- FARUK DUMAN
San Benigno Köyü Güncesi 1

Münir ile Enis’e. Ve Ayşa’ya.
Şimdilik, Darwin. Yunus, konuşmanın, oturup iki çift laf etmenin bile mümkün olmadığı sanılacak kadar yabani biridir. Herkese uzun uzun, bir şey söyleyecekmiş gibi bakar. Ama genellikle kimseye bir şey söylemez. Bu haliyle tehditkâr bir havası vardır. Her an herkesle kavga edebilir. Okuldaki baş belası tiplerin lideri ve en korkuncu görünümündedir. Vahşi, hayvansı bir yüzü vardır. Yüz hatları düzgün ama bakışları vahşi bir hayvan gibi boş ve donuktur. Sık sık burnunu çeker. Zayıf, ince, orta boylu bir gençtir. Yunus. Pantolonunu çekiştirip durur. Babasından ve abilerinden sık sık dayak yer. Bunun acısını da okuldaki kurbanlarından çıkarır. Sigara ve içki içer. Okulun arka bahçesini o yönetir.
San Benigno’da havuzdan ölü kertenkeleleri ve yasemin yapraklarını çıkardım. Sabah saatlerinde odaya bir kuş girdi. Kırlangıçlara benziyordu bu kuş. Pencerenin önüne yuva yapmış, belki görmedim. Cama kendini vurup duruyordu. Çok güzel, helikopterler gibi bir ses çıkarıyordu. Kalkıp pencereyi açtım. Her yerde, bin bir çeşit kuş var. Kuşlar havuza pike yapıp, bir damla su içip gidiyor. Havuzda dalgacıklar oluşuyor.
Yunus, genellikle elleri cebinde dolaşıyor. Zamanın birinde, coğrafya öğretmeni onu levyeyle dövmüş. Adam sonra tayin olup gitmiş. Yunus da onu arıyor. O zaman küçük olduğu için bu dayağa karşı koyamamış. Ama şimdi bulup onu levyeyle dövecek. Böylece ödeşmiş olacaklar.
San Benigno’da ve bütün o çevrede şapkalı ağaçlar var. Eski çağları anımsatan bir ağaç. Yapraklarını yeryüzünden uzak tutmak, böylece korumak isteyen bir ağaç. Uzun bir gövde. Tırmanmak, varsa yaprakların arasındaki meyveye ulaşmak güç. Bir korunma yöntemi. Havuzun yanındaki ağaçların altından domuz ailesinin sesi geliyor. Sabahları da zeytin ağaçlarının kokusu duyuluyor. Enis’ten, o şapkalı ağaçların ne olduğunu bulmasını istedim. Hemen ilgilendi, fotoğraflar çekti. Enis, sürdürülebilir tarımla ilgili çalışmalar yapıyor. Bir sabah bahçede, küçük bir alanda helezonik sıralanmış taşlar gördüm. Salyangozların biçimini andırıyordu. Otları iç içe, birbirinden kesin sınırlarla ayırmadan dikecekmiş. Toprağı korumak, tarımsal ürünlerin birbiriyle beslenmesini sağlamak amacını taşıyormuş. Öyle söyledi. Yabani gelincikleri bahçede canlandırmaya çalışıyor.
San Benigno’nun dört yanında gelinçiçeği tarlaları göze çarpıyor. Bu kırmızı lekelerin, kendi rüzgârıyla bir tohum gibi, korunaklı eteklere serpildiği çok açık. Ama bir renk tadı bırakıyor. İnsan bu tarlalara baktığı zaman, Anadolu’nun ince ince işlenmiş o eski çiçekli halılarını anımsıyor.
Bir tüfek sesi duyuluyor. Bundan sonra kuşların bir süre sustukları oluyor. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorlar.
Zola’nın kitabı Gerçek, bugün yazılsa ve Türkiye’deki tartışmaların ortasına bırakılsaydı… Gerçekten, iyi bir yazarın kitabı, güncellenmeye gereksinim duymuyor. Zola ne harika. Bazı Zola kitaplarını yanıma almadığım iyi olmadı.
Yunus’un ağzında bazen köpükler beliriyor. Çocuğun umurunda olmayan bir şey. Köpüğü koluna silip geçiyor. Tabii bunun nedenini ben de bilemiyorum. Ama bu ona öbür çocuklar arasında. Daha da korkunç bir hava veriyor. Ağzından köpükler saçan bir serseri, bu nedenle sağı solu belli olmaz. Marş sırasında bile en yakınındaki birinin ensesine yumruğu indirebilir. Yusuf’un ince uzun parmakları ve kuru elleri var, kemikli. Ama büyük. Bu yaşta, bu boyda bir çocukta bu kadar iri eller olsun. Hayret verici bir şey. Çocuklar bu ellerden korkuyor. Başta Kemal korkuyor ama ona sonra geleceğiz. Yunus. Yunus bu ellerle bazen ağzının köpüğünü siliyor. Sonra da bunu pantolonunda temizliyor.
Kapkara, dik kuyruklu, sivri gagalı bir kuş.
Bu kuşlar sürekli ötüp bağırarak birbirleriyle konuşuyor. Varlık belirtisi gibi. Ben buradayım demenin yolu, ses çıkarmak ya da hareket etmek. Domuzlar da bunu yapıyor. Havuzun bir başına boz bir yılan yaklaşıyor. Ama sonra nedense ürküp kaçıyor. Onun geçtiği yerlerde otlar, çalılar hareketleniyor. Sonra bu sesler ve hareketler kesiliyor.
San Benignolular, konuşmaktan büyük bir zevk alıyorlar. Aklıma Nâzım’ın Arhavili İsmail’i geliyor onları dinlerken. Uzun eğri burunlu, konuşmayı şehvetle seven insanlar. Bazı sözcükleri çığlığı andırıyor. Zevkle söyleniyor. Seslerinde, kendi yaşam biçimlerine benzeyen bir müzik var. Gerçi her dil öyle. Ama onların bu müziğe bayıldıkları, çıkardıkları seslerden anlaşılıyor. Dili bir müzik gibi duymak bence iyi bir şey. Kuş sesleri. Dil bu doğa seslerini taklitle belirginleşiyor.
Zola, ajitasyonun, provokasyonun toplumda nasıl ortaya çıktığını gözlemliyor. Görüş farklılıkları kimi dönemlerde uçlara çekiliyor. Yani çelişkiler büyümeye ve tarafları tehdit etmeye başlıyor. Sonra hareketlenme çığa dönüşüyor. Marc, arkadaşını üzerine atılan iftiralardan kurtarmaya çalışıyor. Çünkü kişisel bir şey değil bu. Fransa’nın geçen yüzyılın başına kadar yoğun bir çatışma biçiminde yaşadığı laik-katolik ayrışmasını ve Yahudi düşmanlığını aktarıyor. Ama bu tür çatışmaların yaşandığı dönemlerde, bir kere hareketlenme başladı mı, bundan sonra tartışmanın ya da görüş bildirmenin yerini somut çatışmalar, hakaretler ve saldırılar alıyor. Bunun bir bölümü kaçınılmaz. Yani toplumsal sorunlar ve sınıflar arasında, kitleler arasında çatışma böyle dönemlerde zorunluluk haline geliyor. Devrim dönemlerinde olduğu gibi. Bu kitabın gösterdiği şeylerden biri de bu. Çatışma hem Fransa’da, hem de Marc’ın evinde yaşanıyor. Kıvılcımlar sokak hareketlerine dönüşüyor ve daha büyük açıklama, daha net tutum gerektiren çelişkiler belirginleşiyor. Gerçi daha romanın başında sayılırım. Ama çok öğretici. Daha çok Zola okumalıyız.
Havuzun üstü yapraklarla, ağaçların çöpüyle dolmuş. Kalkıp onları temizleyeceğim. Havuz temizleme işi kadar rahatlatıcı bir iş olmayabilir. Gece yine bir kertenkele inmiş suya. Ayşa bunları avlayıp suya atıyor olabilir. Ama kertenkele güzel biçiminden hiçbir şey kaybetmemiş. Tabii suyun üstünde sadece yaprak ve çiçek ölüleri yok. Pamukçuklar da var. Rüzgâr estikçe pamuk havalanıyor. Bununla birlikte küçük kırmızı örümceklerin de çıktığı bir mevsim. Bunlar yanlışlıkla ezilince bir kan damlası gibi duruyor yerde. Çok küçük bir leke. Ama karıncalardan da küçük oldukları için, nerede gezindikleri kestirilemiyor.
“Bütün tutkular, kelimenin tam anlamıyla, zincirinden boşanmışçasına ayaklanmıştı.” Böyle oluyor. Bir eyleme giriştiğiniz zaman, bu mutlaka tutku gerektirir. Örneğin, kötünün de bir tutkusu vardır. Toplum iyiyi de kötüyü de karşılıklı olarak besliyor. Bunlar sonra harekete geçiyor. Doğada gözlemlenebilecek bir hareket.
Yunus, babasıyla sorunları olan biri. Yediği dayakların hıncını düşünüyor sürekli. Belki daha katı, kendinin sonunu getirecek bir eyleme girişmiyorsa, bunun nedeni şimdilik saklamakta olduğu tutku ve kin. Yunus bunun sürekli çok azını harcıyor. Bu kini gıdım gıdım harcamazsa kendini yok edebilir. Ama temelde böyle ruhların kendi kendilerini yok etmekten başka yolları yoktur. Bu dediğim, özkıyım değil. Başını sürekli belaya sokmakla ilgili. Sonunda içinden çıkamayacağı bir duruma sürükleniyor. Derslerde öğretmenler ona bir şeyler sormaya çekiniyor. Bir keresinde onu okuldan atmaya yeltendiler ama bunun için yeterli delil bulamadılar. Ama uzaklaştırma çok oluyor elbette. Canına minnet. Her keresinde daha güçlenmiş olarak dönüyor okula. Yeni bir Yunus olarak. Birinde Yunus’un babasını da gördüm. Biraz asabı bozuk, haksızlığa uğradığını düşünen bir emekçi. Bıçkın, onurlu görünüyordu. Tümüyle suça gömülmeden önce onur bu insanların her şeyidir. Ama elbette yaşamlarını çevreleyen hiçbir şeyi yönetemezler.
Ayşa, bir fareyi kovalıyor. Olağanüstü sevimli, zıplaya zıplaya koşan bir yavru fındık faresi. Çok hızlı hareket edemiyor. Bu da onu daha sevimli yapıyor. Ama Ayşa’nın onu yemeye niyeti yok. Bazen, küçük yaratık biraz soluklanmak için durduğunda, Ayşa da duruyor ve hemen karşısında oturup başını yere koyarak fareyi inceliyor. Sonra usulca uzanıp onu dürtüyor. Böylece fare de yeniden bir oyuncak gibi yerinde zıplayarak kalkıp kaçıyor. Dışarıya çıkabilmesi için ona bir şans vermek istediğimiz için kalkıp dış kapıyı açıyoruz ama o bahçeye çıkmak yerine peşine Ayşa’yı katarak öbür odaya girip gözden yitmeyi seçiyor.
Havuz başındaki demir, beyaz sandalye günlerce boş kalıyor.
Kitaplıkta Halikarnas Balıkçısı’nın o harika kitaplarını buldum. Çok az yazardan o özgürlük duygusunu alırsınız. Balıkçı’da ayrıca deniz kokusu da vardır. Belki ikisi aynı şeydir. Ben denizi çok geç bir yaşımda gördüm. Pîrî’yi yazdığımda belki birkaç kez görmüştüm. Ama denizden ve tuzdan söz ediliyor yine de. Bu tür sözcükler kavramlık kazanıyor. Balıkçı’yı okumak, daha doğrusu onca yıl sonra yeniden okumak insana değişik bir hüzün veriyor. Şuna benziyor: Düşümde Ankara’da görüyorum kendimi. İstasyon kalabalık. Ben yanlış bir istasyonda indiğim için, can havliyle bir görevli bulup ne yapacağımı soruyorum. Görevli, henüz kalkmakta olan bir treni işaret ediyor. Hatta düdüğüyle durduruyor onu. Ama bu bir Hint treni; çatısı, bacası salkım saçak insanla dolu. Yine de gidip biniyorum. Daha doğrusu, nasılsa boş kalmış bir basamağa tutunuyorum. Yola çıkıyoruz. Basamağın neden boş kaldığı neden sonra anlaşılıyor. Vagonun çatısına tutunmuş bir Hindu çocuk, ellerime işemeye başlıyor. Gülümsüyor bir yandan da. Neden Cebeci’de inmem gerektiğini anımsamıyorum. Ama kaçırdığım istasyon, Cebeci istasyonu. Bana kalırsa eski Cebeci’nin de kiremit kırmızısı bir rengi vardı.
Todi’nin Porta Romana’sından girdiğiniz zaman, bu tarihi merkezin soluk kiremit rengiyle karşılaşırsınız, eski, kaldırımsız kiremit sokaklar, çoğu zaman sessiz. Yukarıdaki meydanda düzenlenen çiçek şenliğine kimin ne zaman evden çıkıp da gittiği anlaşılmıyor. Durağanlık da bir yaşam biçimine dönüşüyor. Arada küçük dükkânlardan çıkıp Teatro Comunale’nin bulunduğu merkezi sokağa koşturanlar oluyor.
Gerçek’e devam edelim: “Cizvitlerin, Dominiklerin, daha başka tarikatların okulları, yavaş yavaş yönetimi, orduyu öğrencileriyle dolduruyordu. Beri yandan da frerlerle sörlerin okulları laik, parasız ve zorunlu ilkokulların öğrencilerini ellerinden kapıyorlardı. Öyle ki, bütün ülke birdenbire, büyük bir uyanış sıçramasıyla kendini kilisenin ellerinde buluverdi: Kilisenin adamları, hükümet örgütünün en iyi mevkilerine yerleştirilmişti, ülkenin geleceği, gelecekteki halkı, köylüleri, işçileri, askerleri, öğretmen papazların baskısı altında tutuluyordu.”
Çiçek şenliğinin içinden geçerek, klasik lisenin müdürü ile buluştuk. Sinyor Guarente’nin pek çok konuda bilgisi vardı. “O fantastik Atatürk’ün mirasını mahvettiniz,” dedi. Öte Dünyadan Öyküler adlı, basıma hazır bir öykü dosyası varmış. Son derece aydınlık, insanı rahatlatan bir hali vardı. İyi eğitimci kuşkusuz önce iyi bir iletişimci olmalıdır. Gerçek’te, Zola’nın Marc’ı, laik okullardan birinde görevlendirilir. Kilise okulları karşısında laik okullar kan kaybetmekte olduğu için, bu görevi bir anlamda gerici-baskıcı sistemle bir mücadele olarak düşünmektedir Marc. İlk görev günü sabah duasını kaldırınca, tutucu halk yine yavaş yavaş çocuklarını laik okuldan alıp kilise okuluna yazdırmaya başlar. Marc, önce kendisini sevdirmesi ve kasabada güven kazanması gerektiğini hemen anlar. Bu hem iyi çözülmüş bir iletişim sorunu hem de bir mücadele taktiğidir. Benzer bir hikâye bizim Çalıkuşu’nda da vardır. Temelde insan davranışı çok değişmiyor. Ama aynı zamanda halkın korkularla dolu, kapalı ve tutucu karakterini kullanan sistemler de birer baskı unsuru olarak hiç değişmiyor.
Zeytin ağaçlarının budanması lazım.
Kuşların arasında çok değişik, garip ötüşlü bir kuş var. Belki onu görürüm diye usulca ağaçların arasına yürüdüm. Ama ben girince onunla beraber bütün o şakır şakır şakıyan kuşlar da. Hepsi birden toz oldu. Ben de hafifçe ışıldayan yapraklardan başka bir şey göremedim.
Ayşa, durup bir yerleri izliyor. Sıkıldığı zaman çıkıp aynı şeyi pencereden yapıyor. Güneşin batışından sonra da fare avına çıkıyor.
Domuz ailesinin sesi geliyor. Uzun zamandır biçilmemiş otların arasında bir kıpırdanma oluyor.
Aslında Kemal, Yunus’u tanımıyor. Onu uzaktan gözlemlemektedir. Ve Yunus’un yaptıkları, dövüşler, sigara yakmalar, başka okulları basmalar, kızlarla sürekli düşüp yarım kalmış inşaatlarda kalkmalar. Bunlar Kemal’in gözünde öyle korkunç ve tehlikeli işler ki, asıl korku da bundan kaynaklanıyor. Ya benim de böyle bir yaşamım olursa? Ya da bu Yunus birden başını çevirerek bana çatacak olursa? O zaman Kemal’in o zorbayla baş edemeyeceği kesin.
San Benigno’da kimsenin acelesi yok. Köylüler, köyü özellikle öğle saatlerinde neredeyse hiç kullanmıyor. “Bar” adını verdikleri kafede dondurma yiyen turistler sessiz, acelesiz oturup duruyorlar. Todi’de, büyük Garibaldi heykelinin bulunduğu tepeye çıktığınız zaman, uçsuz bucaksız, yeşil Umbria ovalarını izliyorsunuz. Ama manzarada da aynı hareketsizlik var. Goethe, İtalya Seyahatnamesi’nde bu hareketsiz ovalardaki bitmek bilmez yolculukları anlatır. Durdukları yerlerde, çalıların arasında birden beliren meraklı İtalyan köylüleri.
Havuzun çevresinde durma uğuldayan ulu ağaçlar. Rüzgârın sonsuz esintisi. Bu ışıltılı yaprakların arasında kuşların cıvıltıları. Ağaçlar onlarla dolu. Ama ağaç diplerinde de hayvanlar var. Bir domuz ailesi. Birkaç ceylan. Ve çakallar. Çakalları henüz görmedim. Ama gün aydınlandığında hemen kuş gibi şakıdıkları için seslerinden tanıyorum onları. Fakat bütün bu sakinler, gündüz saatleri de, gece de ortalıkta pek görünmüyor. Kertenkelelerle arada bir su içmeye inen kırlangıçlar dışında. Bir de puhu kuşu var tabii.
Zamanında, Ve Bir Pars Hüzünle Kaybolur’u yazdığım zaman, “Ormanda göz dolanır,” diye açıklamıştım. Siz onları görmeseniz de onlar oradadır. Böylece onlar zaten sizi sürekli izlerler. Kendilerini korumak için, bunu yapmaları zorunludur.
Marc’la karısı Geneviève’in hikâyesi devam ediyor. Fransa’nın iki kanadını temsil ediyorlar. Geneviève, dini inançları güçlü, tutucu bir aileden geliyor. Marc’sa devrimcilerden yana. Elbette bir zaman sonra bu görüş ayrılığı çatışmaya ve sonunda mutsuzluğa dönüşüyor. Aile, küçük kızları Luise’in eğitimi konusunda ayrılığa düşüyor. Marc, kızının eğitimini laik okulda almasını istiyor. Geneviève ise rahipler okulunda. Ama sorunu çocuk çözüyor. Son derece zeki, aldığı eğitimi her koşulda sorgulayan Louise, din eğitimi alacak ama orada edindiği bilgileri sorgulamasız kabul etmeyeceği konusunda söz veriyor. Zaten çocuk aslında doğal olarak öyle birisi. Bu nedenle konuyu, daha doğrusu anlaşmazlığı o çözecek.
Zola, karakterlerini uzun uzun, çok yakından inceliyor. Bunların dönüşme ya da bozulma anlarını yakalıyor. Gerçek’i okurken, Zola’nın daha önce okuduğum bir yazısı geldi aklıma. Deneysel Roman. Zola bununla biçimsel denemeleri kastetmiyor. Ama romanın bir ruh, bir toplum araştırması olduğunu anlatıyor. Gerçekten de, düşünüldüğü zaman, aklımızda kalmış önemli romanların hep bu araştırmaya dayandığını, daha doğrusu bunu yaptığı zaman değer kazanmaya başladığını görebiliriz. Örneğin, George ve Leni, romanda eylemleriyle betimlenir ama karakterleri öyle incelenmiştir ki, bu çizgiler ancak o olayların aklımızda kalmasını sağlar. O eylemleri anlamlandırmak için yardımcı olur. Bu değerli ruh tahlillerini bütün büyük yazarlarda görebiliriz. Tolstoy, Hugo gibi. Çizgiler çizilir, ancak ondan sonra desen canlanmaya başlar. Gölgeler hareket eder.
Bununla birlikte, Gerçek, işte önemli romanlar böyledir. Benim epeydir aklımda duran büyük romanın olgunlaşmasını sağladı. Bir kahraman süvarinin olgunlaşmasını anlatmayı tasarlıyordum. Ama şimdi pek çok yönü olan, daha karmaşık incelemeler içeren bir yazı belirginleşiyor. Ama elbette bu tasarı bekleyecek. Şimdilik Darwin hikâyemle ilgileneceğim. Bu sırada da, bende hep böyle oluyor, süvariler de de renklenmeye başlayacak.
Bahçede sürekli aynı ses dizisiyle öten bir bülbül var. Ama henüz yalnızca onu değil, bu kuşların pek çoğunu göremedim. Havuza inmeye cesaret edebilen kırlangıçlar dışında. Ama onların da renklerinde henüz tam belirleyemediğim bir kızıl ışıltı var. Geceleyin Münir’le havuz başında oturduk. Hava karardığı için artık kuşlar ötmüyordu. Ama aşağıdaki çiftlikten köpeklerin ulumaları duyuluyordu. Bu köpeklerden biri öyle sürekli ve öyle acılı bağırıyordu ki, onu bağladıklarını ya da aç bıraktıklarını düşündüm.
Önce muazzam gök gürültüleri işitildi, sonra şıkır şıkır bir yağmur yağdı. Kuşlar çılgınlar gibi sevindi, toprağın kokusuyla birlikte sanki onların da kokusu yükseldi. Pencereden bakıyordum. Orman hemen duvarın altından başladığı için, tüm sesler duyuluyordu. Ağaçlar gelip eve konuk olacak gibiydi. Yine, domuz ailesinin geğirtileri duyuldu.
Hava serinledi.
Kemal, trenleri daha yakından öğrenmeye başlıyor. Korkuyu kendine yediremediği için, Yunus’u artık yalnızca onu gördüğü zaman düşünüyor. Kafasını başka şeylerle meşgul etmesi gerektiğini düşündüğü için. O sıralarda en çok ilgisini çeken şeye yöneliyor: Evrim teorisi. Bu konuda bölük pörçük bilgisi var. Ama Darwin hakkında başkaları bir şey bilmediğine göre, Kemal bu konudan kendisine bir övünç payı çıkarabilir. Türlerin Kökeni’ni okuyunca, duruşu değişmişti. Bu yeni duruş devam ediyor. Sınıfta artık âşık olduğunu düşündüğü bir kız var. Kız çok havalı. Ona göre -ve kızın kendisine göre- oraların en güzel kızı. O nedenle Kemal onu gördüğü zaman heyecandan ölecek gibi oluyor. Kendi deyimiyle, kalbi ağzında atıyor. Ve onu etkilemek için aklına bir fikir geliyor. Gidip teneffüste onu sırasında buluyor. –Zeynep, diyor, söylesene, Allah’a inanıyor musun? Bunun üzerine Zeynep müthiş bir öfkeye kapılıyor. –Seni öğretmene şikâyet edeceğim, diye bağırıyor. Kemal ne yapsın? Geri adım atıyor ve onu kötü bir niyeti olmadığına, elbette Allah’a herkesin inandığına ikna ediyor. –Bir yerde böyle inançsız kimselerden söz edildiğini okudum ama konuya nasıl gireceğimi bilemedim, kusura bakma, diyor. Zeynep yumuşuyor. Tam o sırada ders zili çalıyor. Eline yüzüne bulaştırdığını düşündüğü için kimya dersinden bir şey anlamıyor. Böylece, bu uzun Darwin romanıyla ilgili bazı düşünceleri not etmiş oldum. Yunus ve Kemal’den başka kahramanlar da olacak elbette, bir şenlik romanı. Ama onları, yani öbür kahramanları yazarak, yazıyla keşfetmeyi daha çok seviyorum.
Darwin’in dekoru, çocukluğumu geçirdiğim Devlet Demiryolları lojmanları ile bağlantılıdır. Bazı kahramanların da bir yarı-gerçekliği vardır. Trenler, demiryolları o zamanlar bizim için, aşkla bağlı olduğumuz bir ses ve görüntü evreniydi. Trenlerin uğultusu, demir tekerleklerin oluşturduğu ritim. Ve bu mesleğin insanlara, yani demiryolu çalışanlarına nasıl biçim verdiğini daha o zamanlar anlamıştım. Sonra bu trenler Av Dönüşleri kitabımdaki “Pancar Vagonları” öyküme de kaynaklık etti. O zamanki izlenimleri anlatan küçük bir öyküydü. Ama kuşkusuz öznel yanları çoktu. Şimdi, yapabilirsem onu çok daha büyük boyutlu bir yazıyla vermeye çalışacağım. Bazı şeyler, ben onları yazmazsam ölüp gidecek.
Ayşa’yı mutfakta, bir lekeyi incelerken buluyorum. Ben yaklaştığım zaman, ölü numarası yaparak birden sevimlileşiyor. Ayşa, kendini sevdirmek istemeyen bir gatto. Şa, Fransızcada bu okunuş, kedi anlamına geliyormuş. Evet ama, kendini sevdirmeye çalışmayacağına göre bana ne anlatmaya çalışıyor? Eğilip yerdeki lekeye bakınca bunun bir güve olduğunu görüyorum. Büyük, ölü bir kelebek. –Haklısın Ayşa, diyorum. O artık ölmüş.
Ayşa pek miyavlamıyor. Sessiz, aylak bir hali var. Bazen bir şeyler anlatmaya çalışıyor. İnsanlara derdini anlatamayınca da yılgın, bezgin bir halde yeniden bahçeye çıkıyor. Aynı evde yaşadığı insanlara da her gün armağan yiyecekler getiriyor. Daha demin ölmüş bir bülbül, bir kertenkele, parmak büyüklüğünde bir fare. Eve katkıda bulunmak istiyor.
Darwin, doğa gözlemlerinden bilim çıkarıyordu. Ben edebiyat çıkarıyorum. Bence, Darwin lakaplı karakterimizde bu ikisi birleşecek ve bunun sayesinde pek eğleneceğiz. Şöyle bir sahne anımsıyorum: Darwin bir keresinde sınıfa bir salça kavanozu ile gelmişti. Bunun içinde, kalbi gürültüyle atıp duran lacivert bir kertenkele bulunuyordu. Darwin’in bir elinde de bir büyüteç vardı. Hapsettiği hayvanın gözlerini inceleyip duruyordu. Sonra sınıfta bir kargaşa çıktı. Kavanoz yuvarlanıp kırıldı ve kertenkele özgürlüğüne kavuştu. Cam parçalarının içinden sıyrıldı. Çocuklar o kadar korktu ki, kimisi sırasının üstüne çıktı, kimisi çığlık attı. Kertenkele toz oldu o sırada. Ve bu sırada biyoloji öğretmeni içeriye girdi. Sakin, hoşgörülü bir kadındı. Sınıftaki kargaşayı uzun uzun izledi. Çocuklar, o konuşurken onun beyaz ayakkabılarının yanından geçen kertenkeleyi izliyorlardı. Hayvan yutkundu, kürsü kaidesinin bir çatlağını bulup gözden kayboldu. Darwin, kavanoz parçalarını toplamaya çalışıyordu. Canı sıkılmıştı. Kavanozu çekiştiren çocuğa öfkeyle bakıyordu. Hatta, yanlış anımsamıyorsam, parmaklarından birinde bir kesik vardı. Biyoloji dersi boyunca büyüteciyle elini izlemiş. Parmağından güçlükle sızan kanı anlamaya çalışmıştı.
Sağlam bir fırtına koptu. Yağmurdan önce gök gürlemeleri saatlerce sürdü. Gökyüzü sanki patlayıp patlamamaya karar veremiyordu, böyle bir hali vardı. Akşama doğru yağmur patırtılar çıkararak indi. Melody Gardot dinledik. Sonra da, Granada’da geçen bir filmi izledik, yağmurla birlikte gök gürültüsü de devam ediyordu.
Aylar önce, Al Gözüm Seyreyle Salih’e başlamıştım. Ama araya başka kitaplar girdiği için pek ilerleyememiştim. Sonra kitap orada unutuldu kaldı. Yağmurla birlikte nedense onun, o İstanbul denizinin satırlarını okumak istedim ama tabii kitap yanımda değildi. Fakat Allahtan Halikarnas Balıkçısı vardı. Parmak Damgası’nı açtım. Denizin derinliklerine büyülenip yüzeye çıkmayan yoksul süngercinin öyküsünü okudum. Balıkçı’nın üslubundaki doğallık öyle çekici ki, sanırsınız hikâyeler, yalnızca tekniği ya da üslubu değil de tümden yazıyı gereksiz kılıyor. Bu da ona el değmemiş bir çayır güzelliği veriyor. Bir gerçeklik ve keşif duygusu yaratıyor. Balıkçı’nın bu sesi öbür gerçekçi yazarlarımızda yoktur. Çoğunda, halkın diline bir öykünme duyulur. Ondaki yazı, çıplak fotoğrafa benzer. Ama o da bu doğallıktan ötürü kimi zaman duygularını gizleyemez.
Artık, bir süredir, yazı yazdığım zaman mutlaka çayımı da yanıma alıyorum.