- PROLOG
Sandalye / Özkan İpekçi

Ellerinde kazma kürek, üç kafadar, Bozdağı eteklerinde kan ter içinde yamacı tırmanıyorlardı. “İşte burası!” dedi elinde haritayla önden giden Kenan. En uzunlarıydı, yeşil gözlerinin önüne dökülen koyu kumral saçları terden dalga dalga olmuş, yer yer alnına yapışmıştı. Her zaman gömleğinin üç düğmesi açık, sağ bileğini sıkıca kavrayan Osmanlı tuğralı deri bir bileklik, ayağında ökçesine bastığı sivri burun ayakkabılarıyla yağız bir delikanlıydı. Mahallede sevilip sayılır, daha otuzlarında olmasına rağmen Esentepe İhtiyar Mesclisi’nin mesken tuttuğu Yanık Kahve’de, üniversitedeki saygın profesörlerin kürsü sahibi olduğu gibi bir sandalye sahibiydi. Yaşına rağmen İhtiyar Meclisi ile oturup kalkar, mahallenin refahı için fikir beyan ederdi. Abisi gibi sevdiği muhtardan, birinin yardıma ihtiyacı olduğunu haber alır almaz orada biten, işleri kıvrak zekasıyla, ya da gerekiyorsa bilek gücüyle hemencecik halleden, özü sözü bir, saygın biriydi.
Bir gün mahalleye, nereden geldikleri belli değil, iki yabancı taşındı. Ne anaları ne babaları vardı, ne çocukları, ne karıları. Güzel giyimli bu adamların, gömlekleri ipekten, bele oturan dar kesim yelekleri kaşmirden ve yeleklerinin cebindeki köstekli saatleri saf gümüştendi. Altmışlarındaki bu yabancılar, zamanla kahveye gele gide, ahaliye altın gibi parlayan tütünlerinden ikram ederek ve çay kahve ısmarlayarak, bir eş dost çevresi oluşturdular.
İşte şimdi Kenan, elinde kazma kürek, son iki aydır kahveye dadanmış bu iki yabancıdan aldığı haritayla, gömünün başındaydı. İki kafadar Kenan’ın yiğitliğini, dürüstlüğünü pohpohlayarak onunla iyice samimi olmuş, bu sebeple ona sırlarını açmışlar, Konya Çatalhöyük’te bir kazıda buldukları haritayı Kenan’a, sözde çok ucuza satmışlardı. Son buldukları gömüden zaten ihya olduklarından, paraya ihtiyaçları kalmamış, artık emekliye ayrılma zamanlarının da geldiğini anlayıp bu haritayı da sevip güvendikleri Kenan’a, ganimeti fakire fukaraya dağıtacağından emin, lütfetmişlerdi adeta. Ancak Kenan ağzını sıkı tutmalıydı, lakin Karun kadar zengin edecek bir harita için pekâlâ bazı insanlar gözlerini kırpmadan adam öldürebilirdi.
Yarın akçe akçe altınlara kavuşma hayaliyle başı dönen Kenan, evdeki birkaç gümüş fincan takımıyla beraber, annesinin azıcık rahat etmek için dişinden tırnağından arttırdığıyla yeni aldığı kuzineli sobayı, iki gün sonra daha iyisini almak vaadiyle sattı. Yıllardır evlenmek için biriktirdiği parasını da son meteliğine kadar üstüne koyduğu halde yetmeyince, eşinden dostundan bin bir rica ile topladığı borçlarla, yani değerinden çok ucuza haritayı yabancılardan aldı. Bu sebeple çok sevdiği muhtarın o günlerde dünya evine girecek kızının düğününe bile takacak beş para ayıramadı.
Haritayı aldığının hemen ertesi günü, çocukluk arkadaşları, yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen, en güvendiği iki can dostu İsmet ile Cemal’i de yanına alıp krokiyi incelemiş, üzerindeki mürekkep ile çizilmiş ağaç, dağ ve çarpı işaretlerinden gömünün yerini tespit etmişlerdi. Fakat kazma işine yardıma, batıl inançları olan, dini bütün yetişmiş İsmet’i ikna etmek biraz zordu. Merdiven altından asla geçmeyip etrafından dolanır, kara kedi gördü mü tekmeyi basardı. Abdestsiz gezmez, destursuz işemezdi. Nuh diyor peygamber demiyordu. En sonunda gömüden iyi bir payla ve o gün herkes abdestini alıp geleceğine yeminler ederek, İsmet’i ancak o zaman, yine de gönülsüzce ikna edebildiler.
Son mangırlarını da haritaya harcadıklarından, beş kuruşları kalmayan kafadarlar kazma ve küreği, işi bitince geri getirmek üzere muhtarın bahçesinden yürütme kararı vermiş, hemen gecesinde herkes uyurken İsmet ile Cemal tel örgüden atlayıp bahçeye dalmışlardı. Tedirginliğinden elini ayağını nereye koyacağını bilemeyen Kenan, bahçenin önünde muhtarın hediyesi tabakadan çıkarttığı Adıyaman tütününü arap kağıdına sarıp, kibritle yakmış nöbet tutuyordu. O sırada üç beş yarasa bahçeye doğru uçunca, Kenan biri geliyor sanıp heyecanla karışık, ateşi gözükmesin diye sigarayı evin önündeki çöp kovasına fıydırıp yere kapanmıştı. Birazdan çöp kovası “pof!” diye alev alınca, yarasalara ana avrat söve söve kovanın yanına gidip ateşe işemeye koyuldu. Tam bu sırada sokağın başından tozu dumana kata kata davullu-tefli damat uyandırma alayı için toplanmış kalabalığın geldiğini görünce gözleri yuvalarından uğrayan Kenan’ı adam akıllı ateş basmış, neyse ki arkadaşları son anda kazma kürekle atlayıp gelince, Kenan’ın uçkuru açık, yolları sulaya sulaya kaçmışlardı. Ama Kenan’ın ateş söndürme işi yarım kaldığından muhtarın ahşap evi kül olmaktan kurtulamadı. Muhtar ise, gelen damat uyandırma alayına hayatını borçlandı. Ertesi gün bu haberlerle üzüleyim mi, yoksa sevineyim mi bilemeyen Kenan, İsmet ile Cemal’e ağızlarını sıkı tutmaları için yeminler ettirdi. Aksi halde gömüden beş para alamayacaklardı.
Sonunda o gün gelip çatığında, ellerinde harita, Bozdağı eteklerinde, toprağa tebeşirledikleri ufak bir çarpı işaretine İsmet ilk kazmayı vurdu. Ardından bir daha, sonra bir daha. Lakin toprakta en ufak bir aşınma dahi olmayınca “Çekil şuradan beceriksiz!” deyip onu omzuyla kenara iten Cemal, ellerine şöyle okkalı bir tükürüp ovuşturduktan sonra, kazmayı sapından kavradığı gibi kaldırdı ve koca bir kütüğü kolayca ikiye bölebilecek bir darbe indirdi. Taşa isabet eden kazmanın dökme demir ucu kıvılcımlar arasında ikiye bölünüverdi. “Hay aksi şeytan” diye mırıldanan Cemal’in utancından kulaklarına kan hücum etti ve diğerleriyle göz göze gelmemek için kırılıp düşen parçayı laf olsun diye eline alıp evire çevire incelemeye koyuldu. “Allah belanızı versin ikinizin de” diye haykıran Kenan, Cemal’in elinden kırık kazmayı alıp toprağa ardı ardına darbeler indirmeye başladı. Fakat yine hiçbir aşınma belirtisi yoktu, sanki toprağın sırtını kaşıyorlardı. Yorulan Kenan’ın elinden işi alan İsmet tekrar çalışmaya koyuldu. Biraz sonra kan ter içinde kalınca, terleyen ellerinden bir okun yaydan fırladığı gibi fırlayan kazma, Kenan’ın sağ kaşını yarınca, aldığı darbeyle gözleri kararıp olduğu yere çuval gibi yığılıverdi. Korkuyla karışık refleksle yardıma koşayım derken ayakları birbirine dolanan İsmet, Kenan’ın üstüne yuvarlandı. Eli kaşında, kanlar içinde feryat eden Kenan, tekmeleriyle İsmet’i uzaklaştırdı. Cemal’in elinden tutup doğruldu söve söve.
Uzun süre sessizce işaretin başında dikildiler. Kimse konuşmuyor, İsmet ile Cemal, Kenan’dan kaçamak, birbirlerine “Ne bok yiyeceğiz şimdi?” bakışı atıyorlardı. Hava da kararmaya yüz tutmuştu. İsmet bozdu sessizliği “Lanet… Lanet var abi, lanetli burası”. Zaten canı burnunda olan Kenan’dan okkalı bir tokat yiyince “Of anam!” diye haykıran İsmet, hemen kazmayı alıp çalışmaya koyuldu tekrar. Gözlerinden yaşlar ine ine indiriyordu kazmayı art arda.
Alacakaranlık yetmiyormuş gibi, şimdi de kara bulutlar, kovalamaca oyunlarına ara vermiş gibi, olanları izlemek için, başlarına toplandılar soluk soluğa. Biraz sonra aşağıda bir hareket olmadığından, izlemekten sıkılıp, bu sefer “Elim Sende” oynamaya başlayan bulutlardan, her şaplakta bir ışık patlıyor, arkasından bir melek kızarak derinden gürlüyordu onlara. Kenan “Hah! Bir sen eksiktin” diye azarlayınca, melek daha da kızıp, bu sefer dallı budaklı kamçısını şaklattı koca bir gürültüyle ışıkların arasında. Oyun oynayan kara veletler başladılar ağlamaya.
Yağmur Kenan’ın kaşındaki kanı çenesine süzüyor, bozuk musluk gibi şıp şıp ayak ucuna damlatıyordu. “Yok yok, aranızda abdestsiz var” diye söylenen İsmet’i gürleyen gökten kimse duymuyor, sırılsıklam, düşe kalka, çamur içinde kazmaya çalışıyorlardı. Sıra yine Cemal’e geldiğinde artık ellerini tükürüklemeye gerek kalmamıştı. Kazmayı yukarı kaldırdığında bir kamçının üzerine şaklamasıyla ortalık bir anlığına aydınlanıp tekrar karanlığa gömüldü. Yanına koştuğunda, Cemal’in yerde yattığını ve üstünden dumanlar tüttüğünü görüp iyice kendini koyuveren İsmet, salya sümük “Sana lanet olduğunu söyledim” diye haykırarak Kenan’ın yakasına yapıştı. Kenan boş gözlerle bakıyordu. Birden gök gürlemeleri durdu, yağmur yavaşladı ve gece derin bir sessizliğe boğuldu. Tam o sırada arkalarındaki çalılardan geçen yaban domuzu sürüsünün çıkarttığı horultuyla “Ananı!” diye hoplayan İsmet, altını ıslatarak “Cinleeeer, cinleeer!” diye çığlık çığlığa şehre doğru kaçıp gitti.
Ertesi gün İsmet kahvede bütün olanı biteni bir bir anlatmış, Kenan’ın İsmet’i nasıl kandırdığı, muhtarın evini nasıl yaktığı, Cemal’in ölümüne nasıl sebebiyet verdiği ayyuka çıkmıştı. Bu haberler yayılınca, Kenan’dan ötürü mahalleye lanet çökeceği, cenabetliğinden adım attığı yeri kuruttuğu, esnafın betini bereketini kaçırdığı ve buna benzer bir sürü şeyden dolayı Meclis’ten tabiri caizse aforoz edilmişti.
Cemal’in ikindi vaktindeki cenazesine bile gidemeyen Kenan, iki haftasını evden çıkmadan, annesine tenekeden derme çatma bir soba yaparak ve o iki dolandırıcıyı bulmaya yeminler ederek geçirdi. Kapısına gelen alacaklılara sövdü, saydı. Neden sonra gece olunca dışarı çıktı ve dolandırıcıları görme ümidiyle kahvenin önündeki yüz yıllık çınar ağacının arkasından, ancak çekinerek içeriye bir göz atabildi. İsmet, Kenan’ın kürsüsü, makamı, onuru ve her şeyi olan sandalyesine oturmuş, ihtiyar heyeti de başında toplanmış onu tebrik ediyordu. Bunu gören Kenan’ın içinden bir parça kopar gibi oldu. Başı dönünce çınar ağacına tutundu düşmemek için. Gözleri yaşlı, dönüp yavaş adımlarla yürüdü ve karanlığın içinde kayboldu.