- PROLOG
Yazar / Deniz Serter

Kalemi eline aldı. Seksen sayfalık defterin ilk sayfasını açtı. Çizgili boş sayfaya dalgın gözlerle baktı. Aylardır zihninde kurguladığı romanın ilk giriş cümlesini yazdı. Arkasını getiremedi. Kafasındakileri kâğıda dökemiyor, kalemtıraşla ucunu sivrilttiği kurşun kalemle oynuyor, sıkıntı ve stresten dişleriyle, sakala gömülmüş dudağını ısırıyordu. Birkaç sıralı cümle daha yazdı ama beğenmedi. Ortası yarık mavi silgiyle yazdıklarını sildi. Silgiden dökülen ve sayfaya yapışan ufak parçaları elinin tersiyle sinirle dağıttı. Masaya dağılan kırıntıları parmağının ucuyla tek tek toplayıp küllüğe attı. Yazamadığı için oyalanacak küçük işler arıyordu kendine. Kelimeler, cümleler beyninde geziniyor, elden kaçan balon misali uçuyor, hiçbirini tutamıyordu. Onları yan yana akıcı bir biçimde dakikalardır bakındığı beyaz sayfaya bir türlü yerleştiremiyordu. İlk cümleyi yazmaya başlar başlamaz arkasının da su gibi akıp gideceğini sanıyordu fakat daha ilk seferde öylece kalakalmıştı.
“Neden yazıyorum?” diye sordu kendine, uzun süre düşündü, cevap bulamadı. Ayağa kalktı, odasında küçük adımlarla gelip gitti. Bir solucanı andıran yeşil damarlarının belirginleştiği şakaklarını ovdu. Sevdiği yazarların fotoğraflarını odasının duvarına asmıştı. Küçük çerçevelerde asılı siyah beyaz fotoğrafları baktı. “Yazılabilecek her şeyi yazıp, yazacak hiçbir şey bırakmamanıza kızayım mı yoksa sevineyim mi?” dedi. Sorusuna cevap alacakmışçasına gözlerini yazarların gözlerinde gezdirdi. “Sevineyim tabi ki!” dedi heyecanla, “Çünkü yaratmaya, yeni kitaplar yazmaya zorluyorsunuz! Yapılmışı yapmamak ve söylenmişi söylememek mümkün olsa gerek!”
Odasının kapısı tıklatan annesi seslendi. “Yemek hazır!” dedi kadın ve buzlu camın arkasındaki silueti hemen kayboldu. Eliyle çenesini tutmuş, kıpırdamadan dikiliyor, kendi iç dünyasında bazen kayboluyor bazen de canlanıyordu. Annesini duymamıştı. Fotoğraflara bir süre daha baktı. Ölen yazarlar da vardı aralarında. “Yaşasalardı acaba daha neler yazarlardı?” diye düşündü. Yazarların masa başına oturup yazmadan önce neler yaptığını araştırmıştı. Kimisi aç karnına, kimisi gece yarısı, kimisi öğleden sonra, kimisi yarı çıplak, kimisi çırılçıplak, kimisinin de uzun bir yürüyüşten sonra yazmaya başladığını okumuştu. Kendi için de bir strateji geliştirmeliydi. Takip ettiği yazarların yeni çıkan kitaplarını bir solukta okuyor, beğendiği cümlelerin altını kurşun kalemle çiziyordu. Nitelikli bir yazar olmanın yollarını arıyordu. Odası kitap yığınlarıyla doluydu. Çok kitap okumanın yazmak için faydası olduğunu biliyordu ama yetenek de gerekliydi. Düşünmekten sulanmış beynindeki harfler, kelimeler, cümle ve sözler çil yavrusu gibi dağılıyor, saklambaç oynayan yaramaz çocuklar misali en kuytulara saklanıyor, beyaz sayfaya yerleşmemek için direniyorlardı. Bir daha tek satır yazamayacağı hissine kapılıyor, içi içini kurt gibi kemiriyordu. Sosyal hayattan elini çekmiş, saçı sakalı uzamış, evin içinde gölge gibi geziniyordu. Bir gücün, romanını yazmaya yönlendirmesini bekliyordu. Omzuna bir el dokundu. Başını geriye evirdi ve babasıyla göz göze geldi.
“Merasimle davul zurnayla mı yemeğe geleceksin ulan” dedi babası, bileğinden tuttu, sürükleyerek salona getirdi. Sandalyeyi çekti, omzundan bastırıp oğlunu oturttu. Sessiz salonu ağız şapırtısı ve porselen tabaklara çarpan çatal kaşık sesleri doldurdu.
“Eee ne yazıyon sen?” diye sordu babası, alaycı bir gülümseme yayıldı, sulanmış salçaya bulanmış kırmızı dudağında. Oğlunun cevap vermesini beklemeden içindekileri döküverdi; “Bırak bu işleri. Fasa fiso! Ulan kitap okuyan mı kaldı memlekette. Boş iş bunlar. Yazacak da basılacak da kitap satacak da beyzade para kazanacak. Ölme eşeğim ölme! Kitaptan çok yazar var ulan ülkede. Doğru dürüst bir işte çalış!”
Başını eğmesi, babasını daha da cesaretlendiriyor, nasihat bombardımanı sağanak yağmur gibi üzerine yağıyordu. Tabağındaki salçalı suyun içinde yüzen patates ve bezelye tanelerine baktı.
“Nereden çıktı oğlum bu yazarlık? Hem sen işletme okumadın mı? Yoksa bizi mi işletiyorsun ulan? Dayının bakkal dükkânını bile işletemedin ya neyse hadi?”
İtiraz annesindengeldi, “süper market” diye düzeltme gereği duyan kadın, kocasının tabağına tencerede kalan yemeği kepçe kullanmadan döktü. Adam, iştahla hem yemeye hem de konuşmaya devam etti; “Her neyse hanım. Yaşıtları evlenip çoluk çocuğa karıştı. Benim yaşıtlarım dede oldu be! Yazarlar evlenmiyor mu lan yoksa? Aha bu salatalık gibi turşunu kursun anan!”
Masadan hışımla kalktı. Koşar adım odasına geçti. Romanın cümleleri beyninde hızla akmaya başlamıştı. Babası ve anası, bu sinirli kalkışı kendilerine bir tepki olarak algılamış, öfkeyle soluyan adam, oğlunun arkasından saydırıyordu. Odasındaki bilgisayarın düğmesine bastı. Çok yavaş açılan bilgisayar henüz kendine gelememişti. Her zaman elinin altında duran kâğıt kalemi şimdi bulamıyordu. Telaş içinde masayı iyice dağıttı. Kalemler defterler sanki saklambaç oynuyor, göze görünmüyordu. Masanın çekmecesini karıştırdı. Delirmiş gibiydi. Zihninde akan sözleri tekrarlıyor, ezberliyordu. Bilgisayarın mavi ekranı donup kalmıştı. Adı bilgisayardı ama cihazın kendine hayrı yoktu. Çekmeceden mavi bir tebeşir buldu. Ezberlediği kelimeleri açık sarı boyalı duvara tebeşirle yazdı. Tavana yakın yerden yazmaya başladı. Göbeğini kaşıyan babası, odanın kapısının eşiğinde durmuş, şaşkın gözlerle oğluna bakıyordu.
“İyice zıvanadan çıktın it oğlu it!” dedi adam, sinirle başını salladı, “Yaz! Yaz eşeğin oğlu! Defterler yetmedi duvarlara tavanlara yaz! Evin her yerine yaz pezevengin oğlu! Doldur her yeri!”
Babasının küfürlü ve öfkeli sitemini duymuyordu. Programlanmış bir robotu anımsatıyordu. Odaklanmış, sadece yazıyordu. Babası ise oğlunun bu aldırmaz tavrına sinirlendikçe öfkesi şiddetleniyor, ağza alınmadık küfürleri daha yüksek tonla sıralıyordu. Tebeşir, serçe parmağı uzunluğunda kalana kadar aklındakileri duvara döktü. Bir adım geri attı, yazdıklarını baştan sona okudu. Yazdıklarını bilgisayara geçirmek istedi ancak alet kendiliğinden yeniden başlamıştı. Umursamadı, nasıl olsa yazdıkları göz önündeydi. Başına ani bir ağrı saplandı. Yatağına girdi, kıvrılıp uyudu. Ağır bir boya ve tiner kokusuyla uyandı. Derin uykusunu fırsat bilen babası üşenmemiş, oğlunun tebeşirle yazdığı duvarı boyamıştı. Bütün yazdıkları silindi. İğneyle dürtülmüşçesine yatağından fırladı. Duvarın son halini görünce acı acı tebessüm etti. Kapıyı kilitledi, odasına kapandı. Artık zaman kavramını yitirmiş, yemeyi içmeyi unutmuştu. Hırsla yazdıkça yazdı, yazdı, yazdı. Romanına son noktayı koyduğunda aradan seksen dört saat yirmi dakika geçmişti. Evlatlık edinen karı ve kocanın başından geçenleri anlattığı yüz seksen beş sayfalık romanı nihayet bitmişti. Yazdıklarını baştan sona tekrar okudu. Çayın demlenmesini bekleyen ev hanımı misali, romanının demlenmesini istedi. Tekrar tekrar okumalar yaptı ve son halini verdi. Hazırladığı dosyayı yayınevlerine maille gönderdi. Odanın kapısını açtığında tüm duyu organlarını hissettiğinin farkına vardı. Kurt gibi acıkmıştı. Mutfaktaki yemek kokusunu alan kemerli burnu titredi. Midesi guruldadı. Bulduğu kaşıkla ocağın üstünde duran tenceredeki kuru fasulyeyi iştahla yedi. Karnı şişinceye kadar tenceredeki yemeği bitirdi. Kana kana su içti. Evde kimse yoktu. Balkona çıktı, temiz havayı ciğerlerine çekti.
“Yazdım! Yazdım! Yazdım!” dedi yumruklarını sıktı.İçeriye girip odasına geçti. Yorgunluktan ölüyordu. Yatağına uzandı, gözlerini huzurla kapattı. Bir daha uyanamadı.
“Kalk lan! Yata yata büyüttün bu karpuzu eşek herif!” diye kıçından dürten babası, hareketsiz yatan oğlunun öldüğünü anladı. Pişmanlıktan vicdan azabı çeken adam dudağını ısırarak hüngür hüngür ağlamaya başladı. Aradan birkaç ay geçti. Öğle vakti cep telefonu çaldı. Okuma gözlüğünü takan adam, tuşlu telefonun ‘yes’ düğmesine bastı, cihazı kulağına dayadı.
“Alo Anıl Bey!” dedi yumuşak sesiyle bir kadın.
“Ben!” dedi adam durdu, bekledi, boğazı düğümlendi, gözleri yaşardı, “Babasıyım”
“Roman dosyası için yayınevinden arıyorum. Editör Duygu ben!” diye tanıttı kadın kendini.
Adam konuşamadı, ağladıkça ağladı. Editör kadın da bir süre bekledi. Kendini toparlayan adam, oğlunun üç gün kapandığı odasında yemeden içmeden romanını yazdığını ve sonra da uykusunda öldüğünü söyledi. Editör kadının kafasında bir ışık parladı ve yayınevi bu durumu kullanmasını iyi bildi. Sözleşme babasıyla yapıldı ve roman, ‘genç yazarın ilk ve son kitabı’ olarak lanse edildi. Ölü yazarın ilk ve son kitabı büyük ilgi gördü. Kitapçılarda en çok satanlar listesine girdi. Bir yıl sonra ölü yazarın yaşayan kitabı dördüncü baskıda kaldı. Saman alevi gibi birden sönüverdi. Sarı otların bittiği toprak kümesi, aradan geçen sürede iyice yerine oturmuş ve mezar yapılmasının zamanı gelmişti. Mezar taşına adının önüne ‘Yazar’ yazıldı. Kalem ve sayfa figürü de işlendi. Ölüm yıldönümünde oğlunun mezarını ziyaret eden babası, eliyle eşelediği toprağa, ölü yazarın kitabını gömdü.
“Diriyken kazanamadığın parayı ölüyken kazandın” dedi adam mahcup, duasını okuyup, karısıyla bir başlarına kaldıkları evin yolunu tuttu.