- PROLOG
Sonsuza Kadar Yaşamışlar / Seher Tanıdık

Vedalaşırken çocukça bükülen alt dudağında kaldı aklım. Ardından el sallarken savrulup havaya karıştım. Sızlayan burun direğimsin sen. Boğazımda koca bir yumru. Biliyorum, gitmenin kolay bir yolu yok ama uğurlamak da kolay değil, bilesin.
Gördüm. Tüm eşyalarını ve telaşını iki bavulun içine tıkıştırmaya uğraşman geride kalanları düşünmemenin en kolay yoluymuş. Klişe veda cümlelerinin ardına saklanmak da gözyaşını tutmanın en kolay yolu. “Sana gitme demeyeceğim,” diyen şair kadar cesur olmadığımdan “Yolun açık olsun,” deyiveriyorum. Bükülen dudağını toparlıyor, aceleci bir gülümsemeyle teşekkür ediyorsun. Az değilsin sen de. Anlıyorsun.
Tüm bunları yüzüne söyleyecek cesaretim olmadığından en iyi bildiğim şeyi yapıyorum. Kalemi elime alıp bir öykü yazıyorum:
Öykünün kahramanı bir adam. Yola çıkıyor. Hiç dönmeyecekmiş gibi. İskelede onu uğurlayan kadının başı öne eğik, kimselere göstermiyor gözyaşını. Klişe dedim ya, aynen böyle yazılmalı bu öykü. Savaşa gidiyor olsun adam. Her savaş düşmanla olmaz, bazen kendi öz yurdundan biriyle de savaşır insan. Hem… Her savaş silahla olmaz. Bazen kalemdir en ağır silah, öpüp ceketinin iç cebine sakladığın.
Adamın başı bir an olsun eğilmemiş giderken, gözleri dolmamış. En fazla alt dudağı bükülmüş. O zaman anlamış kadın özleneceğini, gururla el sallamış adamın ardından. Sonunda iskelede öylece, tek başına kalmış. Kayığın ip çözüldükten sonra iskelenin ucundaki direk nasıl amaçsız kalırsa, öyle dikili kalmış.
Kadın savaşacak kadar cesur değilmiş. Hem kadınlar savaşmazmış o ülkede, savaş erkek işiymiş, o yüzden gidememiş adamla. Belki de o gücü kendinde bulamamış. Öykü bu ya… Belki kadın da değişecektir bu öykünün sonunda, sevenler bir şekilde kavuşacaktır. Yoksa neden yazılsın öyküler, neden okunsun?
Adam dünyaya meydan okumuş gittiği yerlerde. Ejderhaların kellesini kesmiş, kralları tahtlarından etmiş, en yüksek tepelere yepyeni bayraklar dikmiş. Kadın adamı alkışlamış her seferinde. Sesi ağlamaklı çıksa da kimselere belli etmemiş. O benim erkeğim, diye gururla göstermiş herkese. Kimseler inanmamış. Kadının korkuyla karışık gururu, imrenmeyi gizleyen bir öfkeye yol açmış herkeste. Çünkü o meşhur herkes, o savaşmaya gücü yetmeyen milyonlar, korkakmış. (Kadın da korkuyormuş ama öykünün konusu bu değil. O en azında adamı alkışlıyormuş elleri kopasıya.)Diğerleri, o kokmaz bulaşmaz tayfası değil savaşmak savaşa gidenleri alkışlamayı bile beceremezmiş. Gidenlere kaçtı demek en kolayıymış.
Sonra… Bir çatışma olmalı öykünün tam burasında. Mesela… Adam camdan bir saray yapmalı kadına, gel demeli. Sonsuza kadar mutlu yaşayalım yuvamızda. Kadın da her şeyi bırakıp ona koşmalı. Başka bir ülkede olsaydı böyle bir son yazılabilirdi pekâlâ. Amma velakin bu ülkede, yani öykünün geçtiği o ülkede mutlu sonlar yazılmıyormuş çoktandır. Bir editörü varmış ülkenin, öykülerin temasını o belirliyormuş yıllardır ve nikâhsız mutlu sonları uygun görmüyormuş. Adam da çok uzakta bir ülkede savaşırken çiçeğini çikolatasını yaptırıp kadını babasından isteyemeyeceği için bu paragraf böylece bitmiş.
Kadının bir korkusu varmış asıl, kimselere aşikâr edemediği. Ya adam oralarda kendisi kadar savaşçı ruhlu bir başka kadın bulursa… Onunla mutlu olup kendisini unutursa…Sonsuza kadar mutlu yaşarlarsa… Kadın adamı çok seviyormuş sevmesine ama en çok kimin sevdiği tartıya vurulmazmış. Gözden ırak olan gönülden ırakmış. Öyleyse… Adam gibi savaşmayı öğrenesiymiş kadın, aynı limandan o çok uzak ülkeye yelken açabilesiymiş. Karar vermiş, niyet etmiş.
Önce köklerini kesebilesiymiş kadın. Taşınmadan önce, başka yerlere kök salmadan önce iyice budanması gereken ağaçlar gibi ağırlıklarını silkeleyebilesiymiş. Anası varmış, babası varmış, bacısı varmış, ekilmiş ama daha biçilmemiş tarlası tapası varmış, meyve vermiş de toplanmamış bahçası varmış, varmış da varmış. Hepsini bacısına emanet etmiş. Hafiflemiş.
Bir sabah erkenden gelmiş adamı uğurladığı iskelenin kıyısına. Ölçmüş, biçmiş. Yürüyerek varılamayacak kadar uzaktaymış o ülke. Uçsa kanatsız, yüzse kuyruksuzmuş kadın. Savaşacak ne kılıcı ne kalemi varmış. Hâl böyle olunca elinden tek gelen ağlamakmış. Sızlayan burun direğiymiş, boğazında koca bir yumruymuş hasret. O kadının işte, öyküdeki kadının.
Bu bir masal olsaymış keşke. O zaman gözyaşları uç uca dizilip gökte yol olunca kadın kavuşurmuş sevdiğine. Ya da çektiği ahlar ok olup adamın evinin kapısına saplanınca anlarmış ne kadar sevildiğini, koşa koşa dönermiş kadına. Ama hayat bir masal değilmiş. Ağladığını gören olsa kınarmış çünkü zayıflar ağlarmış.
Sonra… Uzun süre haber gelmemiş adamdan. Ne mektup göndermiş ne posta güvercini. Kötü haber olsa tez duyulurmuş. Demek ki adam mutluymuş besbelli, yeni bir hayat kurmuş kendine. Hatta yeni bir hayat falan değilmiş kurduğu. Adam sıradan bir hayat yaşıyormuş. Akıp gidiyormuş hayat, bu sırada adama takılı kalan benim öykümdeki kadınmış.
Sonra… Yıllar geçmiş, adam dönmemiş elbette. Dönmek için gitmemiş ki zaten. Sadece gitmiş. Kadın da silmiş gözyaşlarını. Adama kavuşamayınca hiçbir yere kök salamadığını dert etmemiş. Hatta adamı bile unutmuş. Evet, aynen böyle olmuş. Onu isteyen biriyle, komşu köyün muhtarıyla evlenmiş. Muhtar karısı olmuş. Ve… Sonsuza kadar yaşamışlar. Bu öykü de böyle bitmiş.
Kaç yıl sürer ki boğazdaki yumru? Ne kadar sızlar burun direği? Bükülmüş alt dudak. Onu da unutmuş kadın.