top of page
  • PROLOG

Oranj Güller / Deniz Koloş




“Yine de senin için tuhaf şövalyem,

incelikli zulmün için, kalbimin morluklarını unutup oranj

olmayı deneyebilirim.”

Lale Müldür


Hava serin, kar topluyor denilen cinsten, açık ve temizdi. Alışkanlıkla, tramvay hattının yanından, o hattı takip ederek yürüyordu. Parke taşları ayağının altında kıvrılarak ilerliyor, arada asfalt tarafından kesiliyor, bu anlarda trafik ışıkları durmasını söylüyordu. Önünden araçlar geçip gittikten sonra, ışık yeşile döndü. Tüm yolların kesiştiği noktadaki parkta, küçük bir çocuk üstlerine doğru koştuğu güvercinleri korkutup, bir anda uçmalarına sebep oldu. Kuşlar dört bir yana dağıldılar. Bunu fark edince durdu, kuşlardan hiç haz etmezdi. Yükseldiklerinde pervasızca savurdukları dışkının üzerine isabet etme ihtimali, midesini bulandırdı. Üstelik hiç de zamanı değildi, hazırlanması saatler sürmüştü. Doğru elbise, ona uygun saç -toplayıp açmış, sonra tekrar toplamıştı- hafif bir makyaj. Uzun zamandır giymediği, her türlü ortama uyum sağlayabilecek yeşil, üzeri minik çiçeklerle süslü, sırtı yarı açık, mini elbisesinin içine sıkışmak için biraz uğraşmış, aldığı kiloları fark etmemiş olmasına şaşırmıştı. Artık göbek deliğinin üzerinde iliklenen bol kotlara o kadar alışmıştı ki, içine sığmayı dert edecek giysiler olmayınca, oturduğu sofralardan doymuş kalkabiliyordu. Elbisenin altına, rahatlıkla yürüyebildiği yegane topuklu ayakkabı olan, kısa bordo botları giymişti. Kuşların uzaklaştığından emin olunca tekrar yürümeye başladı. Bileklerine kadar uzanan, ince kaşe pardösüsü yürüdükçe pelerin gibi geriye doğru savruluyor, elbisesinin diz üstünde biten eteği ile botları arasında kalan bacaklarını gözler önüne seriyordu. Yürüdükçe sağdan soldan üzerine uzayan bakışlar hoşuna gitti. Daha güvenle attı adımlarını. Zaten amaç da buydu, çok güzel, çok alımlı görünmeliydi. Kucağındaki koca buket, elbisesini tamamlayan bir aksesuar gibi oranj güllerden oluşuyordu. Yürüyen bir çiçek tarlası olmak, gittiği yerdekilere ‘hâlâ baharım ben’ demek istemişti. Hızlı adımlarla yürüyor, göğsü hızlı hızlı inip kalkıyordu. Terlediğini hisseder gibi olduğunda yavaşlıyor, bazen duruyor, kollarını gövdesinden ayırıp, koltuk altları ile bedeninin arasından bir miktar esinti geçmesine izin veriyordu. Bir süre sonra sanki bunlar hiç olmamış gibi tekrar hızlanıyordu. Engel olamadığı bir heyecan ve tedirginlik vardı içinde.

“Niçin gidiyorum?”

“Niçin bu kadar özenerek hazırlandım?”

“Arayıp işim çıktı desem?”

Bu düşünceler içini kemiriyor ve geri dönmemek için kendisiyle mücadele ediyordu. Geçen gün, akşamüstü yürüyüşe çıktığında, yıllar sonra ona rastlamamış olsa ya da görmezden gelse, şimdi bu sıkıntıyı yaşamayacaktı. Kış mevsiminde adeta bahardan çalınan bir gün misali sıcak havayı görünce evde durmak istememiş, sahili tepeden gören çay bahçesine yürümeye karar vermişti. Kulaklığını takıp, ‘yürüyüş şarkılarım’ listesini açıp, yola çıktı. Çalan müziğin ritmiyle uyumlu, neşeli adımlarla aynı tramvay yolunu takip etti. Dondurmacıya vardığında çay bahçesi uzakta görünür olmuştu. Müzik değişmiş, daha ritmik bir şarkı başlamıştı. Önünden geçtiği parkta oynayan çocuklara göz ucuyla ve biraz da müziğin ritmiyle bakmış ve onu bir bankta otururken görmüştü. Kaderin cilvesi işte, tam aynı anda o da kendisinden tarafa bakmış ve bakışları çarpışmıştı. Kaç yıl olmuştu? On, on iki, belki on beş, tam hatırlayamadı. Bir zamanlar her şeylerini paylaşan, birbirlerinin omuzunda ağlayan, kahkahaları birbirine geçen, ‘kardeş gibi’ denilen türde bir arkadaşlıkları vardı. Tam olarak anlayamadığı bir sebepten yıllar önce görüşmeyi aniden kesmiş, telefonlara çıkmamış, mesajlara dönmemiş, annesine bırakılan ‘beni aratır mısınız?’ notlarına yanıt vermemişti. Ve mucizevi bir şekilde aynı şehirde, yakın mesafelerde yaşamalarına rağmen senelerce hiç karşılaşmamışlardı, ta ki o güne kadar. Şimdi o eski dost ona bakıyordu. Önünde bir bebek arabası vardı, demek ki anne olmuştu. Çocuk olmasa on yıllar daha kısa bir zaman gibi görünebilirdi gözüne ama çocuk süreyi sanki iki katına çıkarıyordu. Kendisini hiçbir zaman anne olarak hayal etmemesine rağmen, “benim niye yok?” diye düşündü, kısacık bir an. Ondan çok daha önce erkeklerle tanışmıştı. Çok daha fazlasını tanımıştı. Çok istenmişti. Daha güzeldi. Hâlâ çok güzeldi. Bunu düşündüğünü fark ettiği an, utandı. O da fark etmiş miydi acaba aklından geçenleri? Eskiden hemen bakışından anlardı ne düşündüğünü. Eğer hâlâ öyleyse, ayıp olmuştu. Hiç değişmemiş, koca gözlerini dikmiş, şaşkın bakıyordu. Ayakta olan kendisi olduğuna göre, yaklaşması gereken belliydi, yazısız bir kuraldı bu. Ona doğru yürüdü, nezaketli gülüşüldü, ne sarılındı, ne el sıkışıldı. Tuhaf, sanki hiçbir şey değişmemiş gibi, kaldıkları yerden devam etme çabasıyla konuşmaya başlandı.

“Hiç değişmemişsin”

“Sen de”

Oysa kendisi çok değişmiş, eskiden olduğu kişiden çok uzaklaşmıştı. O anda yetişmesi gereken bir randevusu olsaydı keşke. Ya da onun kızı ağlasa -çocuk kız olmalıydı, bebek arabasındaki her şey pembeydi-ve sonra görüşürüz diyerek ayrılsalar. Hiç biri olmadı, oturdu yanına. Yıllardır görüşmeyen iki arkadaşın yapacağı türden bazı giriş konuşmaları yapıldı. Oysa dikkati konuşulanlarda değil parktaydı. Bunlardan hangisi onunki acaba? Kaydıraktakilerden biri mi, kumda oynayanlardan mı? Aralarında en koca gözlüsünü aradı, sanki çocuk babasına benziyor olamazmış gibi. En son görüşmelerinde o zamanki erkek arkadaşı yüzünden tartıştıklarını hatırladı ama detayları bir türlü çıkaramıyordu. Çocuğun babası o olabilir miydi? Bebek arabası olduğuna göre henüz küçük olmalı. Buna neden bu kadar takılmıştı ki?

Tekrar durdu. Derin bir nefes aldı, kollarını bedeninden ayırdı, koltuk altlarına serinlik yayılmasına izin verdi. Birden yakınlardan gelen bir müzik sesi ve isminin çağırıldığını duydu. Başını çevirdiğinde kaldırım altı bir mekandan el sallayan arkadaşlarını gördü. Tezahüratlar ve ıslıklarla çok güzel göründüğünü söylediler. Tam olarak yaratmak istediği etki buydu işte. Nereye gittiğini sordular. “Bir ar…” çıkmadı kelime ağzından, çiğnedikçe büyüdü. Bir işi olduğunu, sonra uğrayacağını söyleyerek uzaklaştı.

İlişkileri koptuktan sonra bir daha kimseyle o kadar yakınlaşmamış, geçici arkadaşlıkların konforunu yaşıyordu. O ise yapamazdı. Kalbinin içine sokmadan duramazdı. Yerini rahatlıkla doldurmuş olmalıydı, bunu düşününce öfkelendi. Ona mı, kendine mi bilemedi. Geçen zamana dair genel sorular bittikten sonra, nasıl davranacaklarını ne diyeceklerini bilemeyip sustular. Suskunluk uzadıkça arkadaşının sessizliği tuhaf geldi. Çok konuşurdu. Babası bundan hiç hoşlanmaz, eve her gelişinde asık bir suratla karşılar, arkadaşı da, durumun farkında olmalıydı ki, inatla gidip onunla sohbet etmeye çalışırdı. İkisinin gizli didişmesini izlemek eğlenceliydi. Sonrasında odaya kapanır, sabahlara kadar kitaplardan, filmlerden, insanlardan konuşur, aynı yatakta uyuyakalırlardı. El ele yürümekten çekinmez, çiftlermiş gibi bir algı yaratmaktan sinsi bir zevk alırlardı. Hiç konuşmayan biriyle, çok konuşan birinin böylesine anlaşması şaşırtıcı gelirdi insanlara. Sonra kendisi de konuşmaya başladı. Hatta öyle çok konuştu ki, konuşmadığı her yılın acısını çıkarttı. Belki bu yüzden kopmuştu ilişkileri, belki ona alan bırakmamaya başlamıştı.

Alyans takıyor, spor ayakkabı giyiyor, hâlâ oranj seviyor. Bunlardan hangisi onun? Tekrar baktı, koca gözlü kızı yine bulamadı. Küçük bir çocuk bu kadar zaman yalnız bırakılmış olamaz diye düşündü, bu kez yanında büyükanne, dede ya da babası olan çocukları taramaya başladı. Ne çok çocuk, ne çok ebeveyn vardı. Küçük bireylerin her hareketlerini izliyor, zaman zaman destek oluyor, ihtiyaç anında müdahale ediyorlardı. Onları seyretmek bile yorucuydu. Parkın kalabalığı içinde bir türlü bulamadığı küçük kızın doğum gününe davet edilmesine şaşırmış ama hayır demek için bir sebep görememişti. Fakülteden bazı arkadaşlar da olacaktı, hem onları da görmüş olurdu, eski günler yad edilirdi. Onlar böyle arada buluşuyor, çocukları bir araya getiriyorlardı.

Yavaşladı. Kalbini kulaklarında duyabiliyordu, nefeslenmek için durdu. Kaşe pardösüsünün etekleri ve bordo botlarının ucu çamur olmuş, saçının topuzu dağılmaya başlamıştı. Tekrar toplayabilmek için kendini görebileceği bir yer aradı ve yakındaki mağazanın camına yaklaştı. Yansıması vitrinde düzenleme yapan kadının soyup çıplak bıraktığı, kafasız mankenin üzerine düştü. Yüzü, mankenin cılız bir çubuktan oluşan boynunun üzerine oturmuştu. Kucağında kocaman oranj bir gül demeti. Geri döndü. Az önce önünden geçtiği mekanın merdivenlerinden indi. Kendine bir bira ısmarladı, buzlu bardakta gelen birasından koca bir yudum aldı. Geri dönmesine şaşıran grubun sohbetine katıldı.

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page