top of page
  • PROLOG

Taş ve Gölge / Emrah Tüncer


I

Bir başkadır

Güney Çin topraklarında doğaüstü kudrete sahip bir rüzgârın deliliğe yol açtığına dair hikâyeleri duymak çok yaygınmış. Bu hikâyeyi bilenler muhakkak rüzgârın gazabına uğrar, deli olmasa bile kısa süreli şoklar yaşadıklarını anlatır dururlarmış. Öyküsü olmayanlar ise ne rüzgârdan ne de yarattığı hastalıktan haberdarmış. Yine Hindistan’da insanların gilhari (kertenkele) sendromuna (Hindistan Rajastan'da, bir grup insan, gilhari denen bir kertenkelenin deri altlarında dolaştığını ve eğer boyunlarına ulaşırsa öleceklerini idea etmişlerdir) yakalandıklarına dair sıkça anlatılan hikâyeler vardır. Hatta Hindistan Bikaner kentinde yapılan ankette 1000 kişiden 928 i bu sendromu bildiklerini ve yakınlarının başına geldiğini söylemişlerdir. Oysa hemen yakındaki Jaipur ve Delhi’de ise hiç kimse bu sendroma yakalanmamıştı. Bu durumda iki seçenek kalıyordu geriye ya Jaipur ve Delhi’de kertenkele yaşamıyordu ya da oradaki insanların öyküleri yoktu.

Burhan Sönmez’in son çıkan kitabını okurken de ülkemizde ne kadar çok kişinin anlatı ve öyküsünün olduğunu düşündüm durdum. O kadar çok hikâye, anlatı, yaşam öyküsü var ki ülkemize ait. Bunları duymayan, duyup ta etkilenmeyeni, benzer süreci yaşamayanı yok gibidir. Gelişen her bir olayın, yaşanılan her bir hikâyenin nerede olursanız olun gelecekte de bir parçası haline geliyorsunuz bu ülkede.

Geçmişe ait çok sayıda kod ve kültürel şifreler içeren Sönmez’in son romanı “Taş ve Gölge”, 1984’ün aralık ayında Merkezefendi Mezarlığı’nda bir kulübede başlıyor. “Daha basit bir geçmişim olamaz mıydı? Tamamen Mısırlı ya da başka bir şey olup da insanı sabit bir kökenden yoksun görünen kelimelere geri götüren sorular yüzünden her gün aynı sıkıntıları yaşamasam olmaz mıydı?” diyen Edward Said’e gönderme yaparcasasına roman kahramanı olan Avdo da öksüz büyüyen, çocukluğunu yersiz yurtsuz geçiren biri olarak karşımıza çıkıyor.

Sönmez, tam da buradan hareketle mezarların ve uzak-yakın geçmişin berrak­laştırdığı girizgâh içerisinde roman kahramanı Avdo’yu, hayatın damıttı­ğı bir yerde hepimize ait bir hikâyeye dönüştürüyor. Hikâyenin temel it­kisi ıstırap olsa da Avdo dâhil birçok kişinin umudu, güzelliği, sadeliği, tasavvufi duruşu iç içe geçiyor. İsmi, lakabı ve unvanıyla müstesna kimler yok ki bu romanda; Asteğmen Adem, nişanlısı Miskal, Avdo’nun büyümesinde ve kişiliğinin oluşmasında rol oynayan Mardinli Josef Usta, Urfalı Dikran Usta, Haymana Ovası Konak Görmez Köyü’nün bahtsız ve güzel kızı Elif, köyün çobanının oğlu Baki, köyün yeni ağası Mikail, ünlü arabesk şarkıcısı Perihan Sultan, yeraltı âleminin krallarından Seyrani, sarışın denizci, fabrikatör Vahit Koçsanlı, Merkez Efendi Camisi imamı Muhittin, Reyhan’ın izini süren polis şefi Kobra, Reyhan’ın yakın arkadaşı Süreyya, iki sadık köpek Havari ile Toteve ve diğerleri… Bu kişilerin yazgısından yola çıkarak oluşturulan, ara sıra tarihsel anlatıyı içeren, aynı zamanda Venedik ve Kudüs’e uzanan renk bolluğuyla dolu bir tablo çizmiş ve kahramanları oraya yerleştirmiş gibidir Sönmez. Bu tabloda çoğu zaman kaderler kesişiyor, zamanlar birbirine karışıyor.

Geçmişin yükünün bugüne çökmesi teması her ne kadar eski bir eğilim olsa da Sönmez’in roman kahramanları yarınlarını arkalarına alıp bakışlarını geriye çevirerek yürüyorlar çoğu zaman. Romandaki geçmişin sesleri, sözleri, anıları, koku­ları Paul Klee’nin “Angelus Novus” tablosundaki meleğin kanatları gibidir. Geçmişi bir felaketler dizisi olarak gören tarih meleği, ilerleme fırtınası yüzünden nasıl geleceğe sürükleniyorsa roman kahramanları da geleceğe geçmişin yıkıntıları arsından geçerek ulaşmaya çalışıyorlar.


II

Benim memleketim

İstanbul Fatih’te kaldığımız rutubetli evin oturma odasında, kapıdan girin­ce sağ tarafta halının altında ka­lan kabarmış parkenin üzerine basmadan geçmeye çalışırdık hep. Yine mutfakta, ba­lık kızartır kapıları pen­cereleri açınca, mum yakınca, yerleri ozonlu suyla silince ye­mek kokuları gider sanırdık. Bunlar tanıdık aksaklıklardı evimiz için. Türkiye’nin farklı uç bölgelerinden gelip kalan üç kişi için biraz tembel­likten, biraz da bunların hayatı­mızda yarattığı garip ritimlerden dolayı bu sorunları çözmeyi, aksaklıkları tamir ettirme­yi hep ertelerdik. Bu dedelerimizden bize devredilmiş bir tutumdu sanki. Belki de Sümerlerden, Babillerden aktarılan, devredilen, ya da kalan bir davranıştı.

Romandaki kişilerin yaşadıkları sorunlar da, içine doğdukları tarihsel dönemlerde cereyan etmiş vakalar da yüzleşmenin ertelendiği, üzerine düşünülmediği, çözülmediği ve haliyle tekrar tekrar tarihin farklı dönemlerinde tekrar karşılaşılan halen yaşanan olaylar dizisi olarak karşımıza çıkıyor. Osmanlı mutasavvıflarından Musa bin Muslihiddin bin Kılıç (Merkez Efendi) döneminden, 27 Mayıs’a oradan 12 Eylül’e geçen ve günümüze uzanan bir süreci kapsıyor. Üstelik bu süreç, taşranın yalnızlığını, sıkışmışlığını, siyasal sosyal ortamın baskısından etkilenmiş köyleri, şiddet temalı mahalleleri, örtük ve açık tahakküm ilişkilerini temsiller üzerinden günümüz Türkiye’sine taşıyor.

Dan Mc Adams “Birinin hayatını bir öykü olarak görme yeteneği kimliğin kalbidir.” der. Sönmez de bunu o kadar iyi yapıyor ki bu romanında. Ne kadar uzağa gideceğimizi, düğümlerimizin ne kadar dayanacağını, nerede kıyıya vuracağımızı bilmediğimiz bir yolculuğa çıkarıyor bizi. Roman bitince de aslında inandığımız hikâyeleri, bildiğimiz hayatları, aksaklıkları, sorunları görünür kılıp bunu hepimizin kimliği, kimliğimizin kalbine dönüştürüyor.




Künye

Kitap adı: Taş ve Gölge

Yazar: Burhan Sönmez

Yayınevi: İletişim Yayıncılık

Sayfa Sayısı: 328

İlk Baskı Yılı: 2021

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page