top of page
  • NİLGÜN ÇELİK

Pelin Özer: Kendimizi yeniden doğurmuşuz gibi anlattığımız yer; şiir.


Pelin Özer ile söyleşimi çok sevdiğim bir cümlesi ile açmak istiyorum: Acının coşkudan, transtan, ötelerle bağlantı kurmaktan, şiir yazmak zorunda kalmaktan ayrı tutulamayacağını öğrenmiş olmasaydım bir şarkı nakaratındaki hafifliğe, neşeye, mutluluğa, huzura böylesine kucak da açamazdım.” Belki de söyleşimizi bu cümle üzerinden yürütebilirdik ama ben onunla dünya hallerinden ülke gündemimizden de uzun uzun konuşmak istiyorum.

Ülkemizin yaşadığı yastan, büyük şoktan dolayı söyleşiyi yapmak ile yapmamak arasında epey bocaladım. Ancak her zaman ilke edindiğimiz yere geldim yeniden: Bizi çalışmak kurtaracak. Böyle zamanlarda herkesin en iyi bildiğini, en sevdiğini yaparak —ama asla hiçbir şey olmamış gibi davranarak değil— özüyle yaparak, hayatı yaşanır kılması gerektiğini düşünenlerdenim. Bu düşünceme Pelin Özer de en yakın edebiyatçılarımızdan. O halde, “yüzyıllık ahşap bir eve” şiir yazan, doğanın her zerresinde kendini bulan, yüzerken dağlara “Liya Lu” diye bağıran, varlığını doğaya armağan eden Pelin’le söyleşi yapmak en doğru karardı benim için. Yaşadığımız zor günleri unutmadan, edebiyatın yapıcı, onarıcı gücüyle biraz nefes almak için sorularımı soruyorum.


NÇ: Pelinciğim, söyleşi teklifimi kabul ettiğin için çok teşekkür ederim. Edebiyattan başlamak istesem de kalemimiz ülkemizin gündemine değinmeden bizi geçirmez. Geçemeyiz. On bir ilde yaşadığımız felakete tanıklık ettiğimiz bir dönemdeyiz, ülkece üzgün ve merak içinde gelişmeleri takip ediyoruz. Toplumsal olaylara duyarlı, acıların, yaşanmışlıkların şairi olarak ve bir insan, bir edebiyatçı olarak oradaki insanların, hayvanların ve doğanın çaresizliği hakkında ne söylemek istersin?

PÖ: “AH!” diyerek, derin derin iç geçirerek başlamam gerekecek öncelikle. Yüzlerce yıla, kim bilir kaç nesle nüfuz edecek bir “AH!” bu. Sonra da, biliyorum, okuduğum soruların, tasarladığım cevapların kıyısında durup uzun uzun susacağım. Ve seninle göz göze bakamasak, bir mekânda bulunamasak da dilerim söyleşimiz bu sessizliği, duraksamaları, iç çekişi, hıçkırığı, savruluşları, sabitlenmeye direnişi ve hemen ardından farklı bir düzlemde isyanı, inadı, inancı, dayanışmayı, unutmama ve asla susmama kararını da kapsayacak.

“AH!”, derinlik ve sessizlik. Biliyorum zaman içinde —zaman halen varsa ve olmaya devam edecekse eğer— bu sözcüklere tüm yaşadıklarımız bağlamında yepyeni anlamlar ekleyeceğiz. Bizi talep etmediğimiz bir olgunluğa ve aynı zamanda boşluğa fırlatan bu çok katmanlı facianın; tamamen idrak edebilmenin bile henüz mümkün olamayacağı bu savruluşun hep birlikte yeni bir hayat kurabilmek için yakıt olduğunu söyleyeceğimiz güne uyanabilecek miyiz? Şu an mümkün mü? Bilemiyorum. Mecbur bırakıldığımız yeni bir benlik inşası sürecindeyiz. 6 Şubat’tan sonra hepimiz, tek tek her birimiz başka bir hayatı yaşamaya başladık ve henüz bunu adlandırıp anlamlandırmanın pek yakınında değiliz.

Sözcükler, büyük harfler, pek de kullanmayı tercih etmediğim ünlem acının derinliğini acaba okura taşır mı? “AH!” ifadesi işe yarar mı? Sözcük, desibeli hakkında fikir verir mi? Bilemiyorum. Ama şu an sana bir mektup gibi bunları yazıyorsam; biliyorum ki başta sen, mutlaka bir duyan, el uzatan, o “AH!”tan tutan olacak. O el ele tutuşmak hayati önemde. Bize o çatı olacak.

Öncelikle sana bu zor zamanda beni düşünüp yazmaya davet ettiğin için yürekten teşekkür ederim. Deprem gününden beri yazamıyorum çünkü. Çünkü her şey yerinden oynadı, yıkıldı, yerin dibine geçti, yerle bir oldu, parçalandı, tozlaştı. Çimentoya karıştı kemik. Görmediğim şehirler yeraltında, yürüdüğüm dağlar Fırat Nehri’ne gömülmüş köylerine kavuştu, kabukta dev delikler, yoktan var olan kanyonlar ve daha neler neler. Ötesi var mı, diyemeyeceğimiz noktadayız. Varsa da tanık olmak istemiyoruz.

6 Şubat’tan bugüne hiç durmadan söylediğim bazı cümleler var. “Acımız derin. Yasımız büyük. Susmamız gerek” demek bile zordu ilk günler. Edebiyatın susmasının elzem olduğu bir zaman var. Bunu ilk defa böylesine net idrak ettim. Sözcükler üzerinden bir şey aktarmak neredeyse imkânsız o zamanda. Bu da bir bakıma hiçliğe yaklaşmaktan farksız. Ölümün gözüne bakmanın türlü hallerinden biri. “Kimse bana metafor demesin sakın!” dediğiniz yer. Sonra baktım, sürekli bu sözcükleri terennüm ediyorum: “Acımız derin. Yasımız büyük. Susmamız gerek”. Bu karanlık ve oksijensiz yerde ne edebiyat var ne kitap ne şiir; hiçbir şey.

Ve hemen ardından da hayatımda ilk defa yaşadığım bir altüst oluş geldi. Daha net bir hal. “Hepimiz enkaz altındayız” deyip durduğum bir başka evreye geçtim. Sadece edebiyatla, yazıyla, şiirle, seçtiğim hayatla ilişkimi değil aynı zamanda varoluşumu sorguladığım bir hücredeydim. Yüzüm yıkıntılara dönük, içim dışıma çıkmış, zihnim düğüm düğüm, algım siyah beyaz. Çevremde İstanbul’dan göç hikâyeleri başladığında bile henüz sayfayı çeviremediğimi, o faza geçemediğimi, tutulup kaldığımı fark ettim. Haftalar sonra hayata mecburen karıştığımda, otomatik pilota bağlamış bir gülüş yüzümde nadiren belirir olduğunda neşenin yokluğunu daha da sarsıcı biçimde idrak ettim. Yokluğu üzerinden kendini hatırlatan neşe için yeni bir sözcük gerekecek. Ve kendi küçük, deprem yaşamamış konforlu dünyamda yaşadığım sefaletin hesabını bile soracak kimse yok. Kesif bir hal. Çimento kaplanmış gibiyim. Biliyorum, buna ancak şiir cevap verir. Yaşarsam. Yaşıyorsa. Ama şu an susuyor.

Sorunun ikinci kısmına gelince sevgili Nilgün; keşke sadece doğanın karşısında insanın, hayvanın, bitkinin, tüm canlı organizmaların âcizliğinden bahsetmek ve yaşadıklarımızı bu acz üzerinden değerlendirmek gibi bir lüksümüz olsaydı. Bunu bile dileyecek halde olmak, bir doğal felakete “lüks” demek ne vahim. Suçlu olmadığının bilinci de üstelik hiç işe yaramıyor, teselli etmiyor. Suça bulanmış bir atmosferde soluk alıp vermek zorunda kalmak, bu bilinç varolduğu için daha da kâbus. Kanalizasyonun patladığı, tüm kötülüklerin bir anda silinmesi mümkün olamayacak biçimde üzerimize boca edildiği böylesi bir dönemde insana dair çok ama çok sayıda olumsuz niteliğin altının çizilerek gözümüze gözümüze sokuluşunu ve yaşama kast edilişini izledik, izliyoruz. Bunların yanında doğa felaketi bile az kalıyor. Sorumlusu ve ortağı olmadığımız bir —aslında bin bir— insan felaketi karşısında hiç durmadan çekilen “AH!”lar ve sırta yüklenen onca acı. O dağ gibi kambur. Bunca acı, bunca “AH!” bir ömre çok diyorum. Bir daha söylüyorum. Yankısını duyuyorum. Artçı sallantılarını. Titreşimlerini.

Ve tam da işte burada güneşin her şeye rağmen doğması misali o “AH!”ların bizi bağladığı, susuşların da ona eşlik ettiği dar, karanlık ve sıkışık alandan çıkıp hiç susmayacağımız faza geçiyoruz. Birlikte bizi ferahlığa taşıyacak o yolu adımlamaya başladığımız anda yeni hayatın mümkün oluşunu sezdirmek istercesine yeraltından bize ses veren inancın, hakkaniyetin, birliğin, yakınlığın, gerçek dayanışmanın tonunu bulacağız. Mecburuz. Yüksek sesle, hiç susmadan, özgürce, birbirimize sarılarak konuşacağımız bir zamana doğru ilerliyoruz. Yaşadıklarımız böyle buyuruyor.


NÇ: “Ana dilim şiir” diyen şairsin. Bu günler, bu yas, halkın bu çaresizliği şiirlerine yansıyacak mı? Yani bugünlerin kaydı tutulacak mı şiirlerinde?

PÖ: Bu alıntı bile bana yabancı geliyor şu an. Edebiyatı, şiiri anlamlandıracak enerjiden, hevesten yoksunum. Yası yaşarken insan yas üzerine anlam üretemiyor. Âşıkken aşk şiiri yazamaması gibi. Cevap veremiyorum. Bunu göreceğiz. Yaşarsak. Bugünlerde geleceğe dair kurduğum bir cümle olursa peşine hemen “Yaşarsak” diye eklemek ihtiyacı doğuyor. Şiirime bu yas yansıyacak mı? Bilmiyorum. Şiir yazacak mıyım? Onu da bilmiyorum. Bildiğim şu: Yasa karşıt, maruz kaldıklarımıza karşıt bir şey doğar doğacaksa o şiirden. Şu an değil belki. Yakın ya da uzak bir gelecekte. Yazmak da henüz enkaz altında. Yaşarsam ve şiir yazarsam, biliyorum ki bu beni de şaşırtacak. Farklı bir şey olacak orada. Oluşacak. Kendiliğinden. Ama onun peşinde değilim. O beni sarıp sarmalar, sonra da benden taşarsa ancak…


NÇ: Dünya edebiyatı özellikle şiir alanında, böyle acılı bir dönemden geçtikten sonra nasıl üretimler yapıyor?

PÖ: Akademik bir cevap veremem ama bildiğim, okuduğum ve adeta hücrelerime yerleştirdiğim bazı alıntılar, dizeler, cümleler derinde bir yerlerde kıpırdanıp başlarını uzatıyorlar ve güçlü, kalıcı, içe işleyen kelamın zaten büyük acılardan da doğup geldiğini söylüyorlar. Fiziksel ya da ruhsal. Görünür ya da görünmez. Makro ya da mikro ölçeklerde. O yer eden, sağlam kalan kelamın hayatı dönüştürücü potansiyeline bakmak gerek. Herkesin sanattan beklediği farklı elbette ama büyük acıların büyük suskunluklar yarattığı dönemler olsa da akabinde yazgı misali insan zihnini, yaratıcı potansiyeli ok gibi fırlattığı ortada. Buna sevinemeyiz ki ama. Bir yandan da bu var, değil mi? Keşke sakin ve mutedil kalabilseydik, de diyor içimdeki başka benlerden biri. O dehşete, yıkıma verilen yanıt gibidir bazen sanat. Şöyle düşünelim; size tokat atılmış ve refleks olarak ânında siz de bir tokat atıyorsunuz. Oysa bunu istemezdiniz. Gayriihtiyari attınız o tokadı. Hiç düşünmeden. Böyle bir hal.

Kendi küçük hayatlarımızda şiddeti değişse de hep bir salınım var sanki. Yok yok, salınım hafif kalır. Acı trampleni. Memleketim acı trampleni. Bu tramplende bulduk kendimizi. Fırlatılıp fırlatılıp düşmelere, çakılmalara maruz bırakıldığımız bu tramplende onay vermediğimiz, rıza göstermediğimiz bir güruhun ekip durduğu acı-keder-ölüm tohumlarından neşe-enerji-hayat yeşertmeye mahkûm bırakıldık. Burada mahsulün iyi şiir, iyi edebiyat olmasından ziyade iyi hayata hizmet edip etmediğine bakılacak. Öyle olmalı.


NÇ: Pelin, sen her çalışmanda, her yeni eserinde kendini aşmayı, aslında kendini tanımayı hedefliyorsun. Eserlerinde dikkatimi çeken bir konuya gelmek istiyorum: Beyaz Ev adlı çalışmanda düzyazı ile şiiri birbirine kardeş yaptın. Edebiyattaki hiçbir türe dahil olmasın dedin ve dilinin cinsiyeti yoktu. 17 Haziran adlı romanında da cinsiyetsiz bir anlatım seçtin. Bu okurun daha geniş bir pencereden bakmasını sağlıyor olsa da sendeki değişimi merak ediyorum. Bu tercihinin kendinde ne tür gelişmeler ya da olumsuzluklar yarattı?

PÖ: Sorunun verdiği esinle hemen şunu söyleyebilirim; cinsel yönelimlerle yazınsal türlerin pek de farkı yok sanki birbirinden. Ben bunu böyle yaşıyorum. Bir yazınsal türü tarif edip de ona sığışıp kalmak bir tahakküm çağrıştırıyor; dolayısıyla bir hücre, bir hapis, bir yoksunluk, maruz bırakılmışlık. Buna isyanım var. Beyaz Ev’de düzyazı ile şiirin kardeşliğinden ziyade çekişmesi vardı başta. İyi olan kazanacaktı. Baktım ikisi de birbirinden üstün değil, bir arada en iyi şekilde yaşayıp gidecekleri bir düzlem kurmaya çalıştım. Kurguyu da bu belirleyecekti. Ne mutlu ki sana kardeşçe görünen bir düzlem kurulabilmiş. Elbette okurdan okura değişecektir ama şunu söyleyebilirim olabildiğince açık olmaya çalışarak: Şiiri yazgı misali yazmak zorunda kalanların bildiği ama çok da dillendirilmeyen bir hal vardır ki aynı zamanda şiirin sürekli hesaplaşması gereken bir meseledir bu: Şiir yazma becerisini elde eden kişi kolayca çoğaltabilir bir şiiri. Şiirin karşısındaki en büyük tehlikelerden biri. Baktım ki Beyaz Ev’i şiir olarak yazmak bir bakıma benim için daha kolay olacak, bile isteye zora koştum kendimi. Orada yazınsal bakımdan bir keşifte bulunabileceğimi hissettim. Her yeni çalışma bir deney benim için. Her kitap da kendi çapında bir define. Benim için tabii. Kendi küçük dünyamda bunu böyle yaşıyorum. 17 Haziran’daki cinsiyetsizlik de, roman olmayan roman türüne sığınmam da, içinde aşk sözcüğü geçmeyen bir aşk kitabı iddiası da aslında bu tanımsızlık peşinde koşan halin uzantıları. Her kitapta değişiyorum, bunu izlemek de yazı çalışmasının bir parçası. 17 Haziran bende çok köklü dönüşümlere, değişimlere yol açtı ama bunlar hep olumluydu. Kendimi yazınsal düzlemde yeniden doğurmak gibi kapsamlı bir çalışmaydı 17 Haziran. Uzun sürmesi ve zorlu bir doğum olması da gayet anlaşılır sanırım böyle bakıldığında. Sonrasında hayatımın değişmesine şaşmamalı. Bu sayede kitap yazmak hayata müdahaledir, diyebiliyorum rahatça. Mucizenin var olmayan, yapılan-yaratılan-kurulan bir şey olduğunun kanıtı.


NÇ: Liya Lu dan bahsedelim…

Bakışınla ilk gününe uyanıyorum dünyanın

İlk suya girişine ayın

Işıklı taşların ilk kuma kıvrılışına

Boşluğundan yeni canlılar yaratan adada

Sana doğarken

Doğumunu izliyorum

Bedenimde senden tohumlananın.

Kitap elime geldiğinde “her şiir için bir soru sormalı,” dedim kendime… Belki bir gün yüz yüze… Fakat kitabın genelinde bir hüzün, bir acı ama çok kuvvetli bir aşk ve direniş de hissettim. Yanılıyor muyum?

PÖ: Öncelikle, sen okur olarak ne hissettiysen odur. Yanılgı yok burada. Şiirimizi tarif edemeyiz. Yazıp susuyoruz. Çünkü orada dünya dilinde söyleyemediklerimiz dile geliyor.


NÇ: Peki bu kitabı bir başkası yazmış olsaydı… Tek kelime ile özetleseydin ne derdin?

PÖ: Latife Tekin bana Gümüşlük Akademisi’ne ilk gittiğimde, “Okumak istediğin kitabı yazacaksın” demişti. Bir dilek gibi değil de gelecekten haber verir gibi. Bu bağlamda içten içe ona bir söz vermişim ve bu sözü hep tutmaya çalışıyorum. Bütün kitaplarım okumak istediğim kitaplar. Sadece Liya Luuuuu diye haykırabilirim ufka, dağa, rüzgâra, gündoğumuna, sonsuzluğa…


NÇ: Liya Lu’nun arka kapak yazısına hayranım. Bir hikâyesi var mı?

PÖ: Olmaz mı hiç, tabii ki var. Sen de bunu yakalamışsın. Ne güzel. Kendimi çok şanslı hissettiğim bir dönem 2021 baharı ve yazı. On yedi yıl bekleyen şiirler kitaplaştığında havai fişekler gibi ardı ardına pek çok güzel şey yaşanmıştı. Biri de arka kapak yazısıdır. Kitabın birbirinden iyi ve çok sevdiğim üç editörü oldu. Üçü de kendi alanında harikalar yaratan, saygıyla izlediğim, içtenlikle sevdiğim canlar. Emirhan Oğuz, Levent Turhan Gümüş ve Bora Ercan. Emirhan aynı zamanda şiirlerini severek okuduğum, değer verdiğim şair-şiir abim. Arka kapağı o yazdı. Okuduğumda ağladım. En başından itibaren onunla kurduğumuz; fiziksel olarak uzak da olsak bizi yakın tutan iletişimin, şiirin içinden geçerek birbirini bulmanın yansıması olmalı o yazı. Okuduktan hemen sonra telefon edip olabildiğince dünya diline tercüme etmeye çalıştım hislerimi. Şiir editörlüğünün imkânsızlığa varan zorluğundan her fırsatta bahseden biri olarak bana böylesine incelikli, derinlikli, zarif bir arka kapak yazısı ve yüzümü güldüren bir kitap hediye eden editör dostlarıma binlerce teşekkür.


NÇ: Edebiyat dilin şiir olsa da farklı türlerde fotoğraf yazısı, gezi yazısı, kitap yazısı vb çalışmaların ve içinde yer aldığın, katkı sunduğun derlemelerin yanında benim çok severek okuduğum Latife Tekin Kitabı’n var. Latife Tekin’in hiç haberi yokken yayınevi ile iletişime geçtin ve ona sorularını yolladın. Edebiyatımızın mütevazi yazarının sana verdiği olumlu cevapla harika bir kitap oluşturdun. Kitabı okurken Latife Tekin’i tanımış olmanın mutluluk ve gururuyla cevaplarının gerçekçiliğini, samimiyetini yüreğimde hissettim. Tıpkı Gümüşlük’te tahta masada oturup konuşuyor gibiydik. Peki Pelinciğim, her yazar bu alçakgönüllükte olmayabiliyor. Reddedilseydin… Hayranı olduğun ve çalışmak istediğin bir yazar tarafından reddedilseydin direnişin nasıl olurdu? Bunu yapmak isteyenlere bu sorum belki de yol olur düşüncesindeyim.

PÖ: Her kitap hayatımda bir kırılma noktası. Ama ilk kitabım Latife Tekin Kitabı. Bu nedenle de kurucu bir unsur aynı zamanda. Düşünmemiştim daha önce sorduğun mesele üzerine. Hiç bilmiyorum doğrusu. Başta teklifi sunarken kabul edileceğinden son derece kuşkuluydum. Beni asıl şaşırtan hızla kabul edilmesiydi. Sonra da ya reddetseydi diye hiç düşünmedim. Latife Tekin beni reddetseydi, düşkırıklığı yaşardım tabii ama sanırım içimdeki o yazı çağlayanı coşkuyla akmayı sürdürürdü ve yine yazardım gibi geliyor. İçimde yazıya doğru öylesine güçlü bir yönelim vardı ki o çok sevdiğim yazarın evet’i ya da hayır’ından bağımsızdı. Şimdi düşünüyorum da o doluluk, heves, istek Latife Tekin gibi birinin gözünden kaçabilir miydi? Cevabı çok net. Onu tanıyan herkes tereddütsüz “hayır”ı basar burada. Gerçek hevesin, arzunun olduğu yerde kimse kimseyi durduramaz. Buna muktedir biri yok bence.


NÇ: Bu kitapta Bana Ruhunu Anlatsa / Sözcüklerin İlk Hayatını başlıklı bölüm var. Ben de aynı cümleyi soru olarak sana sormak isterim. Yeni bir yer görmenin, yeni bir şey keşfetmenin, bir sözcüğü yüreğinden diline çevirmenin yansıması, ruhsal devinimi nasıldır sende?

PÖ: Soruna ancak şiir yazarak yanıt verebilirim sevgili Nilgün. Ruhumuzu ele verdiğimiz, her seferinde yeniden doğmuş, kendimizi yeniden doğurmuşuz gibi anlattığımız yer şiir. Anlatanın da şaşakaldığı yer. Orada bizden de bağımsız dile gelenler var çünkü. Ruhumuzun sere serpe yayıldığı, bizi bir bakıma ruhsallığın katibesi-yazıcısı-sözcüsü haline getiren yer şiirin toprağı. Bir sözcük o topraktan filizlenip karşıma çıktığında onunla yeni bir yaşantı, yeni bir ben doğmuş gibi oluyor. O yeni yaşantıdan, yeni benden yeni otlar bitiyor; öyle sürüp gidiyor. Pelin de bir ot sonuçta.


NÇ: Doğayı bu denli önemserken yazdıklarının bir kokusu, bir sesi olmalı diye düşünüyorum. Okuruna bunu tarif etmek istesen ne söylersin?

Bunu ancak okur söyleyebilir. Duymak isterdim. Hem bu da dile geldiğinde şiir olur. Olacaktır.

NÇ: Senin okurun ve arkadaşın olarak buraya bir virgül koyup, şiirlerin bana hep yeşili çağrıştırıyor, şiirlerin benim için, ağaç kokulu en çok çam kokulu…


NÇ: Yeni çalışmalarından bahsedelim istiyorum. Şu an neler yapıyorsun. Bir roman mı bir şiir mi gelecek okurlarına?

PÖ: Şu an yazı alanında pek bir şey yapamıyorum, daha çok dayanışmaya odaklıyım. Okuyup yazamıyorum. Bir haftadır sadece günlüğüme birkaç sayfa yazabildim. Gündelik hayatı zar zor sürdürmeye çalışmak, şu an güzel sorularına hakkıyla cevap vermeye çalışmak dışında elimden pek de bir şey gelmiyor yazınsal anlamda. Geçen gün masamı ve yatağımın baş ucunda tuttuğum defterleri, kitapları toparladım. Bakalım derin bir nefes alıp yeniden, kaldığım yerden çalışmaya başlayabilecek miyim? Merak ediyorum ben de. Dört ay önce bir profesyonel çalışma nedeniyle ara verdiğim bir roman çalışmam var. Adaya dair, buradaki yaşantımıza dair yine kendimden hiç beklemediğim bir kitap epeyce şekillenmeye başlamıştı. Oraya geri döndüğümde bir uyuşmazlık mı yaşanır, yoksa kitap bu dönüşmüş haldeki yazarını kabullenip bağrına basar mı, gerçekten hiç bilmiyorum. Kitaba dönebilirsem ve yaşarsam bunun cevabını sana mutlaka vereceğim, söz, sevgili Nilgün. 2019’da yazmaya başlayıp 2020’de, tam da pandemi öncesi tamamladığım Çığlık adlı bir rap-şiir çalışmam var. Onun yayımlanması da bir hayalim. Ve 2022 sonu, 2023 başı hevesle başladığımız, sinerjinin ete kemiğe bürünmüş hali olarak görüp yaşadığım disiplinlerarası bazı çalışmalar… Yüksek sesle icra edilen şiirin dansla, müzikle, plastik sanatlarla sahnede kendine yer bulmasına dair başlattığımız, “YAKIN” başlığında somutlaşan buluşmalarımız bilhassa bu dönemde bize ilaç gibi geldi doğrusu. Aslında yazarın-şairin yalnızlığını kırmaya yönelik böylesi hamlelerin bir hayatta kalma modeli olduğunu da böylece hep birlikte deneyimliyoruz.


NÇ: Pelin bize ne güzel haberler verdin… Şimdi verdiğin bu haberle yeniden bir misyon da yüklendin. Okurların ve ben bu çalışmaları merakla bekleyeceğiz. Bence bekletme bizi…

PÖ: Estağfurullah, her birimiz gücümüz yettiğince yapabildiğimizi yapmak arzusuyla çalışıyoruz. Yazan kişi de bu uğurda daima ağır işçi.


NÇ: Ve bu samimi söyleşi için çok teşekkür ediyorum.

PÖ: Bilmukabele. Bu sözcüğü de tıpkı teşekkür gibi, samimiyet gibi çok seviyorum. Ve bugün bazı sözcüklere hiç olmadığı kadar ihtiyaç var. Mütekabiliyet=karşılıklılık, teşekkür, birliktelik, dayanışma, güç birliği, samimiyet, aşk (her haliyle), tevazu, açıklık, el elelik, kardeşlik, güven...


Fotoğraf: Büke Akşehirli



Son Paylaşımlar

Hepsini Gör
bottom of page