top of page
  • PROLOG

Tokyo’nun Son Köstebeği "Hüseyin Can Erkin"


Benim okumalarımın merkezinde, yazarın niyetini anlamak vardır. Yazarın niyeti ile okur olarak benim niyetim uzlaşıyorsa o metni sevdiğimi söylerim. O kitabın başka okurlar tarafından okunmasını sağlamak için de uğraş veririm. Bitirdiğim kitapların kurgusal detaylarını çoğunlukla unuturum. Bununla birlikte, yazarın ve metnin niyeti hep aklımdadır. Gadamer bu deneyimi okurla metin arasında yoruma dayalı bir diyalog olarak betimler. Çeviri metinler söz konusu olduğunda bu diyalogda yalnız olmadığımı, çevirmenin ve onun kullanmayı seçtiği dilin de bana -okuruna- eşlik ettiğini bilirim. Bu noktada, Japon edebiyatını tanımamı ve ilgi duymamı sağlayan eşlikçi-çevirmen Hüseyin Can Erkin’in okur bağlılığıma hatırı sayılır bir etkisi olduğunu söylemem gerekir. Bunda, çevirmenin, sözcükleri birebir çevirmekten çok metinleri çevirmekteki gelişkin yetkinliği yatıyor.

Kendisini 2012 yılında çevirdiği 1Q84 romanı ile fark ettim. Japonca’dan Türkçe’ye sunduğu 1257 sayfalık bu yumuşak ve akıcı tarzda, Murakami’nin son kalem bükücü ustalığı elbette yadsınamaz. Ancak, o ustalığın Türk okuruna metnin özgünlüğünün korunarak ulaştırılmasındaki yeterlilik de kuşkusuz Erkin’in kaynak ve erek dillere hâkimiyeti ile açıklanabilir.


Yazımın temel merakı, Hüseyin Can Erkin’in çevirmenliğidir. Bu merakımı gidermek için yönelttiğim sohbet önerimi geri çevirmediği için kendisine teşekkür ederim.


Yayınevleri mi sizi buluyor, siz mi onlara ulaşıyorsunuz? Süreç nasıl işliyor?


İlk başladığımda, Japon edebiyatından çeviri yaptırmak isteyen yayınevlerinin kapısını çalıp hangi eser(ler) ile ilgilendiklerini soruyordum. Yayınevinin ve eserin uygunluğuna kendimce karar verdikten sonra çeviriyi yapıyordum. Sonrasında, yayın evlerinden bana doğrudan, ‘Şu eserde birlikte çalışabilir miyiz?’ şeklinde öneriler gelmeye başladı. Kabul ettiklerim de oldu, yapamam dediklerim de. Durum bugün de pek farklı değil aslında ama Japon edebiyatında, Türk okurunun tanımasını istediğim bazı yazarları ve eserleri, yayınevlerine doğrudan benim önerdiğim örnekler de var.


Bence siz yanılsamacı bir çevirmensiniz. Okuru duygusal açıdan olup bitene kaptıran, kahramanlarıyla özdeşleştiren bir çevirmensiniz, sanırım buna illüzyon çevirisi deniyormuş. Çevirdiğiniz pek çok romanı okumuş biriyim ben. Siz kendi çevirmenliğinizi nasıl tanımlarsınız?


Yanılsamacı çevirmen ya da illüzyon çeviri ifadelerine aslında yabancıyım. Kaynak metnin Türkçe’ye ulaşması için zamana ihtiyaç duyuyorum; o dönemlerde bütün iletişim aygıtlarını telefon, televizyon, internet kapatarak- ki bu bazen 2-3 gün sürüyor- çeviriyi tamamlıyorum. Fakat duygusal olarak okuru bir olaya ya da akışa kaptırmak gerekiyorsa, öyle sinsi bir tarafım yok açıkçası. Ancak, Japonca’dan Türkçe’ye çeviri yaparken her sözcüğün bir yelpazesi vardır ve bu yelpaze içerisinde birbirine denk olanı -karşılığı demiyorum dikkat ediniz- bulmak gerek. Bulduğunuzu düşündüğünüz bu denk sözcükler arasında da bir ses ahengi yakalamak lazım. Yani, Türkçe çeviride ünlü-ünsüz, ince-kalın ses uyumuna da dikkat etmek lazım. Bir yandan da sert ya da yumuşak ünsüzler ayrımı da gözetilmeli. Eğer okurken karşınıza sık sık sert ünsüzler çıkıyorsa ya da aynı sesler sürekli halde tekrarlanıyorsa, bu bir uyumsuzluğun işaretidir. Okurun, her ne kadar, gözüyle okuduğu düşünülse de, okudukları zihninde sese dönüşür çünkü.


Ben sizin bu 2-3 gün kapanma durumunuza, yine sizden başka bir sohbetimiz esnasında öğrendiğim tanımıyla köstebek modu diyeceğim izninizle. Peki bu kapanma dönemlerinizde odaklanma taktikleriniz neler?


Odaklanma taktiği ya da tekniği gibi bir tutumum yok. Açıkçası her yerde çalışabilirim. Öyle zamanlar oluyor ki, eseri elime alıyorum ve elimin altında bilgisayar yok, kayıt cihazına sesli notlar bırakıyorum; sonradan bunları deşifre ederek yazıya döküyorum. Sonuçta, içimden ne zaman nerede çalışmak geliyorsa orada çalışarak sonuca ulaşıyorum diyebilirim. Bu bir teknik ya da taktik meselesi değil; heves ve istek meselesi. Nerede olursanız olun, malzemeniz elinizin altındaysa rahatlıkla çeviri yapabilirsiniz. Ben bir çevirmen olarak bu şekilde çalışıyorum doğrusu çünkü bir yandan fakülte, dersler, toplantılar akışında diğer yandan da sıkça çıktığım seyahatlerde yol boyunca geçen zamanı da etkin kullanmak üzere kayıt cihazına sesli notlar almayı sürdürüyorum. Bu notları, bütünlüklü bir metin elde etmek üzere bir araya getirdiğinde nitelikli bir okuma sürecinden de geçiriyorum. Elbette editör son düzenlemeyi yapar ama yazarın kaynak metninin Türkçe’ye -erek metne- nihaiyi olarak dönüşmesi, yansıması için de bu okumayı yapmayı gerekli bulurum. O süreçte de yine bir kaç gün kapanıyorum. Bu son okumalarımda da okur içsesinin o ahengi duyumsamasını çok önemserim.


Çevirilerinizin başarısını görünmez çevirmen olmanıza bağlamak mümkün mü?

Ya da şöyle sorayım; çevirmen görünürlüğü nedir?


Çevirmen görünürlüğü çevirmenin kendisinin belirleyeceği bir kriter olmadığı gibi, yayın evinin ya da yazarın kendisinin belirleyeceği bir kriter de değil. Sonuçta yapılan çeviriyi değerlendirecek olan da okur. Ben görünür bir çevirmen miyim? Bir yazarı Türkçe’ye aktarmak konusunda görünür olmamaya özen gösteririm. Yazarın kullandığı tarz, terminoloji, sözcük seçimi, onu mümkün olduğunca öz metne, orijinaline yakın, denk biçimde aktarmaya gayret ederim; şimdiye kadar hatırı sayılır bir sayıya da ulaştı, yaklaşık 40 kadar eseri Japonca’dan Türkçe’ye çevirdim ve gördüğüm, okurun kitabı ya da yazarı çevirmenine bakarak seçme eğilimi de oldukça güçlü. Bu açıdan bakıldığında, bilinirlik anlamında, görünür bir çevirmenim ama yaptığım çalışmalarda fazlaca görünmemeye özen gösteririm çünkü çevirmen nihayetinde yazarla okur arasında bir arayüzdür. Evet, varlığı tartışılmaz ama belli belirsiz olması taraftarıyım.


Metinlerin okurun kendi anadilinde alınlanması gerektiğini savunan bir çevirmen olduğunuzu bir röportajınızda dinlemiştim. Tokyo’nun Son Çocukları’nda ana karakterlerden birisi olan büyük-büyük dedenin Yoshiro şeklinde yazılan ismini Japonca’da okunduğu gibi Yoşiro olarak çevirmiştiniz. Kaynak dilin yerlileştirilmesi deniyor buna yanılmıyorsam. Siz bunu, okura nezaketli olmak gerekir, diye açıklıyorsunuz.


Okura karşı nazik olmak evet benim başka söyleşilerde değindiğim bir konu. Uyarlama meselesine gelince, benim burada anlatmaya çalıştığım, okumayı zorlaştıracak kişisel çevirmen tercihlerini mümkün olduğunca en aza indirmek. Yani, yazar ne demek istiyorsa onu mümkün olduğunca okura aktarabilmek. Nezaket bu. Örneğin yazar tarihsel bir roman yazmış olsun. Bu romanın içerisinde Japon tarihine ait, artık günümüzde var olmayan bir takım kavramlar, mevki, makam vb varsa, bunların çağdaşı olan Osmanlıca sözcükler var diye oraya hiç bilinmeyen Osmanlıca sözcükler kullanmak doğru olmaz diye düşünüyorum. Sonuçta okur bunu bir keyif anında belki de çayı kahvesi eşliğinde okuyacak. Böyle bir durumda, çevirmenin sık sık dipnotlara başvurması okurun okuma akışına fren yaptıracaktır.


Ve okumanın doğal devinimi kaybolacaktır.


Tabii ki. Göz hareketinin metnin ortasından alt kısmına kayıp tekrar ortasına dönmesi bile okuma eylemini odağından kaydıracaktır. Ya da okuma keyfini bozacaktır. Bu yüzden, çevirmenin bu tür açıklama ya da dip notlardan elverdiğince kaçınması gerektiğini düşünüyorum. Benim ‘okura nezaket’ derken söylemeye çalıştığım bu.


’Kaynak dildeki bir metni erek dile dönüştüren, bir bakıma o metni yeniden üreten çevirmen de bir yazardır aslında’ görüşüne katılıyor musunuz?


Hayır katılmıyorum. Bu, ‘ben olsaydım böyle yazardım’ hadsizliği olurdu ancak. Sonuçta, yazarın belirli bir tekniği, taktiği, akış kurgusu var. Kendisi bunu yaratmış. Yani şimdi bunu Türkçe’de kimse anlamaz, biz bunu şöyle yazalım, gibi saçma sapan bir düşünceye asla kapılmadım. Çevirmen çevirmendir. ‘Çevirmen de bir yazardır,’ demek, bana sorarsanız, hem yazara hem de okura karşı bir saygısızlıktır. Yazarın metnini alıp da, ‘onu öyle demezler, böyle derler,’ tavrı ile çevirmeye kalkmak profesyonel etiğin sınırlarını zorlamak olur.


Bu durumda, telif hakları konusu nasıl değerlendirilecek?


Burada, çevirmen telif hakları değerlendirilirken, en azından Türkiye’deki yasal kapsam içerisinde Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu (FİSEK) bunu açıkça beliriyor. FİSEK çeviri eseri bir işlenmiş eser olarak tanımlıyor; yani bir eserin tanıtımında, aktarımında aracı olarak girip kendi donanımını, kendi özgünlüğünü devreye sokarak eseri yeni bir biçime dönüştürmek. Burada yanlış anlaşılma olmasını istemem. Başka eserler de var bu kapsama giren, çeviri alt yazılı filmler, dublaj çeviri, örneğin. Başlı başına bir eser olarak değil, işlenmiş eser olarak değerlendirilir. Çevirmen telif hakkını ve payını esere bu katkısından dolayı hak eder ve alır.


Tokyo’nun Son Çocukları ya da başka kitapları çevirirken kültürel olarak yanlış anlaşılır kaygısına kapıldığınız konular oldu mu? Bunları nasıl ele aldınız?

Herhangi bir eseri çevirirken yanlış anlaşır kaygısına kapıldığım olmadı. Açıkçası, yazarın bir eseri var, bir yayınevi bunu yayınlamaya karar vermiş. Benimle de çevirisi için bir anlaşma yapmış. Ben de o çeviriyi tamamlıyorum. Orada tutup da şöyle söylersem yanlış anlaşılır, böyle söylersem şöyle anlaşılır, gibi bir kaygıya kapılmam. Yazar ne diyorsa ona en yakın olan anlamı veririm. Ancak, eğer yayınevi tutup da bunu kendi yayın politikası bağlamında değiştirecek olursa bunu da fazlaca irdelemem. Sonuçta nihai eserin tüm sorumluluğu yayınevine aittir.


Çevirmen, çeviri yoluyla sansürden kaçabilir mi? Tokyo’nun Son Çocukları’nda böyle bir örnek var mıydı?


Sansür. Sansürden kaçmak. Nihayetinde sansür gerektiren kısımlar olabilir ama bunu bir oto-sansür haline getirmek çevirmenin sorumlulukları arasında değildir. Yayınevine bırakmak gerekir. Benim yaptığım çeviri çalışmalarımda oto-sansür durumu olmadı. Tokyo’nun Son Çocukları’nda da böyle bir sansür durumu söz konusu değil. Okurlar, sansürle ilgili olabilecek kısımların hiç bir şekilde kesilmediğini ve metin içerisindeki varlığını koruduğunu göreceklerdir.


Türev metin nedir? Tokyo’nun Son Çocukları bir türev metin midir?


Türev metin, bir yazar tarafından kaleme alınmış ama genel okur kitlesi tarafından -kimi zaman dilinin çok ağdalı olması, kimi zaman dilinin eski dil ögeleri içermesi, ki bunu sadece Osmanlıca Türkçe karşılaştırmasında söylemiyorum, Klasik Japonca ve Modern Japonca arasında da böyle bir ayrım söz konusu- sadeleştirilerek yazılmış bir metindir. Bir de ben olsaydım böyle yazardım şeklinde bir metni yeniden yazan yazarlar da var. İkisini birbirinden ayırmak lazım. Tokyo’nun Son Çocukları kesinlikle bir türev metin değil. Tamamen yazarın kendi özgün kurgusuyla kendi kaleminden çıkmış pırıl pırıl bir orijinal metin.


Şiir çevirdiniz mi? Çevirir misiniz? Nesi farklı?


Şimdiye kadar yaptığım çeviriler içerisinde ara ara çıkan şiir ya da şarkı kısımlarını çevirdiğim oldu. Tek başına bir metin olarak şiir çevirim de oldu fakat bir şiir antolojisi çevirisi yapmış değilim. Çevirmen bir yazar olmadığı gibi şair de değildir. Şiirin başka bir tınısı var. Bir şiiri on farklı çevirmenin eline verseniz yüz farklı çevirisi çıkabilir. O çok farklı bir konu.


Sizi en çok zorlayan eser(ler)? Hangi açılardan?

Bütün çeviriler beni çok zorladı diyebilirim ama çevirisinde en çok güçlük çektiğim eserler özellikle dünya klasiklerinin manga haline getirilmiş bir dizisinin 4-5 kitabını çevirmiştim- çizgi roman halinde. Onlar çok fazla zamanımı almış ve yormuştu beni. Bunları söyleyebilirim. Okurlar buna şaşıracaktır belki. Onun dışında her yazar her eser kavram, bilgi ve içerik çözümlemesi gerektiriyor. Bunların Türkçe’deki karşılıklarını bulmak, bunun üzerine düşünmek de özenli bir uğraşı gerektiriyor elbette.


Sizin (varsa) ideolojinizle, yaşam tercihlerinizle uyuşmayan yazarları/eserleri çevirir misiniz?


Yaşam düşüncesi, ideolojisi benimkinden farklı olan yazarları çevirmeyi asla düşünmem. Özellikle, içinde Türkiye ve Türk toplumu ile ilgili olumsuz ifadeler geçen yazarlar vardır. Onları çevirmeyi düşünmem. Benim için zaman kaybından başka bir şey değil. Böyle bir şeye ne gerek var ki?


Sizce, Japon edebiyatının hangi ürünleri Türkçe’ye çevrilse ilgi görmez?


Bir Japon edebiyatı eseri Türkçe’ye çevrildiğinde ilgi görür mü görmez mi, ya da bir tür ilgi görür mü görmez mi, bunu denemeden bilmek mümkün değildir. Sonuçta burada kararı okur vereceği için, okurun ilgisinin ne düzeyde olacağını tahmin etmek o kadar kolay bir konu değil. Elbette bunun için evi temsilcisi, editörü, çevirmen bir araya gelir ve üzerinde konuşurlar. Benim şimdiye kadar yaptığım çevirilerde genellikle kararlar bu şekilde alındı. Yayınevlerinden gelen tekliflerde kabul görmeyen bir eser ya da yazar olmadı. Yapılan çevirinin bir titan yakalaması önemli olabilir ama eser özellikle yeni, farklı bir mesaj içeriyorsa bu tür kitaplar değerlidir. Okurunu zamanla bulur ama tür olarak söylemek gerekirse benim Türkiye’de deneyip de ilgi görmediğini söyleyebileceğim, ekonomi, çalışma hayatı, şirket yaşamı içerikli öyküler, romanlar çok fazla ilgi görmedi Türkiye’de. Bu tür bir veriyle gelecekte de bu tür eserler okunmaz şeklinde bir varsayımda bulunmak- en azından şahsi kanaatimce- yanıltıcı olabilir.



Çeviri yapmak için bilgi teknolojilerini kullanıyor musunuz? Kullanılmamalı diyebilir misiniz?


Ben bilgi teknolojileri olarak Internet sitelerinden yararlanıyorum çünkü orada bir sözcüğün farklı bağlamlarda kullanılmış hallerini görmem mümkün. Bir takım sözlük siteleri var, onlar doyurucu kaynaklar haline getirilmiş durumdalar. Ama yine de klasik kitap sözlükleri kullanıyorum. Bu İnternet sitelerinde hala yer almayan özel sözcükler var; karşılaştırmalı, yakın anlamlı sözcükleri sözlükler halinde bulmak zor. Bilişim teknolojileri derken makine çevirisinden söz ediyorsak hiç kullanmadığım, başvurmadığım bir uygulama ya da yöntem. Bunun zaman kaybından başka bir şey olmadığını düşünüyorum.


Siz bir Japon Tarihi Uzmanısınız aslen. Tokyo’nun Son Çocukları bu bağlamda ele alırsak neler söyleyebilirsiniz? Kitap hangi tarihsel ögeleri referans alıyor?



Tokyo’nun Son Çocukları’nda Tawada’nın referans aldığı bir dönem var. Bu, Japonya’nın 17. Yy başından 18.yy ortalarına kadar sürdürdüğü dışa kapalılık dönemi olarak da bilinen, başında Tokugawa Şogunları’nın olduğu Edo Dönemi’ni referans alıyor. Bu dönemde tam bir kapalılık söz konusu değil gerçi. Çok cılız da olsa dışarıyla ilişkiler devam ettiriliyor. Tokyo’nun Son Çocukları’nın en belirgin tarihsel referansının Edo Dönemi’ne ait olduğunu söyleyebilirim.


Bütün süreci ustalıkla tasarlamak:

Bir sanat eserini öncelikle biçimsel yönden kavramak, çekirdek anlamları bulup yorumlamak, bunları hedef dilde eşdeğer ögelerle buluşturmak, kaynak metinle erek metni örtüştürmek, zihninde oluşturduğu bu tasarımın hedef dildeki karşılığını aramak ve emek-yoğun bir çabayla her koşulda bir köstebek gibi çıkış yolunu bulmak. Japon edebiyatının öncü Türkçe çevirmeni Hüseyin Can Erkin’i kendisini ayırt edici kılan özelliği ile selamlayarak yolcu ediyorum.


Röportaj: Fatma Esin Kalyoncu Aslan


Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page