular gerekse düşünce suçluları bir ‘normal’in dışında yer aldıkları, oraya savruldukları veya oraya konumlanmayı seçtikleri için ‘suçlu’durlar. Hammurabi’den beri, daha daha ötesinden beri, yazılı her kâğıt, her tablet, parşömen, üzerine harf, şekil kakılabilen herhangi bir zemin, kâh onu, kâh bunu suçlu ilan etmekte, durmadan birilerini çemberin dışına itmektedir. Denir ki kadim suçlar vardır. Adam öldürmek suçtur. Habil ve Kabil’den beri bu böyledir. Her iki durumda modern Habil ve Kabil’ler birer odaya girerler. Modern Kabil bir hapishaneye, hapishanede bir hücreye kapatılır, modern Habil ise önce bir tabuta, sonra kazılmış bir çukura, toprak bir hücreye girer. Bedenlerin ölü ya da diri olmasının bir önemi yoktur.

Toplumun bir başka dışlama yönteminde de aslında dışarda kalan kimse yoktur. Bir merkez düşüncesinden uzaklaşırsak eğer, her şey boşlukta bir yer kaplar. O boşluk onun mekânıdır, cisminin mekânıdır. Ama yine de o cisimleri oradan oraya sürmek merkezin elinde gibidir. Deliliğin Tarihi’nde Foucault, Fransa’da XVI. ve XII. yüzyıllardan itibaren “delilik” denen olgunun izini sürerken, önce nasıl hayatın içinde kendi bütünlükleriyle var olduklarını, sonra gide gide kapatıldıklarını ve tımarhane denilen bu yerlerde ne sefil halde bırakıldıklarını anlatırken koğuşların düzeninden de söz eder. Buralarda sefil halde yaşayan tımarhane sakinleri tam bir kapatılma içinde hapsolmuş, tüm varlıklarıyla aslında duvarlardan dışarıya uğramaya ramak kala daha yitirmedilerse de bu kapalı odalarda yavaş yavaş akıllarını yitirmektedirler. Öte yandan Ortaçağ’da sınırlardan sürülen deliler, aklı yitikler ve toplumun süpürüp bir köşeye topladıkları, topraklardan atılmakta ve derebeyliklerin böylece temizlenmesiyle adına ‘deliler teknesi’ denen gemiye bindirilen toplumun kenara koyduğu bu deliler, cüzamlılar ve diğerleri, bütün Avrupa limanlarını dolaşmakta fakat hiçbir limanda karaya ayak basamamaktadırlar. Bu durumda tekne devasa bir oda, odanın içindeki bütün dışlanmışlar da bu odanın, aslında bu küçük deniz ülkesinin sakinleridirler.

Çıkamamak başka şeydir. Oysa bazen çıkmamak da bir şeydir. Başa dönersek; işte insanın inzivası oda oda inşa edilmiş benliğinde-dışarıdan gelebilecek her şeyi, bir sesi, bir kokuyu, bir teması, işte her şeyi dışarıda bırakarak soyunup girdiği yerde- gezinmesi, belki önce tereddütle, belki merakla hareket etmesi, sonra o odaların içine çekilmesidir. Gittikçe, gittikçe… Ve çekildikçe içindeki kuyulara. İpek böceğinin olduğu gibi kozasına. Ve zamanı gelmekle o kuyudan, o kozadan belki çıkmayı başararak mekânı, oda olmuş mekânı terk ederek ve bir başka ‘ben’ olarak. Ya da kalarak. Ve o mekân, o oda kendisi olarak…

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page