top of page
  • PROLOG

Siyah Beyaz Filmler / Başak Canda


Keşke Ankara’ya gittiğinde Deniz’i ve çocuğunu görseydin, dedi. Laf nereden gelir, hangi kapıları aralar, öylesine girdiğimiz sohbetlerin birinde ilk cümlesi bu olmuştu eski arkadaşımın. Deniz, birlikte izlediğimiz Fellini’nin filmlerini bile unutmuş ama. Yirmi yıl önce Ankara’da bir hafta boyunca gittiğimiz film gösterimlerini, diyorum. Parasız olunca kaçırmak istememiştik. Özellikle siyah beyaz olan tüm Fellini filmlerini izlemiştik, büyük bir heyecanla. Sanattan, filmden, kameranın çekim açısından, kurgusundan, yönetmenin tarzından, çekildiği dönemin toplumsal kesitlerinden, etkilerinden…Her izlediğimiz filmin sonunda uzayıp giden sohbetlerimizi de unutmuş, diye ekledim. Laf alıp açar denir ya. Laf lafı açtı sahiden. Aslında, her filmin sonunda, hatta kimi zaman kendini tutamayıp, tam filmin ortasındaki herhangi bir sahnesinden etkilenerek başlattığı sohbetlerinden çok anlamazdım.

Deniz’e özgü bir durumdu. Ama bunları es geçmez, zihnimin bir köşesine not düşerdim hep. Ne demek istediğinisonraları anlar ve dağarcığıma eklerdim. Hiçbir sohbetini kaçırmak istemezdim. Değerliydi benim için. Şimdi sana anlatırken düşünüyorum da,o zamanın arkadaşlığı, dostluğu daha mı başkaydı acaba? Ya da Deniz benim idolüm müydü? Evet evet, tam da öyleydi. Demek ki bir film için konusu, oyuncuların rolü, ne yaptıkları önemli değilmiş, derdim. Kamera arkası diye bir hazırlık ve emeğin dorukta olduğu bir yer de var. Ya da filmin tekniği ve de kurgusu, çekim açıları, derken nihayet verdiği mesajlar gibi birçok boyut vardı ki bunların tümünü ele almak gerekiyordu. Yönetmenleri, senaristleri ve yapımcıları da.Oysa ondan önce bir filmde aradığım öncelikli olarak oyuncularına, daha sonra da konusuna bakmaktı. Sevdiğim bir oyuncu olunca ayıla bayıla izlerdim.

Konusu bana yabancı değilse; hele ki yerli bir filmse nasıl da girerdim içine. Sanki orada yaşayan bendim. Ne de olsa her gün yüz yüze geldiğim, sıradan gerçekliklerdi yansıtılanlar. Ama Deniz’den öğrendiğim başka boyutlar da vardı. Bir filme, yönetmene, kameraya, derken hayata dairher gün bana kattığı bambaşka şeyler de vardı. Örneğin günlük bir olay nasıl çekilebilirdi ki sanatsal boyuta kavuşsun ve çarpıcılığıyla iz bırakıp etkilediği kadar eğitsin; izleyene, olanla olması gerekenin ayrımını yaptırabilsin. Hatta eleştirel olabilsin. Verilen sadece verildiği gibi alınmasın. Örtük ya da açık mesajlar versin. Ya da izleyen kendi yorum gücüne bağlı olarak kendi özgünlüğünde, düş dünyasında kendi kurgularına ulaşsın, yaratsın, düşünsün ve öznel olarak sonuçlara ulaşsın. Bunun yanında toplumsal, daha nesnel mesajları da olsun ki belki en önemlisi buydu. Filmler de kitaplar gibidir bakıldığında. Hatta kitaplardan daha fazla eğitici, öğretici, değiştirip dönüştürücü güçte olan birincil sanat dallarındandı nihayetinde.

Yaşamda olduğu gibi durgun, olanı olduğu gibi kabullenen değil, izleyeni arayışlara sürükleyen, perdenin her kapanışıyla karanlık salonun ışıkları yandığında, salonun aniden aydınlanması gibi yanıp sönen ışıkların etkisiyle ruhunda, şimşekler çakmış olarak çıksın salondan. İzleyiciyi okurdan farklı kılan tam da buydu. O görsel şöleni yaşar. Ama tüm bunları unutmuş Deniz. Fellini filmlerini nasıl coşkuyla izleyip, nasıl bildik pozlarla anlattığını da unutmuş, dedim. En acısı da neydi biliyor musun? Beni görünce hiç şaşırmadı Deniz! Onu en son gördüğüm gün, neredeydin, nereye kayboldun onca sene demedi, diye ekledim. İnsan nereye kaybolur, neler yaşar, ne işle uğraşır... Aç mıdır susuz mudur? Her şeyi geçtim. Bunları bile sormadı biliyor musun? Bedenimdeki işkence izlerini usturayla, kendi ellerimle kazıyıp atmıştım. Deniz’den sonra ruhumda kalanlar hiç geçmedi. İnsanların hayatları, ilgi alanları, uğraşları değişir, hayatı bir bütün değişir diyerek bir şeyler anlatmaya çalışmıştı o gün. Değişmiş olmanın nasıl bir şey olduğunu, neden olması gerektiğini…Diyalektik, felsefe ve daha yığınla şeyi bir mantığa bürümeye çalıştıysa da bazı şeyler öyle anlatmayla olmuyor, tutmuyor. Anlatılanlarda bazı kesitlerin ortada, havada kaldığını hissediyor insan.Cevabı verilemeyen, çeyrek asırdan daha fazla sürmüş tanışıklıklardan geriye oluşmuş boşlukların adının konulamadığını, buna cesaret de edilemediğini görmüştüm. O konuştukça sanki ruhumun içinde bıçak döndürüyordu. İnsan birçok konu hakkında bilgi ve görüş sahibi olabilir. Ama bunları bir yanılsama hâlinde yaşarken, yansıyanı göstermeye çalışırken, o boşlukta çiğ çiğ duranları atlıyor. Sen de bana bir zamanlar kitaplardan, yazarlardan, şairlerden söz ederdin. İnan bunu bile demek gelmiyor içimden. Okunan her kitabın sonunda estetik, kurgu, içerik, dili, tarzı ve hele ki yazarı hakkında nasıl konuşurduk saatlerce hatırlıyor musun, diyemiyorum... Enkaza dönen ruhuma bir enkaz daha yüklemek istemiyorum. Belki öyle değildir, bir kez daha kaybetme korkusu ve acısını yaşamak istemiyorum.

İçimden; gençken daha mı bir güzeldik biz, daha mı bir güzel gülerdik, diye geçiriyorum. Sonra kendi sesimin yabancısı olduğumu görüyorum. Uzaklara bakarken dalıp gidiyorum. Oysa karanlık bir günde kaybedilen bendim. Bedenim yarılırken ben Fellini ve şiir düşünürdüm farkında olmadan. Bak sen de gülümsüyorsun. İçten ama acıklı bir gülümseme. Bir yere geç kalmanın mahcubiyeti gibi... Değişen hayat değil, biz değiştik. Amaçlarımız, özlemlerimiz, değer verdiğimiz esaslar değişti, der gibi bir belirsizlik okuyorum gözlerinden. O zamanlar dünya daha genişti, hayallerimiz tüm dünyayı sarmaladığı için belki de. Onun adına konuşuyorum haksızlık ederek. Bunun farkındayım elbette. Eğer dünya küçülmüşse çok az kişiyi, çok az mekânı içine sığdırdığımız için küçülmüştür. Eski arkadaşımla konuşmaya başladığımızdan beri ilk defa Deniz’in o eski zamanlardaki tanıdık siması belirdi yeniden. O günlerde temeli atılan köprü, sanki bir yerlerde çökmüş de bir uçtan bir uca yaşanan bağlantı sorunu çağrışımların etkisiyle yeniden kurulmuş gibi hissettim bir an.

Erişilmez diye düşündüğüm mutluluk, dostluğun yanından geçerken, esen ılık nefesini üfler gibi oldu. İçkiyle aran nasıl, içer miyiz diye, sözüme bir çentik attığı anda film koptu sanki. Bir şeyler içimden akıp giderken benden kalan son damlayı tüketir gibi oldu bu söz. Sustum. Gözlerimi bir şey arar gibi yere mühürledim. Dokunamıyorum bazı sözlere. Orada, söylendiği yerde ve anda kalsın istiyorum. Çok iyi hatırlıyorum o anı ve diğerlerini de. Unutulmayan bu hikâye hep bende kalacak ne de olsa. Yiyecek bulma sıkıntısı çeken bir kuşun yerde yiyecek arayışı, dondurucu soğukta yalın ayak gezen birinin ayağındaki sancıyı, ağzından kan damlayan birinin bıraktığı izdeydi mühürlü bakışlarım. Konuşmuyorum bir süre. N’oldu, bir şey mi oldu, dedi eski arkadaşım. Yok, dedim. Bir şey olmadı. Fakat sonra bakışlarımı yerden kaldırıp içimde biriktirdiğim bütün bu enkazı eski arkadaşımın gözlerine saldım. O an içki siparişinin derdindeydi arkadaşım. Bir kez daha kayboldum.

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page