top of page
  • PROLOG

Terlik / Behiye Malkoç


“Yeni diyarlar bulamayacaksın, bulamayacaksın

başka denizler.

Peşin sıra gelecek hep şehir. Aynı sokaklarda

dolaşacak, aynı mahallelerde yaşlanacaksın

ve aynı evlerde kır düşecek saçlarına.

Hep bu şehre varacaksın. Umut besleme

başka yerler için, gemi yok sana, yol yok.

Burada, bu küçük köşede mahvettiğine göre

hayatını, onu bütün dünyada ziyan ettin.”

Kavafis


“Terlik izlerini takip et, onlar seni huzura erdirecek.”


“Terliklerim nerede,” diyorum, bakıyor yüzüme sekiz yaşındaki bir çocuğun saksıyı devirdiğindeki gözleriyle. Yine unutmuş nereye koyduğunu. Büküyor boynunu uzayan bakışma; toparlıyorum “Olsun annem bak çoraplarım kalın,” diyorum. Atıyorum elimi omzuna -omzuna gelirdim eskiden- geçiyoruz salona, oturuyoruz ikili koltuğa yan yana. Sağ eli kayboluyor elimin içinde. Bu kadar yeşil miydi annemin gözleri…

Karşımızdaki tekli koltuğun oymalarında birikmiş toza ilişiyor gözüm. Elinden toz bezi düşmeyen yanımdaki şu ufacık kalmış kadının dramını pekiştiriyor zihnimde tozlu ceviz oymalar.

“Sana saten yatak örtüsü aldım, bir takım da kadife taytlı eşofman, sandığa kaldırdım, çeyizine.”2000’lerin başına gitmiş. Ya da biraz daha öncelere, kapıya gelenlerden taksitle aldıklarını dolap tepelerine istif ettiği, herkesin bekâr ve yanında olduğu günlere. Kalıyoruz bir müddet öylece. Ayaklarımı birbirinin üzerine koyarak ısıtma çabamı seyrediyor.

“Üşüdün bak, terliklerini giyseydin ya.”

“Tamam sen otur; terlik giyeyim de geleyim. Çay da koyayım.”

Bu sefer nereye koymuş olabileceğini düşünüyorum terlikleri, çaydanlıkları buzdolabından çıkarırken. Çabuk kaynatıyor ocak Allah’tan, demleyiveriyorum hemen.

Dönüyorum bakıyorum, yok salonda, yatak odasından geliyor tıkırtılar. Çeyiz sandığının üzerindeki öte beriyi indiriyor aşağı. Kavrıyorum belinden oturtuyorum on beş senedir babama terk ettiği yatağın üzerine. Ona annesinden hatırasandığın iğne oyalı örtüsünü katlayıp koyuyorum kenara. Sandığı açıyorum. Bir çift 39 numara kırmızı polar terlik, terliklerim. Krem rengi, sarı simli yatak örtüsünün üzerinde duruyor; giyiyorum ayağıma. Sandığı kapamaya yelteniyorum “örtünü beğenmedin mi,” bu meraklı bakışların keyfini sürmeyi ne çok isterdim.

Suni bir neşe ile “Beğenmez olur muyum, bayıldım; yeşil taşlara hele…”

Defteri görüyorum şatafatlı şeyi geri koyacağım sırada. Şiir gibi konuşurdu annem türkü söylemediği zamanlarda. İzin verilseydi yazmasına, ne çok kitabı olurdu. Bu kadar çabuk da gitmezdi belki aklı. Yazsın sağaltsın kendini istemiştim de vermiştim defteri hem romanım için lazımdı annemin hayatı. Tanı almamıştı daha. Ne yerinde bir kehanet, içindekileri bize bıraktırma çabası…Anları, anıları, duyguları… Ne kaldıysa. Ortalara kadar gelmiş, kaldığı yere ucundan Pinokyo sallanan kurşun kalemi koymuş. Yine donuklaşıyor gözleri. Kaç yaşının kapalı kapılarına takıldı kim bilir. Koltuğumun altında defter, -annemi neredeyse sürükleyerek- salona geçiyoruz.

Aynı takılı bakışlar defterin üzerinde. “Tarçınlı akide aldım gelirken.” Neden bu kadar bağırıyorum ki, çok bağırınca daha mı şen görüneceğim…

Hasbihal ediyoruz, çay içiyoruz; tüm unutuşları yok sayarak. Kıtır kıtır yiyor şekerleri. Emerek bitirmeye sabrı yok. Doktor söylemişti; gitgide beyninin küçüleceğini. Yumruk kadar kalacağını, çocuklaşacağını. Kızmayın, bilerek yapmayacak. İtiraz etmeyin, iknâya da çalışmayın demişti.

“Çeyrek çok diyor baban Halise’nin kızına. Seksen beş yazında annem. Çok olur mu, bunca yıldan sonra… O ne öyle, hiç takma daha iyi. Övünç’ün doğumunda koca ata lirayı taktı kadın. Akıl gidiyor geliyor, Türkçe zerrece etkilenmiyor bu seferden.

Takarız annem. Sen neyi dersen onu alırız.” Fazla kalmıyor ışıltı gözlerinde, yerini artık alıştığımız matlık alıyor. Ben de uyum sağlıyorum geçmişten anı çekip çıkarma oyununa.

“Ne kadar çok lavanta koymuşsun sandığa. Elime bile sinmiş. Hatırlıyor musun -nasıl da salaksın-sandığa konacak yeni bir şey aldığında mutlaka dibine kadar çıkarırdın içindekileri. Bütün ev lavanta kokardı. Hatırlamıyor -gözü hâlâ mat- ama gülümsüyor yine de koku bahsini kim sevmez ki.

“Hepsinin üzerinde kimin olduğu yazıyor sakın kavga etmeyin emi, siz evlenmeden ben ölürsem.”

Ağzından yel alsın demiyorum, aman anne aşk olsun o nasıl laf da.

Allah seni sana unutturmadan…

En sevdiği ritüeldi. Yeni alınanın da üzerine kime ait olacağı yazılır, boşaltılan sandığa ağırdan hafife doğru yerleştirilirdi. Annemin derin tahminlerine göre önce gitme ihtimali-benimkiler hep en altta kalırdı- olanınkiler üstlerde seyrederdi ezilmeden. O kadar da uzun kalamıyorum ben oralarda. Dönüyorum günümüze. Çantamın yanına sıkıştırdığım defteri alıyorum elime.


“Gonca Erence

26 Şubat 2010

12 Rebiülevvel 1431

Melike hayatımı yazayım diye bugün bu defteri ve kalemi verdi bana. Böyle bir defterim vardı küçükken. Aynı renk. Mavi ciltli. Babam sobaya atmıştı Cengiz’i okuldan gelirken arkamda görmüştü de.” Kendini unutmaya gelmemiş sıra henüz, anahtarı kapının üzerinde unutma fazları, muhtemel…

“Yüce dağ başında yanar bir ışık

Düşmüşüm derdine, olmuşum aşık

Ağ buğday benizlim, zülfün dolaşık

Dividim kalemim yazarım

…”



EBE

Önlüğümü sırtıma, eldivenlerimi elime geçirdiğimde, fetüslerin bir süreliğine gömüldükleri ana rahminden kopma vakti gelmiş demektir. Tersten de okunsa düzden de okunsa aynıdır değişmez: "Ebe!" Gündüz, gece, iftar, bayram; namütenahi zamanlarda avucuma düşerler, annelerinden önce yer ederim gözlerine, dimağlarına; siyah, beyaz, griden ibaret bulanık resimlerde. Anne, ebe, ebeanne… İki kadın; biri ilk durağı, bu dünyayla arasındaki köprü. Diğeri ilk fiziksel teması, köprüsüne kavuşturanı… Bundandır belki annelerine atfettikleri kadar kutsiyet atfetmeleri bana da. Ve yine aynı sebeptendir sanırım her sıkıştıklarında sunturlu küfürlerden nasiplendirmeleri...”


Hayranlıkla bakıyorum yüzüne. Onun gibi yazabilmeyi isterdim. Net, sert…Arka arkaya iki sayfayı iki tutkusuna ayırmış; kocası, mesleği… Bir keresinde “anne, sen babamı bizden daha mı çok seviyorsun,” demiştim. Bizim yaşımıza sabitlenmiş ayak numaralarımıza rağmen kızımın büyüyen ayaklarını bile gözlerimden fışkıran coşkuyla takip ederken aldığım cevaba şaşırmalıydım ama şaşırmadım. “Belki de…” demişti, belki de… O kadar sevmişti kocasını…

Sevdiği türküler, alıntı sözler, şiirler akmış peş peşe; yanı sıra sağlıklı yaşam tavsiyeleri içeren gazete kupürlerini, takvim yapraklarını sıkıştırmış sayfaların arasına.


19 Temmuz 2010

7 Şaban 1431

Pazartesi

“Günah ve dünya sevgisiyle hastalanan kalplerinizi, dünyadan soğuyarak ve günahları terk ederek tedavi ediniz.” Ahmet bin Ebûl-Havârî

“Etraf, eş dost, sağ sol, konu komşu. Aynı şeyi söylüyorlar. “Cömert, yardımsever, verici, bonkör, kibar, karıncayı bile incitmez.”

Bense korkuyorum ondan. İstemiyorum mesaisi bitsin. Ayakkabıları paspasa değdiği an her yerimden çengellere geçirilip tavana asılıyorum. Aç mısın diye sorsam azarlanıyorum, öte beri için para istesem “Darphane miyim ulan ben,” suratıma çarpıyor. İnsan orospu diye inletir mi ortalığı, karısını döverken. Utanıyorum komşulardan. Geçen gün Songül abla “Eskiden duymazdık kızım ama artık çok geliyor sesiniz; cam, kapı kapamak da kâr etmiyor. Sen de dillendin eskisi gibi değilsin. Bedduaların içimi yakıyor Allah biliyor ya, benim adam elleme diyor; karı koca arasına girilmez, e haklı bir yerde,” dedi. Yerin dibine geçtim. Bir çocuğumuz olsa, yine sever belki beni…Bu duvarlar da insan derisi gibi mi, yaşlandıkça inceliyorlar mı…”


Burada karışmaya başlamış zihninin kronolojisi. Kapatıyorum defteri.

“Annem hadi gel seni yıkayayım, seversin sen benim liflememi, keselememi.”

Sokuyorum banyoya. Beyaz sabun kokusu ikimize de iyi geliyor. Kuruluyorum, giydiriyorum, gül suyuyla tarıyorum saçlarını. Yatağına yatırıyorum “Hadi sen uyu azıcık, ben de gideyim artık, bizimki kapıda kalmasın,” diyorum, koklayarak öpüyorum kırçıllı saçlarını. Bakıyor yüzüme unutmanın sağladığı konforlu huzurla.

Aldığım sıra ile yerleştiriyorum sandığa. Terlikleri, defteri, iğne oyası örtüyü. Çekiyorum kapıyı. Gri bulutların içinden geçiyorum. Arabaya ulaşıyorum. Radyoda “Keklik gibi kanadımı süzmedim, murad alıp doya doya gezmedim…” çalıyor. Burnum yanıyor…

Kızımın üç yaşından beri girişteki aynı köşeye, aynı sırayla konumlandırdığı terliklerimizi görüyorum, eve gelip de kapıyı açtığım ilk an. Allah’ım şu basitçe sıralanmış terliklere sakladığın sevinci unutturma bana. Giyiyorum terliklerimi ayağıma yerlerinde bulmanın ve oraya koyanı hatırlamanın sağladığı gönül rahatlığıyla.

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page